Tarih, Siyaset, Edebiyat farklı alanlar…
* Hasan Aktaş’ın ‘’Osmanlı
Engizisyonunda Meçhul Bir Mütefekkir/NADAJLI SARI ABDURRAHMAN/Şiirin Tarihteki
Tarihin Şiirdeki Gizli Yüzü’’ başlıklı kitabı ilginç, önemli bir eser. Bir
çok olumlu yanı var, bir çok da olumsuz…
Ragıp Duran
Siyasal İslamcı neo-liberal iktidarın gemi azıya aldığı
bir dönemde, bir yandan ciddi bir muhalefet kaynağı arayışı bir yandan da
tarihe yönelik merak nedeniyle, geçmişteki olumlu kahramanlara yöneliyoruz.
Türk Dili ve Edebiyatı alanında doktoralı yazar, 1960
doğumlu Hasan Aktaş, Nadajlı Sarı Abdurrahman’ı tanımamız için etraflı ve derin
sayılabilecek bir araştırma yapmış.
Kitabı 2021 Ağustos ayında yayınlayan Yort Savul
Akademisindeki CV’sine göre bugüne kadar 52 kitap ve yüzlerce makale ve
inceleme yayınlamış olan yazar, ‘’iyi derecede Farsça’’, ‘’orta derecede Arapça
ve Fransızca’’ bildiğini yazıyor.
Nadajlı Sarı Abdurrahman (Bundan sonra NSA) hakkındaki
ilk kayıt, 1642 yılında tamamlanmış olan Katip
Çelebi’nin Fezleke başlıklı
eserinde bulunuyor. 1702 yılında tamamlanmış olan Naima Tarihi’nde de NSA’dan söz edilmiş. NSA’nın adı daha sonra
birkaç Osmanlı belgesinde daha kısaca geçiyor. Cumhuriyet döneminde Adnan Adıvar’ın 1939 yılında Paris’te
yayınlanan ‘’Osmanlı Türklerinde İlim’’ başlıklı çalışmasında da, eski
belgelerdeki bilgiler tekrar edilerek NSA’dan söz edilmiş. Sayılan tüm bu
referanslarda NSA hakkında birinci kaynak bilgi yani NSA’nın kaleminden çıkmış
bir tek satır bile yok. Bugün hala elimizde NSA hakkındaki tek ciddi, resmi
belge ‘’Nadazlı Menkıbesidür’’
başlıklı bir mektup. Sözkonusu metin, NSA’yı yargılayıp idama mahkum eden Rumeli
Beylerbeyi Hocazade Esad Efendinin dönemin Padişahı 3.Mehmet’in Sadrazamı Tırnakçı
Hasan Paşa’ya konu hakkında bilgi verdiği yazı. Yani maktul hakkında, onun
tarafından kaleme alınmış somut hiçbir belge yok, elimizdeki tek belge de
katilin kaleme aldığı mektup. Aktaş da, haklı olarak kitabına üst başlık olarak
‘’Meçhul Bir Mütefekkir’’ ibaresini koymuş.
Çağımızda, NSA’nın yeniden sahneye çıkması, Ece Ayhan’ın ‘’Şiirin Bir Altın Çağı’’(YPK Yayınları, 1993) başlıklı
kitabında yayınlanan bir deneme ile yine Ayhan'ın ünlü ‘’Mektup Nadajlıdır Dom!’’ başlıklı şiiri (‘’Bütün
Yort Savul’lar’’ YPK, 1994) sayesinde gerçekleşiyor.
Aktaş’ın kitabının en kıymetli, en yararlı katkısı,
Ayhan’dan sonra NSA’yı konu edinmiş, çok sayıda genç şair ve öykücünün
eserlerini bulup onları derlemesi ve yorumlaması. Dergilerde, sağda solda, adı
sanı pek bilinmeyen yayınlarda yer almış olan bu alıntılar NSA’nın çağdaş popülerliğini
gösteriyor.
Aktaş, belli ki velut bir yazar ama anlaşılan hızlı
yazıyor, her yazdığını ciddi ve derin bir şekilde gözden geçirmiyor. Aktaş’ın,
Osmanlı ve Türkiye edebiyatını en az kendisi kadar bilen, dolayısıyla eksiklik
ve hatalarını uyarıp düzelten bir editörü de yok gibi.
Toplam 190 sayfalık kitapta 32 satırın altını çizmişim.
Bir kısmı takıldığım yerler, bazıları da hoşuma giden bölümler. Hepsini
dökmeyeceğim.
Bütün çalışmayı zedeleyen bir nokta var: Bugün elimizde
NSA’nın kaleminden çıkmış tek bir satır yok. Yaklaşık 4.5 asır sonra yazılmış
iki metinde kitaplarının yakıldığı öne sürülüyor (s.162). Ayrıca ‘’mutlaka
yayınlanmış birkaç risalesi olmalıydı’’ deniyor (s.49). Bu bilgi ya da iddiaların
kaynağı, belgesi de namevcut. Buna rağmen başta Aktaş, NSA hakkında öykü ya da
şiir yazmış herkes mütefekkiri göklere çıkarıyor. Büyük alim, bilgin gibi
sıfatlar kullanıyor. NSA hiç kuşku yok ki sıkı bir muhalif. Görüşlerinden milim
taviz vermeyen, eğilmeyen bükülmeyen, iktidara karşı dimdik ayakta duran, ölümü
göze almış, idam riskinden korkmayan bir direnişçi. Ama son dönemlerde
yayınlanmış olan Aktaş’ın derlemesi dahil, piyasadaki yayınlarda NSA hakkında
yeni bir bilgi henüz yok. Aktaş bu durumu şöyle itiraf ediyor: ‘’NSA ve onun
görüşleri hakkında elimizde somut bir belge ve bilgi yoktur’’ (s.49). Ayrıca, NSA’nın ‘’yaşamı konusunda ne yazık ki
yeterli bilgiye sahip değiliz, fikirlerini de ayrıntılı bir şekilde biliyor
sayılmayız’’ (s.181). Kitabın neredeyse tümü yorum, kanaat ve ihtimaller
üzerine kurulmuş.
Aktaş, belli ki dindar bir yazar, dindar bir akademisyen.
Hiç kimsenin herhangi bir kişinin dindarlığına yönelik en küçük bir itirazı
olmaması gerekir. Ne var ki yazarın, NSA’nın mahkemedeki ifadelerini son derece
sınırlı bir şekilde aktaran (Ayrıca tahrif etmeden aktardığından da emin
değiliz), üstelik katline karar veren iktidar sahibinin kaleme aldığı
mektuptaki sözlerini ille de ve sık sık ‘’NSA, öyle iddia edildiği gibi ateist
değildi’’ şeklindeki fikri çok sağlam görünmüyor. NSA’nın mahkemede kalkıp da herhalde
‘’Allah yoktur. Ben ateistim. Siz Allah’ın adını kullanıp iktidarınızı
sürdürmek isteyen sahtekârlarsınız’’
diyecek hali yoktu. Ayrıca görüşlerini neredeyse hiç bilmediğimiz bir
mütefekkirin ateist olup olmadığına nasıl karar verebiliriz? Aktaş diyor ki ‘’NSA’yı eğrisiyle doğrusuyla
bize anlatacak bir sivil tarih yoktur’’(s.92).
Aktaş, devlet ve iktidar konulu kitabında zengin
kaynakçasına rağmen, Gramsci, Althusser ve Bourdieu ve tabi onların fikir
babalarıyla pek teması olmadığı için, NSA/Osmanlı egemenleri çelişkisini daha
çok iyiler/kötüler zıtlığı içinde ele alıyor. Bazen de bilginler/cahiller
çelişkisinden söz ediyor. Hatta araya kişisel bir husumeti de sokuyor. Onun da
bir emaresi, belgesi yok.
Kitabın 101. sayfasında başlayan Metin Tahlilleri
bölümüne kadar çok fazla tekrar var. Oysa ki NSA meraklısı okur, bir metni bir
kere okuyunca anlayan insanlar olsa gerek.
Aktaş’ta, doğru ve haklı bir Osmanlı iktidar karşıtlığı
var. Ama çoğu zaman bu genel bir Osmanlı karşıtlığı şeklinde buluyor ifadesini.
Mesela, ‘’Osmanlı, Ece Ayhan’ın gözünde ideolojik olarak sarıdır’’ (s.119).
Oysa ki Ayhan, Osmanlıyı değil Osmanlı
egemenlerini ve iktidar yanlısı tarihçileri sarı olarak niteler. Önemli bir
fark.
Yaratıcılık adına olsa gerek, Aktaş, ne Türkçede ne de
Fransızcada varolan kelimeler icat etmiş.(Ayıp olmasın diye ‘uydurmuş’
demiyorum). Özgün olacağım derken okumayı güçleştiren kelime ve ibareler
bunlar. Mesela ‘’empozetör’’, İngilizcesi
mevcut ‘’dramatikal’’ (s.89), ‘’pejoratif bilgiler’’ (s.99), ‘’gramerciyan
esnafı’’ (s.116), ‘’metamorfozik’’ (s.119), ‘’imajik’’(s.125), ‘’stabilize
insanlar’’ (s.176).
Yazarın yaldızlı bir cümlesine rastladım. Pek bir şey
anlamadım: ‘’Fikirlerinizin bedelini hayatınızla ödemiş iseniz, sizin hikayeniz
de en dadaist yahut en natürmort cinsinden yazılacaktır’’.(s.150). Kıytırık politikacılar taşra mitinglerinde
seçmenleri aldatmak için ilaç isimleri filan söyler ya, öyle bir şey galiba…
Yazar bir yerde ‘’Rus Kızıl Ordu’sunun Avrupa’ya doğru uzun
yürüyüşü’’nden (s.156) söz ediyor. Uzun Yürüyüş’ün başında Mao vardı diye
hatırlıyorum. Cafer Yıldırım’dan alıntılanan şiirde ise sadece ‘’kızıl ordunun
uzun yürüyüşünden’’ bahsediliyor.
Aktaş’ta elmalarla armutları aynı sepete koyma yaklaşımı
var çoğu zaman. Akademik ünvanı olan bir yazar, daha seçici, daha titiz bir
sınıflandırma yapmalıydı. Osmanlı iktidarının farklı neden ve gerekçelerle
katlettiği her şahsiyeti aynı torbaya koymamak gerek. Evet ilke olarak idam
cezasına karşıyız. Ama Menderes’le Deniz Gezmiş’i aynı cümlede anmak şart
değil. Hele o ‘’hatta Mahir Çayan’’ ne
demek oluyor? (s.184)
NSA ile Nilgün Marmara’yı aynı şekilde anmak da doğru
değil. Nilgün değil, Marmara herhalde iyi bir şairdi ama ne muhalifti ne de
zulüm görmüştü. (s.175).
Aktaş renkler ve renklerin simgesel anlamı konusunda da
farklı görüşler savunuyor. Ece Ayhan’ın ‘’kara’’sından söz ederken ‘’haksızlığa
karşı mücadele eden halkı simgeler’’ diyor. Destek olarak da S.B.Bayıldıran’ın
‘’kara budun yani cahil halk’’ kinayesini ekliyor. Oysa ki Ece Ayhan’ın karası,
evrensel düzeyde kabul görmüş ve hala kullanılan Anarşizmin kara’sı.
Aktaş’a göre ‘’Mor, faşizmin rengidir…’’ (s.177). Mor
Gömlekliler değil mi? İsteyen herkes her rengi kendine göre tanımlarsa sorun
çıkar.
Neden ve gerekçelerini açmasa da veciz, doğru ve güzel
saptamaları da var yazarın. ‘’Devlet, tabiatı gereği kötülük üreten bir
aygıttır’’ (s.26) mesela. Ya da ‘’Yani bizim tarihimiz aslında cinayetler
üzerine kuruludur’’.(s.126).
Aktaş, ‘’devletin diktatoryasından’’ söz ettiği bir
bölümde, aslında bugün hala geçerli olan bir başka gerçeği de şöyle tespit
etmiş: ‘’Vakanüvizm, tarihi, düzleyerek okumaktır. Yani hakim ideolojinin
maaşlı vak’a yazarları, önceden devletin sadakat testinden geçerler’’ (s.63).
Aktaş’ın uslubunda çoğu zaman, aslında tartışmalı konular
olsa da, son derece kesin hükümler veren kipler (yapılmıştır, edilmiştir)
kullanılıyor.
Nihayet, tarihle edebiyat arasındaki ilişkiler meselesi
de sorunlu. Tarih, bilgiye-belgeye ve onların okunmasına bağlı bir disiplin.
Edebiyatta ise böyle bir şart yok. Tarih olmayan yerde, egemenlerin tarihi
gizlediği/bozduğu/sildiği an ve alanlarda, bu boşluğu edebiyat dolduramaz,
doldurmamalı.
Bizim kuşak, 33
Kurşun hadisesini ilk defa Ahmed Arif’ten, Struma Faciasını da yine ilk defa Ece
Ayhan’dan öğrenmişti. Kurtuluş Savaşının iktidarca gizlenen yanlarını da önce Kemal
Tahir’in romanlarında okuduk. Neyse ki bu şiirlerden ve romanlardan sonra
tarihçiler ve araştırmacılar bu olaylar hakkında incelemeler yayınladılar.
Yazar, kimi bölümlerde, eski Türkçe alıntıları günümüz
Türkçesiyle veriyor ama vermediği çok sayıda alıntı da var.
Kitapta çok sayıda olmasa da baskı hataları var. Bazı
sayfalarda metnin üzerine görseller basılmış, okumayı zorlaştırıyor.
Her şeye rağmen Aktaş, NSA’yı yeniden gündeme getirdiği için hayırlı ve yararlı bir iş yapmış. Bundan sonra, araştırmacılar müderris NSA’nın risale, yazı ya da sözlerini araştırıp ortaya çıkarabilirse, ona daha iyi sahip çıkabilmek için elimizde sağlam argümanlar olacak. (SON/RD).
Yorumlar