· Kapitalist çağda, piyasanın bin bir
kuralı, yüz bir tuzağı varken, siz doğru dürüst gazetecilik/habercilik yapan
bir medya organını yönetmek istiyorsanız bir çok özelliğe, niteliğe, kaliteye ve
hakiki bir karaktere sahip olmanız gerekir.
Ragıp Duran
Matbuat (1831-1950) ve Basın (1950-1980) dönemlerinde
özel sektör açısından bakıldığında sadece gazete ve dergiler vardı. Bu yazılı basın
organlarını yönetmek pek zor değildi. Çok büyük sermaye ve yatırım gerekmeden
de günlük gazete ya da haftalık mecmua çıkarılabiliyordu. Meselenin esası
münderecat idi yani içerikti. Tayin edici olan yayın politikasıydı.
Radyo (1923) ve Televizyon (1968) ilk başlarda devlet inhisarı altındaydı.
1980’de başlayan medya döneminde, sadece özel sektöre bağlı radyo, TV ve bilahare
İnternet devreye girmedi, gazetecilik/habercilikte yapısal sayılabilecek bir
çok değişiklik gündeme geldi. Bu
değişikliklerin en önemlisi gazeteciliğin artık sıradan ve nispeten küçük bir
zenaat olmak çıkıp önemli bir sanayi kolu haline gelmesi. Medya artık yasama,
yürütme, yargı ile birlikte anılan devasa bir mekanizma haline geliyordu.
Gazeteciliğin, devletle, siyasi iktidarla, ekonomik odaklarla, yurttaşla,
sanayi ile finans-kapital ile ilişkileri köklü bir değişime uğruyordu.
Artık bir gazeteyi, bir radyo istasyonunu, bir TV
kanalını, bir İnternet sitesini yönetmek bir dizi özel yetenek, bilgi, birikim
ve kapasite gerektiriyordu.
Batı’da bir süredir büyük medya organlarında CEO tabir
edilen en üst düzey yönetici artık gazeteciler değil. Sanayiden gelen, işletme
(MBA) ya da maliye kökenli, gazetecilikle özel bir bağlantısı olmayan insanlar
medya holdinglerinin başında.
Zaten yine Batı’da, Media Management denilen Medya
Yöneticiliği üniversitelerde master düzeyinde öğretiliyor.
Bizde matbuat ve basın dönemlerinde, gazetenin sahibi
aynı zamanda başyazar olan patron tarafından tek başına nispeten kolayca
yönetilebiliyordu. Bir muhasebeci, bir müessese müdürü işin altından
kalkabiliyordu.
Ben 1980 sonrasında kısa bir süre olsa da Hürriyet gazetesinde Nezih Demirkent’in son döneminde çalıştım. Demirkent’in adı künyede Genel Müdür olarak geçiyordu. Çünkü Nezih Bey, o koskoca Hürriyet’in her şeyi ile uğraşıyor, her şeyini yönetiyordu. Birinci sayfayı yapıyor, çayçıların izin tarihlerini planlıyor, işe yeni alınacak şoförlerin mülakatını yapıyor, Erzurum muhabirinin yeni doğan çocuğuna hediye gönderiyordu. Olağanüstü ve başarılı bir yöneticiydi Nezih Bey. Üstelik de iyi bir gazeteciydi. Kitapları kanıtıdır.
Türkiye, bu medya yöneticiliği dalında olağanüstü beceriksiz
ve başarısız olduğu için memleket aynı zamanda bir gazete mezarlığıdır. Sadece
1923’den bugüne gelen sürede, kaç gazete çıktı ve bunların ne kadarı halen
yayında sorusuna verilen yanıttan anlıyoruz ki, sürdürülebilirlik yani kalıcılık
Türk medyasının ana karakteri değil.
Gazetecilikte, gazeteciliği değil siyaseti ya da ticareti
kaptan kamarasına koyarsanız batacağınız kesindir. Ne zaman batacağınız
tartışma konusu olabilir ancak.
Biz bir Asil Nadir felaketi yaşadık. Herhalde milyonlarca
sterlinlik yatırım yapmıştı. Olmadı. Üstelik bu arada o sterlinleri gayrı meşru
yollarla kazandığı ortaya çıktı.
Reis’in kurduğu medya da siyaset daha doğrusu iktidar
temelli/amaçlı kurulduğu için
Haydi Abbas, vakit tamam;
Akşam diyordun işte oldu akşam.
Kur bakalım çilingir soframızı;
Dinsin artık bu kalp ağrısı.
Bir zamanların Amiral Gemisi Hürriyet’in
bugün içine düştüğü acıklı duruma bakın. Miço sandalı bile değil.
Tencere tavayla milyonluk satışla yıldızı parlayan Sabah entübe mi edilmiş?
1983 yılında Paris’te CFPJ Gazetecilik Okulunda iken ağırladığımız
Le Monde gazetesinin kurucusu Hubert
Beuve-Méry de, uluslararası alanda ideal gazete yöneticileri listesinde ilk 3’e
girer. O da ciddiyeti, titizliği, habercilik ve kamu çıkarı aşkıyla Le Monde’un
uzun yıllar bir ‘’Referans Gazetesi’’ olmasını sağlamıştı.
Bizde Genel Yayın Yönetmenlerinin çoğu Ankara büro
temsilciliğinden gelir. Ben buna ‘’Ankara’da devlet stajı’’ derim. Parlak
muhabir ya da parlak köşe yazarı, Ankara büro şefi/temsilcisi olarak atanınca,
devlet büyükleriyle tanışır ve onlardan vize almak durumundadır. Yani icazet…
Memleketin medyası genelde devlet medyası olduğu için o medyanın tepe
yöneticisinin de ya da adayının da devlet stajından geçmesi anormal
karşılanmamalı.
Oktay Akbal’ın deyişiyle ‘’Önce Ekmekler Bozuldu’’.
Doğru. Sonra da galiba medya bozuldu. Medya mülkiyetiyle oynayan AKP iktidarı,
doğru dürüst gazete bile okumamış insanları medya patronu yaptı. Bu arada kömür
mafyası mensuplarından devlet büyüklerinin bodyguard’lığını yapan şahıslara
kadar Babıâli’den hiç geçmemiş insanlar da gazete ve televizyon patronu
oluverdi.
Neo-liberal rejimle Türk-İslam salatası aynı döneme denk
gelince yeni ama yapay bir kurucu girişimcilikle, Erdoğangiller geçmişte ne
kadar olumlu yapı, kurum, edim, gelenek varsa neredeyse hepsini yıktı yerine de
onlardan daha modern, daha ileri bir şey koyamadı.
Bu sağcı, dinci, sömürgen, emek düşmanı, kadını yok sayan, saldırgan zihniyet ne yazık ki mevcut iktidarla sınırlı değil. 20 yılı aşkın bir süre içinde Reis, bütün toplumu büyük ölçüde kendine benzetmeyi başardı. Bakın etrafınıza, çeşitli boylarda, değişik kılıklarda, irili ufaklı Erdoğanlar görebilirsiniz kolayca.
Muhalif ya da solcu, Kürt veya Ermeni gibi kimlikleri
olanlar da ne yazık ki bu fırtınadan paylarını düşeni aldılar, alıyorlar.
Demokrasi talep edenlerin çoğunun bizzat kendileri demokrat değilse, başarılı
olmak mümkün mü?
Daha dar bir alanda, bizim medya dünyasında, ‘’Gazeteci
Milletinde’’ de bir yozlaşma, bir çürüme, bir Erdoğanlaşma görüyoruz. AKPli yandaş kalemler, ajitasyon, propaganda,
algı operasyonları yapıyor. E bizimkiler de hiç geri kalmıyor doğrusu. Çünkü
bizimkiler solcu, devrimci, Kürt ya da Ermeni olduğu için neyi nasıl yapsalar
her zaman haklı ve doğrular. Onlardan hesap sorulmaz. Yoksa hemen ajan, hain
filan ilan ederler sorgulayanı. Tanıdıklarım var. Akşam rakı sofrasında son
derece şeker adamlar, hoş kadınlar. Ama gündüz, mesaide gazetenin, radyonun, televizyonun,
İnternet sitesinin başında bir küçük Erdoğan ya da Madam Marcos kesiliveriyor
hemen. Tanıyamıyorsun 12 saat önce masadaki dostunu.
Sağcılıkla solculuk sadece siyasi bir tercih değil. İdeolojik bir sorun. Ahlaki bir yanı da var solculuğun. Solcu patron olmaz ama bir medyanın solcu yöneticisi, çalışma arkadaşlarının haklarını çiğnemez. En zor dönemde bile onlardan gizli kapaklı iş yapmaz. Şeffaftır her şeyi. Sorun çıktığında ortak çözüm arar. Doğruyu söyler. Kendi çıkarını ortak çıkarın üstünde görmez.
Medya kuruluşu, mahalle derneği gibi yönetilmez ya da
aile vakfı gibi de idare edilemez.
Hesap verilebilirlik önemli bir kavram. Bizde solda zayıf
bir gelenek bu. Adam gazeteyi batırmış, sanki hiçbir şey olmamış gibi gidip
başka bir gazetede hala yöneticilik yapıyor.
Kadın televizyonu iflasın eşiğine getirmiş, ‘’Bütçe yüzünden oldu, benim
kabahatim yok’’ diyor. Kimse de bu tiplerden hesap sormuyor. Hani solculukta
eleştiri/özeleştiri vardı?
Henüz gelenekseli, klasiği doğru dürüst beceremeden
alternatif yayıncılık yapıyorum diye sahneye çıkanlar var bir de. Şimdi
sevmeyiz etmeyiz filan ama 20 sene öncesinin Hürriyet’ini bilirim mesela, orada
kurallar vardı, işlerdi. Bizim yarı kırsal yarı cahil kökenli medya yöneticilerinde,
Hürriyet’in burjuva demokrasisinin dörtte biri bile namevcut.
Züğürt Ağa dara düşünce, köyü satmış. Köylülerle
birlikte… (SON/RD)
Yorumlar