Léo Ferré, Ece Ayhan’ın Fransız şarkıcı
amca oğludur. Bu aralar öbür tarafta zaman zaman bir araya gelip muhabbet
ediyorlar. Bu dünyayı ve kötülük toplumunu terk edeli on yıl olmuş ama dost-düşman, Ece Ayhan hakkında hâlâ yazar,
konuşur, tartışır. Simsiyah bir fonda kıpkızıl bir Ece Ayhan figürü var gönüllerde,
bilinçlerde. Tarih, müzik, sinema, etik, şiir, estetik, ölüm, yaşam derken…yıka
yıka bitirmek gerek bu sarışın evreni. Değil mi?
Bugünlerde Cehennet’in Ceh kısmına yakın köşesinde/sokağında, Ece
Ayhan’ın arada bir görüştüğü anardaşlarından biri de Léo Ferré olsa gerek. Çünkü sonuç olarak ikisi de
sanatçıdır, ikisi de Tanrı ve Allah’la
vakti zamanında bir güzel helalleşmişlerdir, ikisinin kafa ve gönlü kırmızı-siyahtır.
Léo Ferré, ‘Zor Zamanlar’ (Les Temps Difficiles) adlı şarkısının sonunda, benim tamamen
serbest çevirimle şöyle der:
Zor zamanlar zor
Verlaine binbir sıkıntı
içinde göçtü gitti
Rembrandt öldüğünde peşinde yüzbir alacaklı
Beethoven sefalet ve rezalet içinde öldü
Benim bildiğim bu, aman unutma sakın
Eğlendirmek gerek dünyevi insanlığı
Verlaine liselerde yaşıyor
Rembrandt müzelerde ayakta
Beethoven hayranlarının gönlünde
Ne yapar sanıyorsunuz Tanrı her Pazar
Müzikşinaslığı tuttuğunda
Ece Ayhan, aramızdan ayrılışının onuncu yılında, ne kıyak ki, hâlâ
dergilerde, kitaplarda, yazılarda, müziklerde, eş-dost sohbetlerinde. Her
şaire, her yazara, her etikçiye nasip olmaz böyle bir ilgi, sadakat, vefa ve
devam.
Kitapları 5-10 baskı yapmış bir yazardan, şairden söz etmiyoruz.
Enis Batur’un Yapı Kredi Yayınlarından ayrılmasından sonra eski kitaplarının bile
hiç biri yeni baskı yapmadı. Dolayısıyla genç okur kuşağının pek de adını
duymadığı bir yazar Ece Ayhan.
Ece Ayhan’ın zaman geçtikçe
kalıcılığının ortaya çıkması, değerinin artması, ününün yaygınlaşması herhalde
bir tek nedenle açıklanamaz. Recep Tayyip Erdoğan’dan (Kendisi herhalde bilmez
de cahil bir danışmanı yanlış bilse de ikide bir konuşma ve söyleşi metinlerine
sıkıştırır) Ertuğrul Özkök’e, bir takım İslamcı dergilerden iktidar yanlısı
liboş aydınlara kadar, bu ‘kötülük toplumunun’ çeşitli kalemleri,
mensup olmadıkları bir zihniyete sahip çıkıp, Ece Ayhan’dan alıntı
yapar.
Mesela, ‘Yalınayak Şiirdir’deki
‘Biz tüzüklerle
çarpışarak büyüdük kardeşim’ dizesi, son olarak
Hürriyet’den Kanat Atkaya ‘nın teşhir
ettiği üzere, Erdoğan gibi dindar, ahlâklı bir düzenperverin ağzına alabileceği bir dize değildir.
Erdoğan’ın ailesinde Sirkecili bir kadın yok. Bunu herhalde herkes biliyor. Keza babasının güllabici
odunlarla dövülmediğini de… Hadi, ilk dizeden sonra gelen öyküyü bilmiyorsunuz,
kabul diyelim, siz tüzüklerle çarpışarak büyümüş olsanız bile, ki o da
tartışılır, bugün tüzükleri yazan kişilerin en tepedeki sorumlususunuz. Bir
nevi tüzükçübaşı olmuşsunuz. Bugün milyonlarca insan sizin kaleme aldığınız
tüzüklerle çarpışarak büyüyor, haberiniz var mı? Boş bir zamanınızda, Ece
Ayhan’ın masa metaforunu inceleyin.
Léo Ferré de, bir şarkısında, De Gaulle’a hitaben ‘ Paşam tatile çıktığınızda/ Size Fransa Tarihini anlatacağım/
Belki de anlarsınız’ der.
Hakiki ve bağımsız üstelik de mutlaka biraz (Ne demek biraz? 250
gram mı?) anarşist sol da, Ece Ayhan’ı
ata, lider, bayrak edinmeden, heykelini dikmeden, şair ağabeylerine saygıyla
sarılır, onu sever, korur, anlatır, toprağa serpilen buğday tohumu gibi serper,
dağıtır. Eyvallah, mille merci…
Léo Ferré’nin Verlaine,
Rembrandt ve Beethoven için yazdıklarının bin mislini, Ece Ayhan hayatta iken
çekti. İlhan Berk’e, Akif Kurtuluş’a yazdığı mektuplarda ve son olarak Eren Barış’ın ‘Ece Ayhan Çağlar
Anlatıyor’ kitabında, Ece Ayhan’ın yaşamını binbir badire ile nasıl
atlattığını, atlatmaya çalıştığını, trajik bir şekilde okuduk. Bu yokluk,
yoksulluk ve yoksunluk, Yunus Emre’nin
tekkede çektiği gönüllü ve bilinçli
belki de esas olarak ilahi çilesine benzemez. Çetin Altan söyler, yazar hep. Mealen: ‘Benim Batı’daki yazar kardeşlerim benden yüz kat daha iyi
koşullarda yaşıyor. Orada toplum da devlet de yazara sahip çıkar. Burada
sansür, yasak ve cezaevi, olmazsa iki kurşun sıkarlar beynine’.
Gerçi Ayhan abi de, sağlık durumunun kötüye gittiği dönemlerde, sanrılar içinde telefona sarılır
dostlarından acil yardım isterdi.’Vuracaklar beni bunlar…Kürt Çiçeklerini
yazdım diye…Bir de Özgür Gündem’de köşem vardı ya…’.
Ama, hakiki okurda, ciddi insanda, yürekli kadın ve adamlarda,
akıllı hayvanlarda, acıma duygusunun
ötesinde, güçlüklere göğüs gerebilene karşı bir saygı, bir hürmet vardır ya,
takdir ederler böyle insanları. Bir başına ayaklanmıştır. Arkasında kimsesi
yoktur. Kimsesizdir hatta yersiz ve yurtsuzdur.(Hi Said!). Önüne gelene
postasını atar. Ata mata dinlemez.Babalardan sadece iskele babasını bilir. Ordu, devlet, polis, asker, cop, gaz, kaba
kuvvet iplemez. Başıbozuktur. Düzeltilemez, ehlileştirmek, iflah etmek, onarmak,
reforme etmek mümkün değildir. Hatta onunla fazla temas ederseniz, siz de yavaş
yavaş ona benzemeye başlarsınız.’Hakikaten yahu, bu devlet başımıza bela olmuş’
filan demeye başlarsınız ilk aşamada. Sonra Bakuninvâri fikirler yeşermeye başlar serebral saksınızda. Bu
dikbaşlılık, bu otorite tanımazlık, Allahsızlık ve iktidarsızlık özellikle Türkiye gibi bir memlekette pek
nadir bir şey olduğu için özgündür, güzeldir, ilgi çeker ama hiçbir zaman moda
olmaz, ayrıca kitleselleşmez yani popülaritesi neredeyse sıfırdır. Kara
koyundur, sürüden ayrılmıştır, bir sürü insanı da çaktırmadan korkutur.
- Dikkat ettin mi Ece Ayhan’ın bizzat kendisi, şiir ya da
düzyazılarında, ‘Babasını öldürmek’ dışında kendi babasından neredeyse ya
hiç sözetmez ya da çok az…Sence neden?
- Bence cevap sorunun içinde. Baba katili olmadan babasını
öldürmüşse neden söz etsin ki…İktidarın bir boyutu üstelik de bir açıdan
geçmiştir Baba ya da Baba figürü. Çocuk ise gelecek. Dikkat et ne kadar çok
çocuk imgesi ve çocuk vardır Ece’nin yazılarında.
- Bu bana başka bir şeyi hatırlattı.
- Neyi?
- Biri eski bir daha az eski iki Fransız şarkıcı. İkisi de anar. Brassens
ve Renaud. Brassens’in hiçbir şarkısında çocuk ya da çocuk sevgisi yok. Zaten
kendisinin de hiç çocuğu olmamış. Renaud’da ise, zaten iyi bir baba,
çocuklarına bir sürü şarkı yazmış, olağanüstü bir çocuk sevgisi var.
Ece Ayhan’ı özgün ve önemli kılan bir unsur/boyut da kuşkusuz bu
gelecek perspektifi. Esas olarak tarihe meraklı ama gelecek, her insanda, her
sanatçı da olduğu kadar, belki de daha fazla onda da merak ve ilgi konusu.
Şeyh olmadan
müride sahip olunmuyor, ya da lider
olmadan kitlen olmuyor ya, Ece Ayhan, Şeyh de olmadan, lider de olmadan, mürit ve gözü kapalı takipçisi
olmayan, bir okur kitlesi oluşturdu. Bu
kitlenin önemli bir özelliği de, herkesin kendi Ece Ayhan’ını tahayyül edip,
yaratması ama iktidar karşıtlığı, isyan, şiirin estetiği, tarihin çirkinliği ve
toplumun kötülüğü temellerinde/özünde oluşan bir tahayyül ve yaratı bu.
Ece Ayhan,
okudukça daha iyi anlıyor insan, aslında çokkatlı, çokamaçlı, çokmilliyetli, çokdinli,
çokcinsiyetli bir şair. Bu yelpaze genişliği kaçınılmaz olarak, meraklı okur
kitlesi içindeki her bireye, Ece Ayhan’da kendisinden bir şeyler bulmasına
yardımcı oluyor. Evet hem bir yandan biz, Ece Ayhan okuru olarak, her bir
dizede, her bir satırda, her bir veciz cümlede kendimizden bir şey bulur gibi
oluyoruz, onun için sevip sayıyoruz Ayhan abimizi. Aynı zamanda da Ece Ayhan
külliyatında okuduklarımızda, olmasını istediklerimiz var, bizim yazmak,
görmek, yaşamak istediklerimiz var, onun dünyasına girmek de istiyoruz.
Kısacası öykünüyoruz Ece Ayhan’a, Ece Ayhan figürlerine.
Ece Ayhan’ın,
mesela Nazım Hikmet ya da Hasan Hüseyin gibi yüksek sesle okunan şairlerden
biri olmaması da, okur ile Ayhan arasında daha içten, daha yakın, daha sessiz,
daha kişisel ama mutlaka daha derin bir ilişki kurulmasını sağlıyor.
Yazmakla
bitmeyecek herhalde ama okur, Ece Ayhan’da geçmiş-bugün-gelecek üçlemesinin
yanı sıra yerli-yabancı çelişmesini de okuyup çözebiliyorsa, ayrı bir
zenginlik. 1954’deki Üzünç Teyze, sakın Hrant’ın anneannesi olmasın? Rimbaud
sevgisinin altında sanki biraz da Pir Sultan Abdal mı yatar ?
Bu sorulara en iyi yanıtları herhalde tarihçi Cemal Kafadar verir ki, kendisi yakın bir zamanda Jimmy Hendrix ile Kaygusuz
Abdal arasındaki alakayı keşfetmiştir!
Ece Ayhan’ın
künyesinde, edebiyat, tarih, estetik, etik,
müzik, sinema, kara mizah ve kısaca her cins karalık, şiir bilgisi ve
belki de en önemlisi, özellikle bugün için en önemlisi, muhalefet ve isyan
olmasa, Yalova köyünde toprağa dönüşünden on yıl sonra hâlâ bu kadar konuşulur,
tartışılır mıydı?
Bu yazı, Duvar dergisinin Eylül-Ekim 2012 tarihli 4. sayısında yayınlandı.
Yorumlar