Ana içeriğe atla

Cumhuriyet gazetesi de Türkiye Cumhuriyeti gibidir:

 Kadim iktidar sahibi ama Cumhursuz ve bağnaz!

 

* Atatürk’ün emriyle kurulan Cumhuriyet gazetesi 100 yaşına bastı. Mustafa Kemal Atatürk ve T.C için olduğu gibi Cumhuriyet gazetesi için de şimdiye kadar elle tutulur, ciddi, çok yönlü, eleştirel perspektifli akademik ya da mesleki bir yayın yapılamadı.

Ragıp Duran

Cumhuriyet gazetesi hakkında şimdiye kadar yayınlanmış çeşitli yayınların çoğunu okudum. Büyük bir kısmı tek yanlı bir Kemalizm güzellemesi şeklinde kaleme alınmış. Kuşkusuz 100 yıllık tarihinde bu gazetenin gerçekleştirdiği sınırlı sayıda da olsa olumlu siyasi ve medyatik etkinlikler yok değil. Mesela Yaşar Kemal’in Anadolu röportajları. Ya da CUMOK’un ilk baştaki girişimleri. Okay Gönensin’in taslağını hazırladığı Vakıf yapısı. Celal Başlangıç’ın Kürt bölgesi haberleri…

Cumhuriyet gazetesi herhangi bir günlük gazete değil. Adı, tarihi, mülkiyeti, yapısı, yayın politikası büyük ölçüde Mustafa Kemal Atatürk ve Cumhuriyet rejimi (1923-2002)  ile neredeyse özdeş. Gazeteyi, Atatürk ve Cumhuriyet’in ilk 79 yılından bağımsız bir şekilde ele almak, incelemek, anlamak mümkün değil.














Talat Paşa taraftarı Yunus Nadi’nin bilahare Atatürk’ün özel kalem müdürü gibi davranarak yaptığı gazetecilik aslında resmi, hadi tam adıyla yazalım yarı-resmi iktidar sözcülüğüydü. Evet, gazete Cumhuriyet fikriyatını yaygınlaştırmak amacıyla tepeden gelen talep ve emirle kurulmuştu. Ama nasıl bir Cumhuriyet fikriyatı? 1920’lerden neredeyse 70’lere kadar son derece elitist, azınlıkçı anlamında elitist, bir yayın çizgisine sahipti. Ermeni terzinin konağına el koyup, İttihat Terakki’den kalma binayı merkez edinmek, ilk matbaa makinelerinin maliyetinin nasıl sağlandığı konusundaki müphem bilgiler, aslında bu iktidar elitizmiyle bağdaşıyor.



 









Cumhuriyet’in yayın tarihinde, samimi Kemalistlerin bile değinmeye cesaret edemedikleri karanlık sayfalar mevcut: Nadir Nadi’nin Viyana’dan yazdığı Hitler övgüleri, okurları Nazım Hikmet’in fotografına tükürmeye davet eden haber… 2. Dünya savaşı sırasında Nazilerden aldığı öne sürülen maddi manevi destek… Cumhuriyet’in Sertellerin Tan  gazetesi ile girdiği polemikteki tutumu… Tek parti savunuculuğu… Bu konular hakkında Cumhuriyet henüz kendisiyle, kendi geçmişiyle dürüst bir şekilde yüzleşebilmiş, hesaplaşabilmiş değil. Bu olumsuzlukları susmakla geçiştirmek mümkün mü?

 











Benim izleyebildiğim kadarıyla bugün dünyada, yayın politikasının özünü,  86 yıl önce vefat etmiş bir devlet adamına temellendiren bir yayın organı yok.

 











Cumhuriyet’in temel bağnazlığı işte geçmişle olan bu tutkusundan  kaynaklanıyor.








Mustafa Kemal Atatürk, Cumhuriyet gazetesi için bir Tanrı. Dokunulamaz, eleştirilemez. Dokunanı, eleştireni neredeyse linç eden bir yaklaşım sahibi. Oysa ki gazetecilik düşünce, ifade ve basın özgürlüğü var oldukça icra edilebilecek bir meslek. Gazetecilikte tabu yoktur, ilke vardır.

Devletin kurucusu olsa da herhangi bir şahsiyete yönelik dogmatik sadakat, belki dinler için geçerli ve anlamlı olabilir ama gazetecilik gibi hem kamusal hem de demokratik bir mecrada gelişmenin önündeki temel engel haline gelir. Cumhuriyet gazetesi örneğinde de gelmiştir.  

12 Mart-12 Eylül döneminde, sağcı iktidarlar ve sağcılar tarafından ‘’Türkiye’nin Pravda’’sı olarak nitelenmiş olan bu gazete kendisini genelde solcu olarak sunabilmişti. Ne var ki İlhan Selçuk ve Uğur Mumcu gibi kült yönetici ve yazarlar, Kemalizmi sosyalizm olarak pazarlamakta büyük hüner gösterdi. O dönem sokakta görünür bir şekilde Cumhuriyet gazetesi taşımak faşistlerin saldırısına uğramak için geçerli bir bahaneydi.  







Gazetenin kimliğinde, bu devletin, giderek bu Cumhuriyet rejiminin hatta ulusun tek gerçek sahibi olma refleksi vardı. 100 yıl sonra bu yanlış kimlik hala varlığını sürdürüyor.

Cumhuriyet bugün artık yaşlı ve eski bir gazete. Bu tespiti yapmak için özellikle uzun bir süreden bu yana köşeleri dolduran yazarların yazdıklarına bakmak, bir de gazete yazarlarının yaş ortalamasını saptamak yeterli.

Ben de Hasan Cemal-Emine Uşaklıgil döneminin (1973-1992) bir kısmında,  Londra’da ve Istanbul’da bu gazetede çalıştım. Büyük bir ihtimalle gazete tarihinin hem prestij hem de tiraj olarak en başarılı olduğu dönemdi. Gazete içindeki ‘’Yaşlı Kemalist Kurtlar’’la, hakiki Cumhuriyetçi ve özgürlükçü ‘Genç Kuşağın’’ çatıştığı yıllardı.

Siyasi iktidarların 12 Mart’ta olsun 12 Eylül’de olsun gazeteye yönelik saldırıları, Cumhuriyet’i başlı başına, salt bu nedenle ilerici, başarılı hatta solcu bir gazete haline getiremez.

Üstelik bu gazete 12 Mart ve 12 Eylül darbelerini sevinçle karşılayan manşetlerle çıkmıştı.

O dönem, Cumhuriyet, parlamento dışı sol, Marksist sol örgüt ve şahsiyetlerce  ‘’Ekselanslarının Muhalefetinin Sözcüsü’’ olarak nitelenmişti. Cumhuriyet’in devletle, yerleşik düzenle olan organik ilişkileri ve cumhursuzluğu bu sıfatı yüklemişti gazeteye.  

Son olarak Alev Çoşkun’un (88) Beştepe’nin yönlendirmesi ve desteğiyle gazetenin yönetimini ele geçirmesi 100 yıllık Cumhuriyet’in sonunun başlangıcı oldu. Yakın geçmişte gazeteden ayrılmak zorunda kalan bir muhabir, ‘’Gazeteye artık Kürt haberi ve İnsan Hakları ihlalleri haberi giremiyor’’ demişti.

Cumhuriyet’in hali hazırda yayını nasıl finanse ettiği de karanlık bir konu. Para karşılığı haber yapmak, arşivi satma girişimi gibi skandallar da cabası.

Gazetenin 100. yaş gününü kutlamak amacıyla, okurlarına çay-kahve içmek için Atatürk ve Yunus Nadi resimli kupalar pazarlaması da hazin bir bezirgân girişimi.

Kuruluşundan bu yana memleketin temel iki sorunu, Kürt (1925 Şeyh Said ve 1937-38 Dersim hadiseleri konusundaki yayınları utanç vericidir) ve Ermeni meselesi, hakkında iktidar gibi, devlet gibi düşünen ve yayın yapan bir gazetenin bırakın solculuğu demokratlığı bile tartışma konusu.




















Geçmişte ve bugün kendisini sıkı bir laiklik savunucusu olarak göstermeye çalışan gazete, laikliği demokrasiden koparıp soyut bir kavram haline getirdiği için bu alanda da etkili olamadığı gibi samimi dindarların tepki ve nefretini kazandı.

Sonuç olarak Cumhuriyet gazetesi ilk baştan beri malforme bir gazete. Çünkü malforme bir rejimin ürünü. (Son/RD)

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Midilli’den İzlenimler: Ada değil Memleket…

  * Kitap tanıtım toplantısı bahanesiyle Türkiye’den gelen kırk yıllık arkadaşlarımla şahane 5 gün yaşadım Midilli’de. Eski ve yeni fotograf kareleri… Ragıp Duran Midilli, Ege’de Türkiye’nin hemen yanı başında kocaman bir ada. İzmir, Ayvalık ya da Dikili’den motorla en fazla 1 saatte ulaşıyorsun.   Benim Yunanca kitabımın tanıtım toplantısı için Midilli’de göçmenlerle çalışan Birarada Derneğinin davetlisi olarak adaya vardık. Yayıncım Yorgo Giannopoulos, ben ve Yiğit Bener, ‘’Selanik Sürgünü’’ kitabının Midilli’deki tanıtım toplantısında 23 Mayıs 2024 Ben 15-20 sene önce, birisi Türkiye-Yunanistan Defne Dostluk Derneği ile ikincisi mektepten arkadaşlarımla gezmeye Midilli’ye gitmiştim. Öyle turistik bir Yunan adası değil. Dağları tepeleri, yeşil vadileri olan güzel bir kara parçası. Son zamanlarda Türkiye’den günde 4-5 motorla yüzlerce turist geliyor. Ada halkı özellikle de esnaf memnun. Çünkü, ‘ ’Türkiye’den gelenler bize (Yunanlılara) çok benziyor. Alman, İngiliz ya da Fran

Ümit Kurt - Kanun ve Nizam Dairesinde / SOYKIRIM TEKNOKRATSIZ OLMUYOR!

  *Kurt’un son çalışması, bir çok yeni gerçeği belgeleriyle su yüzüne çıkarıyor. M.R.Mimaroğlu örneği,   sadece 1915’i değil günümüzü de açıklıyor.   Ragıp Duran   Tarih kitaplarının amatör bir okuru olarak, bizim kuşak, Kürt Meselesini İsmail Beşikçi’nin, Ermeni Meselesini de Taner Akçam’ın çalışmalarından öğrendi.   1915 Ermeni Soykırımı Araştırmalarının öncüsü olan Akçam’ın açtığı yolda ilerleyen tarihçi Kurt, bir önceki kitabında soykırımın Antep somutunda hem mikro analizini yapmış hem de yerel eşrafın (Aktörlerin) konum ve katkısını incelemişti.   Son çalışması olan ‘’Kanun ve Nizam Dairesinde’’ (Aras, 2023, Istanbul, 255 s.) ise, orta hatta üst düzey bürokrat Mustafa Reşat Mimaroğlu’nun (1878-1953) mesleki ve siyasi yaşamını irdelerken, 1915’in bürokrasi boyutunu sergiliyor. Kurt’un kitabını okurken altını çizdiğim bir kaç özellik var: * Akademik çalışmalarının bir bölümünü Kudüs’de gerçekleştirdiği için Kurt, 1915 ile Holokost   arasındaki benzerlik ve farklılıkla