* Bugünkü siyasi, toplumsal ve kültürel şiddeti anlamak için özellikle Osmanlı’dan Cumhuriyet’e geçiş dönemindeki tohumlara bakmak lazım. Olaylar ve kahramanlar, Kieser’in anlatımıyla, bize bu oluşum hikâyesini sunuyor.
Ragıp Duran
Osmanlı’nın son dönemi ve Cumhuriyet’in ilk yılları
konularında zengin araştırmalarıyla tanınan H-L Kieser’in 2024’de Tauris
yayınlarından çıkan 287 sayfalık çalışmasının alt başlığı ‘’Osmanlı
İmparatorluğunun Sonunda Ortaya Çıkan Yeni Toplumsal Sözleşmeler’’.
İsviçreli tarihçi, bu son incelemesinde, daha önce
yayınladığı en az üç kitabının içeriğinin (Talat Paşa, Demokrasi Öldüğünde ve
Osmanlıların Sonu,1915 Soykırımı ve Türk Milliyetçiliğinin Politikaları), bu
kez aşırı-milliyetçi şiddet ve azınlıkların tasfiyesi perspektifiyle yeni bir
sentezini sunuyor.
Türk boylarının Orta Asya’dan Batı’ya doğru talan ve
yağmayla kaymasından (Komünistlikten yıllarca hapis yatıp, sürgünde ölen bir
şair, bu durumu romantik ve zoolojik bir benzetmeyle, ‘’Dört nala gelip uzak Asya’dan/ Akdeniz’e bir kısrak başı gibi uzanan’’ dizeleriyle betimlemişti) sonra, Viyana kapılarına kadar ancak sınırlı
süreli geçerli bir gidiş-dönüş bileti alabilmiş Mehteran takımı, yarımadaya
yerleşmişti. Sultanlık döneminde, 23 Ocak 1913 tarihinde gerçekleşen Bâb-ı Âli
baskını adı verilen kanlı darbenin ardından Talat Paşa önderliğinde ilk Tek
Parti rejimi kurulmuştu ya… Gerçi daha 1870’lerin sonunda Abdülhamit doğuda
Ermenileri tasfiye etmeye zaten başlamıştı.1909’da Adana’da Ermeni katliamı. Ve
1910’dan itibaren Ege’de Rumlar anavatanlarından kovuluyordu. Nihayet 1915’de
Ermeni Soykırımı, 1919-23’de de Pontos katliamları kayıtlara geçti. Kieser, son
kitabı dahil, bütün çalışmalarında bu süreçleri titiz bir şekilde inceliyor,
tahlil ediyor. İmparatorluk çok dinli, çok dilli, çok milliyetli, çok etnili
yapısını yavaş yavaş yitiriyordu. Sadece Sünni
Müslüman Türklerin egemenliğini tesis etmeye başladı siyasi iktidarlar. Soykırım,
tehcir, zorunlu göç, gayri-müslimlerin ve Türk olmayanların mülkünü gasp ve
demografik mühendislik araçlarıyla, kanun ve nizam sopalarıyla tek tip bir
toplum kurmaya çalıştı dünün İttihatçıları (ITC). Bugünkü halefleri de bu
stratejiyi uygulamaya devam ediyor.
Bu tekçi şiddet ideolojisinin kaynaklarını merak
etmiştim. Acaba şiddet ve tekçi ideoloji baştan beri Türk boyları egemenlerinin
kütüğünde mi yazılı idi? Yoksa Osmanlı Beyliğinin İmparatorluğa evrildiği fetih
süreçlerinde mi bu şiddet ve tekçilik alamet-i farika haline gelmişti? Belki de başka kaynaklar, nedenler vardı. Danıştığım,
tavsiye talep ettiğim akademisyen ve tarihçi arkadaşlarım iki kitap önermişti: S.Divitçioğlu’nun
‘Kök Türkler’i ve Ü.Hassan’ın ‘Eski Türk Toplumu Üzerine İncelemeler’i. İki
kitapta da aradığımı bulamadım. Osmanlı’dan Cumhuriyet’e geçerken, bir başka
deyişle Talat Paşa’dan Mustafa Kemal Paşa’ya pasajda, çokrenkli/çoksesli İmparatorluğun
toplumu nasıl oluyor da, Müslüman Sünni Türk potasında tekçiliğe
dönüşebiliyordu? Millet-i Sadıka olarak anılan Ermeniler neden resmi ve kanlı
şiddetin hedefi haline geliyordu? Türk ve Müslüman olmayanları tasfiye etme
amacının altında yatan nedenler neydi? Bu nedenlerin tarihi ve altyapısı nelerdi?
Soykırım çalışmalarından bütün bu şiddet süreçlerinde mülk transferinin rolünü
biliyoruz. Ama bir tek neden her şeyi açıklamaya yetmiyor.
Kieser’in Türkiye’de şiddetin oluşumunu irdelediği son
kitabında benim sorularıma ayrıntılı yanıtlar bulamadım. Zaten kitabın esas amacı
da bu değil. Yine de yakın tarihten birçok ipucu var sorularımı
yanıtlayabilecek.
Kieser her zaman olduğu gibi bu çalışmasında da merceğe
aldığı konuyu deşerken, zaman ve mekân boyutlarını yine çok iyi
değerlendiriyor. Üstelik hoca, yerel olayı da mutlaka bölgesel ve uluslararası konumu
içinde kıyaslamalarla, karşılıklı etkileşimlerle ele alıyor.
Özellikle Lozan Konferansını, resmi ideolojinin tamamen
karşısında yorumladığı kitabında yaptığı gibi, her ciddi ve bağımsız tarihçide
ilke olarak bulunması gereken eleştirel bakışını, incelediği konunun tüm
aktörleri üzerinde uyguluyor.
20. yüzyılın ilk başlarında Türkiye’de şiddet olgusunu (Devletin resmi şiddeti burada söz konusu
olan) anlamaya çalışırken iki unsur ön plana çıkıyor: Olaylar ve kahramanları.
Kieser, sırasıyla, Talat Paşa ve arkadaşlarının zaten
tükenmekte hatta batmakta olan İmparatorluğun 1. Dünya Savaşına girmesini, 1915
Ermeni Soykırımını, Lozan Konferansında Türk heyetinin egemenlikçi ve aşırı
milliyetçi hatta ırkçı tutumunu ve çok daha sonra 1937-38’de gerçekleşen Dersim
Tertelesini şiddet zincirinin birbirine bağlı halkaları olarak etüd ediyor.
Kahramanlara gelince, Kieser’in önceki çalışmalarında da
sahneye çıkan aktörleri bir kez daha izliyoruz: Ziya Gökalp, Rıza Nur, Mahmut
Esat Bozkurt.
Maliyeci Cavid de, İttihatçı ama liberal vesikalığıyla ve
Kieser’in tanımıyla ‘’Yurtsever Cavid Bey’’ bu kitapta da hak ettiği yeri
alıyor.
Sahneye yeni çıkan 4 yabancı aktör var: Parvus az çok
bilinen ama siyasi zigzagları nedeniyle oldukça tartışmalı bir kişilik. Protestan
din adamı Lepsius, İstanbul’daki Almanya Büyükelçisi Wangenheim ve Almanya’da
Merkez Katolik Partisi milletvekili ve Maliye Bakanlığı yapmış Erzberger. Bu dört şahsiyet aracılığıyla dönemin Almanya’sının
Osmanlı’nın son dönemine nasıl baktığını öğreniyoruz.
Kieser’in anlatımından şiddet sarmalının ilk somut adımının
1915’de atıldığını anlıyoruz. Bu da durup dururken çalışmaya başlayan bir mekanizma
değil elbette. Dahiliye Vekaletinde İskan ve Muhacirin Dairesinde daha 1909’da haritalar
ve nüfus kayıtları üzerinden 1915'in planlaması ve hazırlıkları yapılmış. Kuşkusuz
1912 Balkan yenilgisi, tıpkı 1. Dünya Savaşındaki yenilginin Hitler faşizminin
en önemli kışkırtıcısı olması gibi, İTC’nin şiddete dayalı tekçi ideolojisinin
temel gerekçesi.
Kieser ele aldığı tüm olumsuzlukları değerlendirirken,
okurun meseleyi daha iyi kavraması için, mutlaka olumlu uygulamaları da, bazen
mecburen teorik olarak, yeri geldiğinde de uygulamalardan somut örneklerle
gösteriyor.
Bu bağlamda belki de bütün kitabı en iyi özetleyen cümle,
çalışmanın ilk alt başlığının başlığı: ‘’Demokrasiye karşı Soykırım?’’. (SON/RD)
Yorumlar