Ana içeriğe atla

TÜRKİYE’DEN ZİNCİRLİ MEDYA MANZARALARI

2019 yılında Atina'da yayınlanan kitaptan bir makale.

* Egemen medya, eski alışkanlığını sürdürerek, Erdoğan ve AKP’nin, yani

devletin/iktidarın 24 saat reklam ve propagandasını yapıyor. İktidarın

önemli ama tayin edici olmayan ideolojik bir aygıtı oldu medya. Türk

medyası bir günde bu hale düşmedi. Geçmişi çok parlak sayılmazdı ama

bu kadar da kötü değildi.

RAGIP DURAN (*)

Fransız Le Monde gazetesinin kurucusu Hubert Beuve-Méry, ‘’Her ülke layık olduğu gazeteyi çıkarır’’der. Doğrudur. Der Spiegel’i ancak Almanya yayınlar, Libération’u da Fransa. CNN tipik bir Amerikanürünüdür, BBC de pek İngilizdir.

‘’Önce Vatan’’, ‘’Fanatik’’, ‘’AMK’’ ise Türkiye’de yayınlanan üç gazetenin adı.

Diğer gazetelerin isimlerine baktığımızda da Türkiye’de nelerin eksik olduğunu anlayabiliriz: Hürriyet, Cumhuriyet, Doğru Haber, Yeni Söz, Güneş, Yeni Şafak, Vatan, Karar, Aydınlık, Evrensel, Yeni Yaşam…80 öncesinde bir de ‘’Demokrat’’ adlı bir gazete çıkardı.

O ZAMAN BU ZAMAN, ORASI BURASI

Zamanda ve mekanda kıyaslama bize ilginç ipuçları veriyor. Mesela Batı’da ilk gazeteleri ticaret

burjuvazisi çıkarttığı için, o ilk gazetelerin içeriği bugünkü Ticaret Odası bültenlerine benzer. O

gazetelerin yayın politikası da haliyle yükselen yeni sınıf olan burjuvazinin görüşlerini yansıtırdı.

Bugün Türkiye’de bir-iki ciddi gazete hariç, diğer gazeteleri olduğu gibi İngilizce ya da Fransızcaya

çevirip bunları İngiliz ya da Fransız gazetecilere hatta okurlara gösterseniz, o insanlar ellerindeki şeyin

gazete olduğuna inanamaz. Çünkü bugün Türkiye’de kelimenin anlamını hak eden bir gazete yok.

Gazetemsi, gazete gibi bültenler var. Kağıda, mürekkebe çok yazık! Boşa giden zamana ve emeğe de

günah…

Bugünkü durum yeni bir oluşum değil: 1832’de gün yüzüne çıkan Türk matbuatının doğum yeri

Padişah’ın Sarayı idi. II. Mahmut döneminde, Padişah açık açık belirtmişti. Kullarını Saray ve icraatı

hakkında bilgilendirmek amacıyla gazete çıkarma kararı almıştı kendisi. İlk gazete Saray’da, Saray için,

Saray tarafından çıkarıldığına göre, haliyle, ilk gazetenin çalışanları da Saray’ın maaşlı memurlarıydı.

Dolayısıyla bizim mesleki atalarımız devlet memurları idi, maaşlarını Hazine’den alırlardı ve Saray’ın

görüş ve çıkarlarını yazıp çizer ve savunurdu.


Aradan geçen 186 yıl içinde çok şey değişmedi. Bugünkü Türk medyası hala Saray’ın görüş ve

çıkarlarını savunuyor. Belki iki küçük fark var: Saray artık Istanbul’da değil, Ankara’da. İktidarın

medyasında çalışanlar resmen devlet memuru değil. Ama zihniyetleri hala tam olarak memur

zihniyeti. Amiri söylüyor, memur yazıyor!

Oysa ki gazetecilik mesleğini icra etmek için olmazsa olmaz bir koşul, özgürlük ve bağımsızlık. Canlı

varlıklar için hava, su ne ise, gazeteci için de özgürlük ve bağımsızlık aynı şey. Gazetecilik ayrıca doğal

olarak, yapısal olarak, misyon olarak muhalif bir meslek. Çünkü siyasetin, ekonominin, toplumun,

kamu hizmetlerinin… vs… dört dörtlük işlediği, şahane bir şekilde çalıştığı bir ortamda gazeteciye

ihtiyaç yok. Böyle bir memlekette gazeteci neyi araştıracak, neyi yazacak, hangi olumsuzluğu, hangi

yolsuzluğu ortaya çıkaracak ki? Belki de işte bu nedenle gazetecilere ‘’Felaket Tüccarı’’ der kimileri.

Gazetecinin işi, olumsuzluğun başladığı/olduğu yerde başlar. Yanlış anlaşılmasın, gazeteci sadece

olumsuzluklardan beslenen bir meslek erbabı değil. Çünkü gazetecinin, olumsuzluğu saptayıp

sergiledikten sonra, olumlunun yolunu yordamını da göstermesi gerekir.

Bugün doğru dürüst gazetecilik yapmaya çalışanlar, ya ‘’Cumhurbaşkanına Hakaret’’ ya da ‘’Terör

Örgüt Propagandası’’ suçlamasıyla tutuklanıp yargılanıyor ve mahkum ediliyor. Türkiye halen

dünyanın en büyük gazeteci hapishanesi.150’den fazla meslekdaşımız içeride. En az 200 gazeteci

şimdilik dışarıda, ama yazıları nedeniyle yargılanıyor ve hakimlerin vereceği mahkumiyet kararını

bekliyor. Olağanüstü Hal kararnameleri nedeniyle kapatılan televizyon, radyo, gazete, dergi ve

yayınevleri nedeniyle de binlerce gazeteci/yazar işsiz.

PATRON, GAZETECİ VE OKUR

Türk medyasında işveren ya da gazeteci olarak görev almış kişilerin kronolojik olarak kıyaslanması da

bize mevcut medyanın durumu hakkında ilginç hatta şaşırtıcı bilgiler verebilir. Mesela 1923’de

Cumhuriyet’in kuruluşundan sonra bizzat kendileri de gazeteci ve başyazar olan Yunus Nadi, Ahmet

Emin Yalman, Zekeriya Sertel gibi siyasi görüşleri ne olursa olsun eğitimli, kültürlü patronlar vardı

medya mahallesinde. Bugünkü gazete patronları ise gazetecilik, eğitim, kültür, edebiyat gibi

alanlardan son derece uzak mecralarda, enerji holdingi sahibi, tüpgaz şirketi yöneticisi hatta tek

özelliği Erdoğan’ın korumalığını yapmış insanlar.

Keza muhabir, yazar düzeyi de son 100 yıl içinde olağanüstü bir şekilde erozyona uğradı Türk

basınında. Nazım Hikmet’ten Yaşar Kemal’e kadar Türk edebiyatının parlak kalemleri bir dönem

hayatlarını kazanmak için gazetelerde çalışmışlardı. Bugün gazetelerde görev yapanların büyük bir

çoğunluğu, kurallara uygun bir şekilde Türkçe yazmaktan bile aciz insanlar. Aslında yandaş medyada

kalem sallamak için bilgiye, eğitime, kültüre de zaten pek ihtiyaç yok. Biraz okuma yazma biliyorsanız,

kişiliğiniz yok ise, güce tapıyorsanız kolayca köşe yazarı da olabilirsiniz, artık varlığı/işlevi yok olan

muhabir de olursunuz.

Medyanın ilk iki sacayağı işveren ve gazeteciler ise üçüncü sacayağı olan okur kesiminde de önemli bir

değişimi gözlemek gerekir. Yakın Türkiye tarihinin sadece siyasi değil toplumsal ve kültürel yaşamının

da kırılma noktalarından biri olan 1980 askeri darbesine kadar, okur ile gazetesi arasında var olan

sadakat ilişkisi artık neredeyse tamamen koptu. Eskiden her yurttaş, siyasi-ideolojik meşrebine göre

bir gazete seçer, onu, bilhassa köşe yazarlarını yani kamuoyu oluşturucularını sevgi ve saygıyla izlerdi.

Gazeteler, o zaman bugüne oranla daha ciddi idiler ve daha çok bir fikir kurumuna benzerlerdi. Ticari

yanı tali idi. Otomobil yedek parça tüccarlarının medyaya patron olarak girmesiyle, gazetecilik mesleği

o zanaatkâr niteliğini yitirdi ve artık bir sanayi haline geldi. Dolayısıyla arz/talep mekanizması

gazetecilikte de etkili olmaya başladı. Gazeteler artık bilgi, fikir veren, boş zamanları hoşça geçirecek

bir araç olmaktan çıktı, ticari faaliyet başat hale geldi. Kupon verip kültürle ilişkisini tam olarak

kesmediğini göstermek için ansiklopedi dağıtmaya başladı. Bu kupon işi o kadar yaygınlaştı ve yozlaştı

ki, 100 kupon biriktiren okurlara, büyük ikramiye olarak küçük bir uçak öneren piyangoya katılma

şansı verildi. Dahası… yine çekiliş sonucu öyle pek de matah sayılmayan kimi sahne sanatçısı

kadınlarla bir akşam yemeği öneren kuponlar bile basıldı.


ASKERİ DARBE BASINI DA YOZLAŞTIRDI

Gazete artık haber, bilgi, fikir dağıtmıyordu. Kupon öneriyordu. Yozlaşmanın başlangıcı…

12 Eylül 1980 dönemi, siyasetin yasaklandığı, kitapların silahların yanında suç aleti gibi sergilendiği dönemdi. Gazeteler siyaset yasaklanınca işi magazine vurdu. Özel hayatlar çiğnendi, 3. sınıf sahne sanatçılarının iç çamaşırlarının sergilendiği kataloglara döndü bol renkli gazeteler.

İlginçtir, Türk basınında vakti zamanında nispeten güçlü olan sendikalaşma da, işte bu kupon

döneminde gerilemeye sonra da sahneden büyük ölçüde çekilmeye başladı.

Sadece eğitim düzeyi düşük yurttaşlarda değil, Türk toplumunda genel olarak DNA’lara işlemiş bir

devletperverlik var ki, matbuat-basın-medya dönemlerinde bu kimlik, bu hususiyet, bu hassasiyet çok

belirgin bir şekilde birinci sayfalara, manşetlere yansıya gelmiştir. Devletin sahibi belki bugün

değişmiştir ama bu devlet sevgisi değişmemiştir. Türk medyası doğduğundan beri devlet/ iktidar

yanlısıdır. Bakın bugünkü hükümet yanlısı gazetelere, varsa yoksa Erdoğan! Kocaman portrelerini

koyarlar birinci sayfaya. Manşetlerde hep onun bir sözü vardır. Tırnak içine bile almazlar. Çünkü

O’nun söylediği, devletin sözüdür. Devlet dediğim iktidar, devlet dediğim güç!

Bu aşırı devletçi yaklaşım nedeniyle bazı konular partilerüstü hatta siyaset üstüdür. Mesela Türk

Silahlı Kuvvetlerinin bütçesi hakkında hiç kimse bir tek eleştirel satır yazamaz. Keza yakın zamana

kadar dış politika da, askeriyenin tekelinde dokunulmaz bir alandı. Türk diplomasisini eleştirmeye

kalkan ya vatan haini olurdu ya da casus! Atatürk, Kürt Meselesi, Ermeni Soykırımı gibi bazı konular

da tabu idi ve bu alanlarda sadece bir tek görüş savunulurdu medyada: Devletin resmi görüşü!

Devlet ya da iktidar yanlılığı aslında Türkiye’ye has bir durum değil. Medya bütün dünyada giderek

egemenlerin, iktidarların sesi soluğu haline geliyor. Ülkeden ülkeye değişiyor medyanın gerçek

patronu. Bazen ekonomik iktidar, bazen askeri iktidar, bazen siyasi iktidar çoğu zaman da ideolojik

iktidar günümüzün yeni medya patronları.

PATRON DEĞİŞİYOR ZİHNİYET DEĞİŞMİYOR

Türkiye’deki medya mülkiyet yapısını izlemek ve anlamak için sık ve yoğun gözlemler gerekiyor.

ABD’de Pentagone Papers skandalını ortaya çıkaran Washington Post gazetesinin o zamanki (Haziran

1971) genç ve acar muhabiri, bizim Maraş asıllı Ben Bagdikian, bilahare önemli bir medya eleştirmeni oldu ve ülkesindeki medya sahipliği yapısını ve değişimlerini incelediği ‘’Media Monopoly’’ başlıklı bir kitap yayınladı. Bu kitap 1983 ila 2004 arasında tam 20 yeni/güncellenmiş baskı yaptı. Çünkü ABD’de finans kapital ve büyük askeri sanayi ve iletişim holdingleri, irili ufaklı medya kuruluşlarını birer birer satın alarak ya da şirket evlilikleri sayesinde medya tekeli oluşturuyordu.

Benzeri bir gelişme Türkiye’de de yaşandı. AKP’nin iktidara geldiği 2002 yılından bu yana Türk Medya

Manzarası çok büyük ölçüde değişti. Siyasi iktidarın medya mülkiyetine el koyması her ne kadar

Turgut Özal döneminde(1983-93) başlamışsa da, Erdoğan rejimi, başta yakın akrabaları ve iktidar

yanlısı inşaat şirketlerinin patronları hatta bizzat kendi koruması olmak üzere yakın çevresini medya

patronu yaptı. İletişim akademisyenleri Dr. Esra Arsan ve Dr. Ceren Sözeri’nin ne yazık ki her geçen

gün eskiyen çalışmalarında bu korkunç değişimi görmek mümkün. Erdoğan aslında Türkiye’nin en

büyük medya patronu.

Eskiden, Türk medyası esas olarak üç kolondan oluşuyordu: Popüler büyük medya, iktidar yanlısı

gazeteler, küçük/orta çaplı bağımsız/muhalif medya organları. Erdoğan rejimi bu üçlü yapıyı tamamen

yıkarak, bugün medyanın belki de %95’ini doğrudan ya da dolaylı olarak denetim altına aldı, kadim

popüler medya da Saray’ın kontrolüne girdi, geriye azınlık konumunda bağımsız ve muhalif olmaya

çalışan medya adacıkları kaldı.

Türk medyası, asli ve esas görevi olan yurttaşı bilgilendirme misyonunu aslında çok önceden zaten

terketmişti. Erdoğan ile birlikte bu medya artık tamamen iktidarın ideolojik ve siyasi bir

ajitasyon/propaganda aracı haline geldi.

Haziran 2018 sonunda Türk egemen medyasında en çok ilgi çeken iki konu, iktidar ortağı aşırı-sağcı

MHP’nin seçim sonrası teşekkür ilanı ve bir Mafya liderinin cezaevinden yayınladığı açıklama oldu.

MHP, sözkonusu ilan metninde, isim vererek bir grup gazeteciyi tehdit ediyordu. Mafya lideri de yine

açıkça isimler sayarak bazı gazetecilerin ‘’cezalandırılmasını’’ talep etti. Bu iki yayın da savcılar

tarafından ciddiye alınmadı!

DIŞ GÖRÜNÜM CENNET HALBUKİ İÇERİSİ CEHENNEM

Türkiye’yi hiç tanımayan ama Türkçe bilen ve mesela Arjantinli bir yurttaş, yandaş gazeteleri okusa,

Türkiye’nin şahane bir ülke olduğunu sanır. Çünkü iktidar medyasına inanacak olursak, Türk

ekonomisi şahane bir şekilde gelişmekte, ülkede çok iyi bir demokratik ortam sürmekte, muhalefet

diye bir yapı bulunmamaktadır. Tabi böylesine sağlam ve güçlü bir ülkeye karşı başta ABD ve Batı

ülkeleri olmak üzere bütün dünya diş bilemekte, Türkiye’nin kalkınmasını, yıldızının parlamasını

önlemek için elinden gelen saldırı ve komploları gerçekleştirmektedir. Bu amaçlarına ulaşmak için de

ülke içindeki bölücü, terörist, Ermeni, Yahudi, komünist, anarşist, ateist, Batı yanlısı vatan haini kişi ve

kesimleri kullanmaktadır.

Türk egemen medyasının yayın politikası ve ideolojik hattı aslında İslami görünümlü neo-liberal bir

hattır. Neo-liberalizmin önemli özelliklerinden biri ‘’Tek Düşünce’’ olduğuna göre, Erdoğan’ın da sık

sık slogan olarak dile getirdiği ulus-devletin parolası olan, ‘’Tek Millet/Tek Devlet/Tek Bayrak/Tek Dil’’ aslında bizatihi kendisi için biçtiği ‘’Tek Adam’’ rejiminin süslenmiş bir reklam mottosundan başka bir şey değildir. Anadolu gibi zengin bir coğrafyada, ‘’Tek Millet’’ ya da ‘’Tek Dil’’ gibi bir yaklaşımıntoplumsal ve siyasal hiçbir karşılığı ne dün ne de bugün hayat bulabilmiştir.

İşte zaten bu nedenle de aslında büyük israfa yol açan yandaş medya organlarının, gazete, radyo,

televizyon ya da İnternet sitesi olsun, her gün aynı yavan yalanı yayınlama zorunda kalması trajiktir.

Türk basınında öyle günler yaşadık ki, 15 kadar günlük gazete, aynı manşetle ve aynı içerikle çıktı.

Manşet, Erdoğan’ın sarfettiği bir cümle idi, içerik de konuşmasının tam metninin iktibası idi.


Yine de çelişkili bir durumu hatırlatmanın yararı var: Türkiye’de bugün yandaş gazetecilik yapmak

sanıldığı kadar kolay bir görev değil. Evet, tamam, iktidar ya da Erdoğan ne söylerse harfiyen onu

tekrar edeceksiniz, onu yayınlayacaksınız, değil mi? Ne var ki, Erdoğan, hem sığ siyasi ve kültürel

bilgisi hem de oportünist hatta yalancı karakteri ile aslında kendi içinde öyle çok da sağlam ve tutarlı

bir lider değil. Bir gün söylediğinin tam tersini ertesi gün söyleyebilir. İki gün önce yaptığı açıklamayı

şiddetli bir şekilde tekzip edebilir. Ediyor da zaten… Dolayısıyla Erdoğan’ın söylediklerini kopya eden

yandaş kalemler her an ofsayda düşebilir. Ya da öndeki arabayı çok hızlı bir şekilde takip eden şoför

gibi şarampole devrilebilir. Öndeki araca küt diye çarpmazsa şanslı sayılmalı!

Erdoğan zigzaglar izleyince, esnek ve yumuşak olan, yani şahsiyetsiz kalemler de aynı şekilde

davranmak zorunda kalıyor. Erdoğan’ın nutuk, söyleşi, demeç arşivine baktığımızda her konuda her

çeşit görüş ve tutum bulmak mümkün. Istanbul’un eski Belediye Başkanı, sonra Başbakan, son olarak

da Cumhurbaşkanı olarak kentsel dönüşüm adı altında kenti beton mezarlığına çeviren Erdoğan, bir

sabah kalkıp birden bire dünyanın en çevreci, en yeşilsever, en ağaç hayranı lideri pozuna

bürünmüşlüğü vardır. Ya da Suriye Devlet Başkanı Esad ile bir aralar ailece görüşen, kendisine

kardeşim diye hitap eden Erdoğan, birden bire Esad’ı terörist, katil ilan etti. Kürt meselesinde de

mesela 2005’de ya da Barış/Çözüm Süreci adı verilen dönemde demokrat sayılabilecek açıklamalar

yapmış olan Erdoğan, Süreç’e son verdikten sonra Kürt meselesine en milliyetçi en saldırgan

yöntemle yaklaşan siyasetçi oldu.

ARŞİVİMİZ KARMA KARIŞIK VE ÇELİŞKİ DOLUDUR

Tüm bu tutarsızlıklar yandaş medya tarafından kayda geçirildi. Bir gazetenin, radyo, televizyon ya da

İnternet sitesinin niteliğini tayin eden önemli kimlik kartlarından biri de herhalde arşividir. Türk

medyasının arşivi çelişkiler hazinesidir. Üstelik ufak tefek nüanslar filan da değildir bu çelişkiler. Ak

kimi zaman kara kimi zaman mor olarak kayıtlara girmiştir bu arşivlerde. Sonuç olarak Erdoğan’ın ya

da onu izleyip aktaran Türk egemen medyasının ne menem bir medya olduğu kolay bir şekilde

anlaşılamaz.

SANAL, HAKİKATE KARŞI

İletişim çağında yaşadığımız söyleniyor, yazılıp çiziliyor her gün. Oysa ki gerçek duruma baktığımızda kitleye iletim çağında yaşıyoruz. Egemenlerin siyaset ve ideolojisi çeşitli medya araçlarıyla 24 saat boyunca, haber, yorum, afiş, pankart, reklam ya da TV dizileri ile zihinlerimize nakşediliyor.

Erdoğan rejimi, medya mülkiyeti aracılığıyla sanal iktidarı eline geçirip tüm toplumu kendi istediği gibi şekillendirmenin peşinde. Kendi medyatik gerçeğini kuruyor ve bu gerçeği hakiki gerçekmiş, yani

toplumsal-siyasal gerçek, sokağın gerçeği imiş gibi empoze etmeye çalışıyor. Yalan ve din unsurunun

yanısıra medya, Erdoğan rejiminin önemli silahlarından biri. Ne var ki 24 Haziran seçimleri bile,

sonuçlar yapılan hileler nedeniyle gerçeği yansıtmamasına rağmen, yandaş medyanın gücünü ya da

güçsüzlüğünü gösterdi. Kamu medyası adı verilen resmi medyanın yüzde yüzünü tam olarak

yönlendirmesine, özel sektör medyasının da en az yüzde 90’ına hakim olmasına rağmen, Erdoğan

seçimlerde, resmi rakamlara göre ancak yüzde 52 oranında oy kazandı. Partisi AKP ise, son seçimlere

göre en az 7 puan kaybederek yüzde 42.5’da kaldı. Halbuki son seçimden bu yana iktidar çok sayıda

radyo, televizyon ve günlük gazetenin sahibi olan Türkiye’nin en büyük medya grubu Doğan Holdingi

de yandaş medya havuzuna dahil etmişti.


‘’Fazla vergi, vergiyi öldürür’’ diye bir deyiş var ya, ‘’Fazla medya, medyayı öldürdü’’ diyebiliriz. Çünkü

Erdoğan’ın medyası, toplumsal/siyasal/ekonomik gerçeği eğmeden bükmeden abartmadan

yansıtacağı yerde, tek yanlı bir şekilde 24 saat Erdoğan ve AKP reklamı/propagandası yapınca bırakın

sıradan yurttaşı, AKP seçmenini bile bezdirdi. 24 Haziran öncesi yapılan reyting ölçümlerinde,

Erdoğan’ın birkaç yandaş TV kanalı ile ortaklaşa yayınladıkları özel Cumhurbaşkanı söyleşileri,

sıralamada dizi tekrarlarının bile altına düşerek 23 numaraya gerilemişti. Ekranda Erdoğan’ı gören TV

izleyicisi zapping yapıyordu artık. 5-10 kanal atladıktan sonra nihayet Erdoğansız bir kanal

bulabiliyordu. Ve söz konusu kanal her halükarda Erdoğan’dan daha kötü olmadığı için onu izliyordu.

Medya sonuç olarak siyasette önemlidir ama tayin edici değildir. Medya toplumda, siyasette

lokomotif olamaz, olmamıştır da hiçbir zaman. Medya olsa olsa vagon olur. Lokomotif raydan çıkınca

vagon da yoluna devam edemez haliyle.

Medya, tayin edici bir güç olsaydı, Pravda’sı, İzvestia’sı ve TASS haber ajansı ile dünyanın en sıkı ve en

denetimci medyasına sahip olan SSCB yıkılmazdı. Medya tayin edici olsaydı, 2002’de AKP seçimleri

kazanamazdı. Keza medya tayin edici olsaydı, ABD’de son Başkanlık seçimlerini Trump değil Clinton

kazanırdı.

Önümüzdeki dönemde, Türkiye’de, medya konusuyla ilgilenenler, (Bağımsız gazeteciler, iletişim

akademisyenleri, medya okur-yazarlık düzeyi yüksek okurlar… vb… ) kuşkusuz bağımsız ve özgür

medyayı geliştirmek, yaygınlaştırmak için çabalarını sürdürecek. Bu alan, kaçınılmaz olarak siyasi

muhalefetin güç kazanması, meşrulaşması ve yaygınlaşması ile doğrudan ilişkili. (SON/RD)

(*) Ragıp Duran (1954, Istanbul), Galatasaray Lisesi, Aix-Marseille Hukuk fakültesinden sonra Paris’te CFPJ, Boston Harvard’da Nieman Gazetecilik okullarında eğitim gördü. Aydınlık, Hürriyet, Nokta, Cumhuriyet’in yanısıra BBC, AFP ve Libération’da çalıştı. Medya eleştirisi alanında yayınlanmış 3 kitabı var. Halen www.artigerçek.com ve www.artitv.tv’de çalışıyor, www.tvxs.gr (Atina), Eneken’de (Selanik).yazıyor. iletişim: ragip137@hotmail.com

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Apo 1999/Öcalan 2025

* Soleimani ve Şocai, Öcalan’ın ‘’Demokratik Konfederalizm’’ ve ‘’Türkiyelileşme’’ tezlerini, PKK liderinin 1999 öncesi ve sonrası açıklama, demeç ve kitaplarına dayanarak eleştiriyor. Sonuçta sahneye çok farklı bir Öcalan portresi çıkıyor. Ragıp Duran İran Kürdistan’ı yani Rojhilatlı iki akademisyen Kamal Soleimani ve Behruz Şocai ’nin ‘’Kürtlerin Devletsizlik Paradoksu - Öcalan’ın Konfederalizm ve Türkiyelileşme Stratejileri’’ başlıklı 247 sayfalık ve 2025 tarihli kitabı Palgrave Macmillan(Springer) tarafından yayınlandı. Kitabın Türkçe çevirisi de DOZ yayınlarınca Temmuz 2025’de Türkiyeli okura sunuldu. Bu akademik çalışmanın özü, PKK lideri Abdullah Öcalan’ın Misak-ı Milli, Ulus-Devlet, Türk-Kürt ilişkileri, KCK, sosyo-politik bir araç olan Kürtçe konularında İmralı öncesi ve İmralı sonrası yayınladığı kitap, demeç ve açıklamalarının kıyaslanması. İki akademisyen, Öcalan’ın bu temel konularda son 26 yılda büyük değişimler gerçekleştirdiğini ayrıntılı alıntılarla kanı...

Kanlı hayalet aslında 104 yıldır tepemizde

* Talat Paşa’nın şahsından çok temsil ettiği ideoloji ve paradigma T.C açısından bugün hala hayati bir öneme sahip. Talat Paşa sadece İttihat Terakki ve 1915 ile organik olarak bağlantılı değil. O bugünkü T.C nebulasının belleği, kalbi ve beyni. Ragıp Duran Güncellikte sürekli olarak çıkmaza girince, ne geçmişi anlayabilir insan ne de geleceği tasarlayabilir. Osmanlı’dan T.C’ye geçiş çok sorunlu, çok zor ve çok kanlı. 102 yıl bir toplum için çok uzun bir süre değil. Ama yeni kurulan Kemalist rejim inatla ve ısrarla, bir asır boyunca iktidarın siyasi/ideolojik/kültürel/pedagojik aygıtlarını kullanarak geçmişi bağımsız, özgür ve nesnel bir şekilde değerlendirmedi. Kendi çıkarlarına uygun devletçi, milliyetçi hatta ırkçı bir ‘’hikaye’’ üretip yaygınlaştırdı. Geçiş sürecinin (1908-1923 ve sonrası) tüm olumsuzluklarını ya gizledi ya da tahrif etti. Ermeni Soykırımı, Kürt Sorunu ve Pontos Rum Konusu bu olumsuzlukların en bariz olanları. Kemalist ideoloji, iktidarının meşruiyetini sağlama...

Volkan Vural’ın Anıları: Tozpembe Gözlüklü Olağan Bir Büyükelçi

* Büyükelçi Volkan Vural anılarında, çocukluk, ilk gençlik, tahsil hayatı ile Seul, Moskova, Tahran, New York, AB Genel Sekreterliği görevlerinde bulunduğu yılları yazmış. Diğer meslektaşları gibi üstün başarılarını, diplomatik zaferlerini anlatıyor. Neyse ki iki perçem itiraz ve eleştiri de var yazdıklarında. Ragıp DURAN Volkan Vural’ın Doğan Kitap’tan çıkan, 2. baskısı 2025 Temmuz ayından yapılmış 429 sayfalık ‘’Olağanüstü ve Tam Yetkili Bir Büyükelçinin Belleğinde Kalanlar’’ başlıklı kitabını okudum. Aslında kitabın henüz ortalarına gelmeden içimden bir ses ‘’Sen bu kitabı okumuştun!’’ dedi. Yoo emindim, ilk defa okuyordum. Biraz yoklayınca belleğimi anladım: Son dönemde okuduğum sefirlerin anı kitapları, birçok bölümde, aynı tornadan çıkmışçasına birbirine çok benziyor. Hepsi çok çalışkan, çok idealist, usta diplomatların yanında yetişiyorlar, atandıkları yabancı başkentlerde hemen onur ve gururla   ‘’Yüce Devletimizi’’   temsil ederken fevkalade önemli işlere imza ...