Ana içeriğe atla

Haksızlığın gümbürtüsü

Balyoz davası sadece hukukî açıdan değil siyasî-ideolojik açıdan da tam bir skandal. Hukuk siyasallaşıp iktidar aracı haline geldiğinde, adaletin meşruluğu sorgulanıyor ve gerçek suçlu ile masumlar birbirine karışıyor. Dahası toplum bölünüyor, karşılıklı nefret bileniyor. Herkes kaybediyor.
Mahkemenin kararını içeride bekleyen sanıklarla avukatlar, kapıda bekleyen eşler, çocuklar, dostlar ve medyadan haber almak isteyen herhalde milyonlarca kişi… Karar açıklandığında, kimse duymadı ve görmedi ama, müthiş bir gümbürtü koptu aslında. Bilinç ve yürekler infilak etti. Hani gece kâbusta bağırsanız, birinden yardım isteseniz belki de ölümden kurtulacaksınız, ama sesiniz çıkmıyor, bağırıyorsunuz, ama çıt yok. El-kol hareketleri nafile. Saçınızı başınızı da yolsanız, kardeşiniz zaten sağır “eloğlu” ise çok uzaklarda.
Pennsylvania Mescidinin üç kalemi, iktidar yanlısı iki dolmakalem “Darbeci misin?” ya da “Sen Ergenekon’u mu savunuyorsun?”  diyecek diye çekinmenin, korkmanın âlemi yok. Ben hukuku savunuyorum. Darbecileri yargılıyoruz, mahkûm ediyoruz kisvesi altında hak, hukuk, adalet  berhava ediliyorsa, darbeye en büyük hizmettir bu. Onlarca yıl her türlü muhalefeti, “Komünist” diye bastırdılar da ne oldu? Balyoz davası ve ilk karar, hukuku, adaleti, kamu vicdanını açıkça iğfal etti. Yok efendim, aslında büyükbaşlar suçluymuş da ötekiler bu paşaların kurbanı olmuş, gerekçesi de ikna edici değil. Hukukun olmadığı yerde kimin gerçekten suçlu kimin masum olduğu belli olmuyor ki… Mesele sıradan bir usûl sorunu da değil. Savunmanın talep ettiği tanıkların dinlenmemesi, mahkemenin suç delili olarak kabul ettiği belge ve CD’lerin büyük bir kısmının sahte ya da sonradan üretilmiş olması, avukatların son 5 aydır duruşmalara girmemesi tabii ki kabul edilir olgular değil. Ama hukuk tekniği, yargılama yöntemi işin sadece sonucu. Balyoz davasında, siyasî iktidar ya da onun sorunlu müştemilatı, kendi medya organlarında ilk baştan zaten ilan ettiler: Darbeciler yargılanacak ve mahkûm olacak! Burada esas olarak siyasî-ideolojik bir sorun var: Darbelere, darbeciliğe, darbecilere karşı nasıl mücadele edilmeli? Yasalara, hukuk kurallarına ve usûllerine uygun bir şekilde, tüm darbe mağdurlarının somut katılımı ve desteğiyle, demokrasi ve özgürlük için, hem darbeci zihniyeti hem de darbenin gerçek sorumlularını kitle önünde somut, ikna edici, sağlam gerekçelerle teşhir etmek gerekirdi. Kamu vicdanını yaralamamak için meşruiyet çok önemli idi. Darbeye ve darbecilere karşı, genel olarak vesayet, özel olarak da askerî vesayet rejiminin temellerine, mantığına, sistematiğine ve nihayet uygulamalarına, özgürlükçü ve demokratik bir şekilde, kamu yararı adına karşı çıkmak gerekiyordu.
Oysa ki bunların hiçbiri yapılmadı. Siyasallaştığı yolunda çok fazla emare olan Özel Yetkili Ağır Ceza  Mahkemesi, intikamcı bir anlayışla, darbe mantığını değil, darbecileri neredeyse bireysel olarak yargıladı ve mahkûm etti. Sözümona gelecekteki olası darbe heveslilerine de ibretlik bir ders verdi. Halbuki, Murat Belge bile, karardan az önceki söyleşisinde “Bu kafayla giderlerse darbe olur” uyarısında bulundu.
Yargıç, suçluluk telaşı içinde, mahkemenin hiçbir etki altında kalmadığını söylerken gereksiz bir ayrıntı da veriyor. Hüküm kurulurken cep telefonu bile yanında değilmiş. Ne kadar ikna edici bir teknolojik/iletişimsel gerekçe değil mi? Yargıç ideoloji ile cep telefonunu birbirine karıştırıyor. Yargıç mahkeme kararı ile hukuku aynı şey sanıyor.
Balyoz kararı, müsebbibi kim ise, bu cenahın, kendisine düşman yaratmakta ne kadar mahir olduğunu da gösterdi. Adalet, hak, hukuk beklenen bir mecra, adaletsizlik, haksızlık ve hukuksuzluk yarattı. Özkök, Aytaç, Erdoğan ve Gülen ile Özel Yetkili Mahkemeler hakkında kaç bin kişi daha menfi düşünmeye başladı?
Önce Yargıtay, ardından Anayasa Mahkemesi böyle bir ortamda hukukçulara ya da mağdurlara umut verebilir mi? Başbakan Erdoğan da mahkemenin gerekçeli kararını beklediğini söyledikten sonra, Yargıtay kararının adil olmasını temenni/arzu etti. İlk mahkeme kararının adil olmadığı anlamında mı acaba?
Yargıtay’dan hukuka uygun bir karar çıkma ihtimali bile bence yine siyasî müdahale ile söz konusu.
Ece Ayhan “Türkiye’de hukukçu yok, avukat var” derdi, adaletsizliği, hukuksuzluğu  teşhir etmek için. Sonuç olarak, avukatlık/savunmanlık kuşkusuz önemli, hatta tayin edici bir makamdır/meslektir, ama avukat taraftır, teraziyi tutan kör kadın değildir. Balyoz’da anlaşılan o ki, yargıçlar da avukat gibi davranmış.
Tarihçiler Türkiye’de Tanzimat’tan bu yana iki çizgi arasında müthiş bir iktidar kapışması olduğunu yazar. Sağ/sol, batıcı/doğucu, liberal/muhafazakâr, DP/CHP, merkeziyetçiler/ademi merkeziyetçiler, laikler/dinciler… Bu kamplaşmaların kavgaları anlatılır. Gerçi ben Cemal Kafadar’dan öğrendim, bu kapışma/çelişki/mücadele hatta savaş, aslında I.Osman’ın tahta geçerken amcası Rükneddin’i öldürmesiyle başlamış. Baktığımız zaman bu kapışmalara, çoğunlukla iki tarafın da doğrudan, açık, siyasî-ideolojik mücadele ve kitleyi kendi saflarına çekmeye yönelik halkçı yöntemlerden çok, belden aşağı metodlarla sürdürdüğünü görüyoruz. Polis, asker, mahkeme sık kullanılan bir araç. Darbe de revaçta bir manivela olarak görünüyor. Makyavel’in sütannesi Türk müydü acaba?
Balyoz’un tek sivil sanığı idi. Benim Galatasaray Lisesinden sınıf arkadaşım Faruk Ağa Yarman. Nam-ı diğer Yarmanştayn! Liberal, demokrat, özel olarak siyasetle ilgilenmeyen bir bilimadamı. Havelsan’ın Genel Müdürü idi. Çok başarılı bir eğitim hayatından sonra Türkiye’nin en önemli nükleer enerji uzmanlarından biri olmuştu. Müthiş gırgır, hayat dolu bir adam. “Hükümeti cebren ve şiddetle yıkmaya çalışmaktan” yargılandı ve 16 yıl hapis yedi. Faruk’u bir kez tanımış olan hiç kimse buna inanamaz. Zaten sonradan üretilmiş sahte belgelerle mahkûm olduğu yolunda çook fazla işaret var. Sınıf arkadaşlarımızın tümü şokta… Avukat arkadaşlarımızın dışında, Silivri’ye doğru dürüst ziyarete bile izin vermediler birinci derece akrabası olmadığımız için.
Böyle bir ortamda, daha yakinen ilgilendiğim bir alanda, medya konusunda, birtakım sorulara yanıt bulur gibiyim: Yılmaz Özdil neden bu kadar çok okurun onayını alır? Sözcü, Yurt, Aydınlık gibi gazeteler neden tirajlarını artırır? Balbay, Özkan nasıl da kahraman mağdur haline gelir? Vatan Yahut Silivri diye kitaplar yayınlanır?
Abdullah Öcalan 90’lı yıllardaki bir söyleşisinde itiraf etmişti: “Benim en büyük müttefiğim T.C.’dir. Hele Diyarbakır cezaevi…”
www.birdirbir.org  sitesinde Mavi Daktilo yazısı.

Yorumlar

Esra Birol dedi ki…
çOK KAYDA DEĞER BİR YAZI TEBRİK EDERİM KEYİF ALDIM...

Bu blogdaki popüler yayınlar

Cumhuriyet gazetesi de Türkiye Cumhuriyeti gibidir:

  Kadim iktidar sahibi ama Cumhursuz ve bağnaz!   * Atatürk’ün emriyle kurulan Cumhuriyet gazetesi 100 yaşına bastı. Mustafa Kemal Atatürk ve T.C için olduğu gibi Cumhuriyet gazetesi için de şimdiye kadar elle tutulur, ciddi, çok yönlü, eleştirel perspektifli akademik ya da mesleki bir yayın yapılamadı. Ragıp Duran Cumhuriyet gazetesi hakkında şimdiye kadar yayınlanmış çeşitli yayınların çoğunu okudum. Büyük bir kısmı tek yanlı bir Kemalizm güzellemesi şeklinde kaleme alınmış. Kuşkusuz 100 yıllık tarihinde bu gazetenin gerçekleştirdiği sınırlı sayıda da olsa olumlu siyasi ve medyatik etkinlikler yok değil. Mesela Yaşar Kemal’in Anadolu röportajları. Ya da CUMOK’un ilk baştaki girişimleri. Okay Gönensin’in taslağını hazırladığı Vakıf yapısı. Celal Başlangıç’ın Kürt bölgesi haberleri… Cumhuriyet gazetesi herhangi bir günlük gazete değil. Adı, tarihi, mülkiyeti, yapısı, yayın politikası büyük ölçüde Mustafa Kemal Atatürk ve Cumhuriyet rejimi (1923-2002)   ile neredeyse özdeş. Gaze

Midilli’den İzlenimler: Ada değil Memleket…

  * Kitap tanıtım toplantısı bahanesiyle Türkiye’den gelen kırk yıllık arkadaşlarımla şahane 5 gün yaşadım Midilli’de. Eski ve yeni fotograf kareleri… Ragıp Duran Midilli, Ege’de Türkiye’nin hemen yanı başında kocaman bir ada. İzmir, Ayvalık ya da Dikili’den motorla en fazla 1 saatte ulaşıyorsun.   Benim Yunanca kitabımın tanıtım toplantısı için Midilli’de göçmenlerle çalışan Birarada Derneğinin davetlisi olarak adaya vardık. Yayıncım Yorgo Giannopoulos, ben ve Yiğit Bener, ‘’Selanik Sürgünü’’ kitabının Midilli’deki tanıtım toplantısında 23 Mayıs 2024 Ben 15-20 sene önce, birisi Türkiye-Yunanistan Defne Dostluk Derneği ile ikincisi mektepten arkadaşlarımla gezmeye Midilli’ye gitmiştim. Öyle turistik bir Yunan adası değil. Dağları tepeleri, yeşil vadileri olan güzel bir kara parçası. Son zamanlarda Türkiye’den günde 4-5 motorla yüzlerce turist geliyor. Ada halkı özellikle de esnaf memnun. Çünkü, ‘ ’Türkiye’den gelenler bize (Yunanlılara) çok benziyor. Alman, İngiliz ya da Fran

Ümit Kurt - Kanun ve Nizam Dairesinde / SOYKIRIM TEKNOKRATSIZ OLMUYOR!

  *Kurt’un son çalışması, bir çok yeni gerçeği belgeleriyle su yüzüne çıkarıyor. M.R.Mimaroğlu örneği,   sadece 1915’i değil günümüzü de açıklıyor.   Ragıp Duran   Tarih kitaplarının amatör bir okuru olarak, bizim kuşak, Kürt Meselesini İsmail Beşikçi’nin, Ermeni Meselesini de Taner Akçam’ın çalışmalarından öğrendi.   1915 Ermeni Soykırımı Araştırmalarının öncüsü olan Akçam’ın açtığı yolda ilerleyen tarihçi Kurt, bir önceki kitabında soykırımın Antep somutunda hem mikro analizini yapmış hem de yerel eşrafın (Aktörlerin) konum ve katkısını incelemişti.   Son çalışması olan ‘’Kanun ve Nizam Dairesinde’’ (Aras, 2023, Istanbul, 255 s.) ise, orta hatta üst düzey bürokrat Mustafa Reşat Mimaroğlu’nun (1878-1953) mesleki ve siyasi yaşamını irdelerken, 1915’in bürokrasi boyutunu sergiliyor. Kurt’un kitabını okurken altını çizdiğim bir kaç özellik var: * Akademik çalışmalarının bir bölümünü Kudüs’de gerçekleştirdiği için Kurt, 1915 ile Holokost   arasındaki benzerlik ve farklılıkla