1937-38 Dersim
Hadisesini
Dönemin Türk
Gazeteleri Nasıl Aktardı? (*)
· 1915, 1937-38 ve bugün yaşadığımız
Cizre, Silopi, Gever, Sur katliamları aynı devlet zincirinin halkaları. Türkiye’de
bu dönemlerin matbuatı, basını ve medyası, bu üç felaketi de aynı resmi bakış
açısıyla izledi ve aktardı.
Merhaba,
Bizden önce
burada konuşan Cizreli kadınlar aslında her şeyi çok açık bir şekilde
anlattılar. Söylenmesi gereken her şeyi söylediler. Neyse ki oturum başkanı bir ara verdi de, biraz olsun
kendimize geldik. Çünkü bu trajik konuşmalardan sonra bizim, hepimizin nutku
tutuldu. Çoğumuz öfkeden gözyaşlarımızı tutamadık.
Cizreli kadınlara
da helal olsun! Oğulları eşleri katledilmiş, ama onlar dimdik ayakta ve Barış
talebi konusunda ısrarcılar.
Benim, medya
eleştirmeni olarak, Cizreli kadınlardan öğrendiğim iki şey var:
- Bodrumdaki
gençleri, sokaktaki çocukları, kundaktaki bebekleri, yaşlı kadınları, dedeleri vurup
öldürenler ve onlara talimat veren siyasi yetkililer, bugün burada olsalardı,
yaptıkları katliamın hedefine ulaşmadığını görselerdi, anlasalardı, iyi olurdu.
1925’den beri vurup kırıyorlar, yakıp yıkıyorlar ama Kürt meselesi hala
çözülemedi…
-
İkincisi,
iktidar yanlısı medyayı, meslek gereği mecburen takip ediyoruz. Onların Cizre hakkında
yazıp çizdikleri ortada. Arşivlerde duruyor kupürler, video CD’leri de. ‘Teröre
Karşı Mücadele’ adı altında yürütülen bu saldırının ne olduğunu Cizreli
kadınlar ayrıntılı bir şekilde, zaman, mekan, isim vererek anlattı. Onlar kendi
yaşadıklarını, gördüklerini, duyduklarını aktardı. Şimdi Cizreli kadınlar ya da
Cizre sakinleri, iktidar yanlısı medyanın yazdıklarına mı inanacak yoksa kendi
yaşayıp görüp bildiklerine mi? Sanal gerçek/medyatik gerçek, hakiki gerçeği
değiştiremez, bozamaz!
Bugünkü
toplantıda benden, ‘’1937-38 Dersim Hadisesini Dönemin Türk Gazeteleri Nasıl
Aktardı?’’ meselesini incelemem talep edilmişti. Kusura bakmayın, biraz ‘Tereciye
Tere Satmak’ gibi olacak, çünkü dün burada 1937-38 Soykırımının birkaç tanığını
zaten dinledik. Onlar, tıpkı Cizreli kadınlar gibi, yaşadıklarını,
gördüklerini, duyduklarını anlattılar. Ve onların aktardıkları, o dönemde
Istanbul gazetelerinde yazılanların tam tersiydi.
Sunumu
hazırlamak için en çok üç kaynaktan yararlandım:
-
İsmail
Beşikçi’nin, Hocam hürmetler, ‘‘TUNCELİ KANUNU(1935)VE DERSİM JENOSİDİ’’ (IBV
Yayınları)
-
Taha
Baran’ın ‘’BASINDA DERSİM’’, (İletişim Yayınları)
-
Faik
Bulut’un ‘’TÜRK BASININDA KÜRTLER’’ (Evrensel Basım Yayın)
Aslında son
yıllarda Dersim konusunda tarih, siyaset bilimi, medya merkezli roman, deneme,
makale ve akademik yayın sayısı arttı.
Tarih
incelemelerinde, yani geçmişimizi araştırırken, başvurduğumuz farklı kaynaklar
mevcut:
* Resmi
tarih bilgi ve belgeleri önemli, çünkü bu tür belgelerde neyin nasıl sunulduğu
önemli, ama esas olarak başka kaynaklarla kıyaslandığında ortaya çıkarılan bir husus
var ki çok önemli: O da, resmi tarihin neyi gizlediği, neyi tahrif ettiği ve bunları
neden yaptığı. Resmi kaynak derken sadece TC kaynaklarını kastetmiyorum,
yabancı diplomatların raporları, bölgedeki Hristiyan misyonerlerin rapor ve
gözlemleri de önemli ve ilginç bilgiler içeriyor.
Resmi
kaynakların, belgelerin bir başka özelliği de şu: Kendini güçlü ve muzaffer
göstermeye çalışırken, bazı resmi belgelerde suç itirafları var. Mesela zehirli
gaz kullanıldığı kayıt altına alınmış. Örneğini birazdan göstereceğim. Ya da
yine aynı hevesle, yani ne kadar güçlü olduğunu kanıtlamaya/sergilemeye çalışırken,
anlamsız sözcükler, kötü itiraflar sıkışıvermiş araya. Mesela Dersim
haberlerinin birinde ‘Kıtalarımız Kutudere mevkiini işgal etti’’ diyor. Bir
ordu kendi topraklarında, kendi yurttaşlarının yaşadığı bir bölgeyi işgal eder
mi? Dersim düşman toprağı mı?
* Türkiye’de
ve yurtdışında siyaset bilimi, kültürel çalışmalar, sosyoloji, psikoloji,
demografi gibi farklı alanlarda yapılan akademik çalışmalar. Lisansüstü ya da
doktora tezleri, akademisyenlerin makaleleri
* Sözlü
Tarih yöntemi, son dönemde oldukça önem kazanıyor. Çünkü teorik çalışmaların
yer veremediği bazı bilgiler hatta duygular, ancak olayın tanıklarının
anlatımları sayesinde ortaya çıkıyor.
* Birazdan birkaç
örneği slaytlarla ekrana yansıtacağım, orada daha iyi göreceğiz. Dönemin
gazeteleri de bizim tarih bilgilerimiz, tarih anlayışımız açısından önemli bir
kaynak.
Gerçeğe
yaklaşabilmek için bu saydığım bütün kaynakların eleştirel bir şekilde ele
alınması gerekiyor. Bizi gerçeğe yaklaştıracak önemli bir yöntem de kıyaslama.
Yani söz konusu dört kaynaktaki bilgileri kıyaslamamız, çapraz denetlemeye tabi
tutmamız gerekiyor.
Ben bugün
burada sadece 1937-38 döneminde yayınlanan Türk gazeteleri üzerinde duracağım.
Somut
örneklere geçmeden önce birkaç noktayı hatırlatmak isterim:
-
Türk
matbuatı, basını, medyası 1831’deki doğumundan itibaren devlet/iktidar yanlısı
bir mekanizma olarak işlev gördü. Zaten Osmanlı döneminde ilk gazeteyi 2.
Mahmut’un Saray’ı çıkardı, ilk gazeteciler de Saray’ın maaşlı memurlarıydı. 185
yıldan bu yana değişen pek bir şey yok. Yine Saray var, yine maaşlı memur gibi
haber ve makale yazan ‘gazeteciler/yazarlar’ var.
-
Matbuatın
iktidara bağımlılığı sadece siyasi ve ideolojik boyutla sınırlı değil. O dönem
gerçek anlamda profesyonel gazetecilik de olmadığı için, Cumhuriyet döneminde, başta
Anadolu Ajansı olmak üzere, haber üreten kişilerin çoğu zaten devlet memuru. Özellikle
taşrada, Vali’nin özel kaleminde çalışıyor mesela… Dolayısıyla, bu
memur-gazeteciler, gerçeği değil devletin istediği, devletin çıkarı olan bilgi
ve fikirleri haber ya da dizi olarak yazıp yayınlıyor.
-
1937-38
Dersim Soykırımı, Cumhuriyet döneminde 1925 Şeyh Said Hadisesiyle başlayan Kürt
ayaklanmaları diyebileceğimiz dizinin, kronolojik olarak bir halkası.
Biliyorsunuz, 38’den sonra 1984’deki PKK’nin silahlı eylemlere başlamasına
kadar, bölgede önemli ve kitlesel bir siyasi-toplumsal karşı çıkış yok. Türk
basınında 1925 ile 1937-38’in izlenip aktarılmasını (Coverage) kıyasladığımızda,
devletin ve dolayısıyla kendisini devletin ideolojisini yaygınlaştırmak ve
meşrulaştırmakla görevli hisseden ve bunu aslında gönüllü bir şekilde ifa eden
gazeteler, gazeteciler ve haberler arasında
bazı farklılıklar saptanır. Kemalist devlet ve onun yayın organları, 1925’de
Kürt meselesi ile ilk defa karşılaşıyordu, dolayısıyla hem cahil hem de
tecrübesiz idi. Şeyh Said Hadisesi konusunda Istanbul matbuatındaki ilk haber,
olaylar başladıktan neredeyse 3 ay sonra yayınlanmıştı. 1925’le ilgili
haberlerde, özellikle ilk başlarda, az da olsa, Kürd sözcüğü geçiyordu. Tabi
olumsuz çağrışımlarla yüklü olarak. Dersim haber ve yazılarında, sanki özel
olarak talimat verilmiş gibi, Kürd ya da Kürdlüğe ilişkin sözcükler neredeyse
hiç yok!
-
İlginçtir.
Dönemin 1937-38 Soykırımı konusundaki haber ve yazılarda, bugün hala kullanılan
ibareler geçiyor. Birazdan somut örneklerini göreceğiz.
Dersim’in İçyüzü üstbaşlıklı bu yazı dizisinin birinci
bölümünün başlığı ‘’Vahşi ve en kurnaz insanlar arasında’’.
İkinci kupür: ‘’Dersim Meselesi Nedir?’’ üstbaşlıklı bir yazı
dizisi. Ana başlık da ‘’Taş kovuklarla mağaralar içinde yaşayan insanlar’’.
Sadece bu iki kupürdeki nitelemelerden yola çıkarak, Türk
egemenlerinin Dersimlileri nasıl betimlediğini, nasıl gördüğünü ve esas olarak
da nasıl göstermek istediklerini anlayabiliriz. Yazı ve haberlerin içinde de
zaten sık sık, ‘ilkel’, ‘vahşi’, ‘geri kalmış’, ‘hayvani’ gibi sözcükler
geçiyor. Bu söylem, sömürgeci söylemdir. Fransız egemenleri, 19. yüzyılda ve 20.
yüzyılın başlarında Afrika’daki kabileler için de aynen bu sıfatları
kullanıyordu. Edward Said, ‘Orientalisme’ kitabında ayrıntılı bir şekilde
anlatır. Türk egemenleri, bu sıfatları kullanıp, Dersimlileri aşağılamaya
çalışırken, ‘Bakın siz medeniyet görmemiş, insanlarsınız; biz ise gelişmiş,
medeni Türkleriz. Size yol, köprü, okul yaparak sizi medenileştireceğiz’’
mesajı veriliyor. Bu modernleştirici söylem aslında katliamı gizlemek ya da
katliama sözümona meşru bir kılıf uydurmak için üretiliyor. Bir devlet, kendi
vatandaşına ilkel, geri, vahşi der mi? İlkel, vahşi ve geri olan kimdir?
Bakın zaten burada da Soykırım sonrası planlananlar başlık ve
alt başlıkta aktarılıyor: ‘’Yeni ruh, medeniyet ve terakki ruhu’’! Bu başlıkta
sorunlu başka noktalar da var: Dersim, gerçekten ‘Türk camiasının bir bucağı’
mı? Askerin, yasadışı olduğuna kanaat getirdiği kişi ve grupları ‘imha
etmesi’ normal midir? Yoksa yakalayıp adalete teslim etmesi gerekmez mi?
Nihayet bugüne de bir gönderme yapalım. Türk matbuatı, basını
ve medyası 1925’den bu yana Kürtleri öldüre öldüre, imha ede ede bitiremedi
gitti. Bugünlerde de Türk medyasında yer alıyor, ‘PKK bitti’ haberleri…
‘Asi reislerin Ecnebi tahrik ile hareket ettikleri tahakkuk etti’ diyor bu başlık. Benzeri birkaç başlık daha var:
Evet bu iki başlıkta da Dersim hadisesinin dış kökenli olduğu
iddia ediliyor ki… Bu çok eski bir gerekçedir. Şeyh Said’in de İngiliz
ajanlarınca yönetildiği öne sürülmüştü. Bugün de mesela PKK’nin Ermeni,
Siyonist ve Batılı emperyalistlerin maşası olduğunu yazar egemen medya.
Rakibini başka milliyetten göstererek, milliyetçilik temelinde rakibine karşı
kendi cephesini genişletme, güçlendirme siyasetidir ki, ajitasyon ve propaganda
sayesinde icra edilebilir.
Bu başlıkta da Seyid Rıza'nın '’ıstavrozlarından' söz ediliyor ki, burada da ‘Gavurlara karşı
Müslüman ittifakı’ kurulmaya çalışılıyor. Gerçi Seyid Rıza Hristiyan olsa ne
olur ki? Üstelik de değil… Bugün de PKKlilere ‘Ermeni Dölü’ diyor devletin
sözcüleri!
Mesaj şu: ''Dersimliler, Kürtler, Aleviler kendi başlarına bir
şey yapamaz, onlar ancak yabancı güçlerin, karanlık odakların piyonu
olabilirler!''. Bu propaganda, gerçeği inkar etmek için kullanılır. Dersimlilerin,
Kürtlerin, Alevilerin uğradığı baskı ve zulümü gizlemek için, onların haklarını
görmezden gelmek, mücadelelerini karalamak için geliştirilir.
Mahkeme safahatına ilişkin de çok sayıda haber yayınlanmış o
dönemin gazetelerinde. Çoğu yalan. Mahkeme tutanakları ile bu gazete
kupürlerini kıyasladığınızda, haberlerde duruşmada olmayan eylemler,
söylenmemiş açıklamalar okuyorsunuz. Üstelik tüm bu haberlerin hiç birinde,
mahkemede sanıkların avukat tutamadığı, temyizin olmadığı yazılmamış.
Bakın mesela şu resim altında bile, henüz hüküm
kurulmamışken, sanıklara ‘suçlu’ diye
hitap ediyor. Seyid Rıza ve arkadaşları, yakalandıkları andan itibaren hep ‘suçlu’
olarak anılıyor. Mahkeme, duruşmalar sadece gösteri olarak düzenlenmiş. Karar
baştan belli, bu nedenle sanıklar ilk günden itibaren ‘suçlu’. Suçlu ise neden
yargılıyorsun ki?
Bu da tamamen yalan bir haber. Seyid Rıza’yı aşağılamak için ‘İtirafçı’
göstermeye kalkışmış Türk gazetesi. Oysa ki mahkeme kayıtlarında Seyid Rıza’nın
böyle bir ifadesi yok. Ayrıca resmi matbuatın şöyle iyi bir yanı da var: Gerek
aynı gazetenin farklı tarihlerdeki nüshalarına baktığımızda, gerekse farklı
gazetelerin Dersim haberlerine baktığımızda çelişkileri ortaya çıkarmak kolay.
Çünkü hiç biri, gerçeği yazmıyor. Hepsi devletin resmi tezlerini savunuyor.
Dolayısıyla bakanlar, valiler, kaymakamlar, emniyet müdürleri, savcılar ya da
hakimler muhabirlere farklı zamanlarda farklı bilgiler verebiliyor.
Bir yalan haber daha… Aslında bu yalan zaten sadece başlıkta
yer alıyor. Haberin içinde Seyid Rıza’nın herhangi bir şeyi itiraf ettiği filan
yok. Istanbul’daki editör, kafasına esmiş, ya da işine öyle geldiği için Seyid
Rıza’yı itiraf ettirmiş. Dikkat edin,
mahkeme daha bitmemiş, ama sanıklar hala ‘suçlu’…
Bakın işte burada başka bir gazetede Dersimli liderlerin
itiraf değil inkar ettiklerini yazıyor.
Bu haberde iki nokta var. Birincisi sanık hala ‘suçlu’.
İkincisi propagandanın Türkçe’yi de nasıl bozduğunu gösteren bir örnek.
Türkçede ‘BuhranLAR’ geçiriyor denmez, ‘Buhran geçiriyor’ denir. Ama
propagandacı, durumun ne kadar vahim olduğunu belirtmek için, abartmak için
buhran’ı da çoğul yazmış ki, daha inandırıcı olsun. Kayıtlarda ise, gözaltı
süresince ve mahkeme safahatı boyunca Seyid Rıza’nın bunalım geçirdiğine dair en
küçük bir bilgi yok.
Bu da ilginç. Mahkeme bitmiş, hüküm kurulmuş ama beraat eden
sanıklar hala ‘suçlu’! Bu haberde ilginç bir başka nokta ise, yine güç
gösterisi, korkutma/yıldırma amacıyla Dersim’in adı, ‘Tunç Eli’ (Vururum ha!
Parçalarım seni!) olarak değiştirilirken, yine propaganda bu sefer Türkçe’deki
ses uyumu kuralını ihlal etmiş. Başta U harfi olursa öteki hecede E değil A
gelir. Halk dilinde de zaten Tunçeli denmiyor, inceltilerek Tunceli deniyor.
Şimdi iki tane de karikatür göstereceğim:
Burada üç nokta: Karikatürde çizilen Dersimli, Nazi Almanya’sında
çizilen Yahudi’ye benzemiyor mu? Eli kanlı bıçaklı, şişman ve çirkin bir adam!
İkincisi, resim altında, ‘Cumhuriyet böyle vatandaş tanımıyor!’ demişler.
Yıllar sonra Genelkurmay Başkanlığının yayınladığı bir bildiride, İlker Başbuğ
döneminde, Kürtlerden ‘Sözde Vatandaş’ diye bahsedilmişti. Son nokta da şu:
Resim altındaki ibarenin Celal Bayar’ın bir nutkundan alındığı belirtilmiş.
Egemen matbuat, egemenlerin sözünü tekrar ediyor, yaygınlaştırıyor,
meşrulaştırmaya çalışıyor.
Bu karikatürde de yine bir devlet büyüğünün sözü resmedilmiş.
Matbuatın kendi bağımsız görüşü yok, bu nedenle o sadece egemenlerin
görüşlerini yansıtıyor. İnönü büyük konuşmuş. ’Bu son demiş’. Halbuki, 1938’den
46 yıl sonra PKK’nin direnişi başladı. Demek ki Dersim son değilmiş! Öğretmenin
ya da sadist babanın küçük çocuğu kulağından çekip terbiye etmesine atfen
çizilen bu karikatür geçersiz. O yöntemle Dersimliler, çocuklar bile islah
edilemiyor.
Kemalizmi yaygınlaştırmak amacıyla kurulmuş olan Cumhuriyet
gazetesi, o dönemin Devlet gazetesi idi. Sol üst köşede Türk bayrağı reklamı
yapılmış. Olabilir. Ama başlıkta iki olumsuzluk var: ‘Temizlemek’ fiili kirli
şeyler için kullanılır. İnsanlar için değil. Dersim dağlarında ‘temizlendiği’
iddia edilen ‘son çapulcu grupları’na 2013 yazında Taksim’de Gezi Parkı
civarında rastlanmıştır.
Şimdi yine çok sonra arşivlerden çıkarılıp yayınlanmış iki
belge:
Oya Baydar demin anlatmıştı. Beşikçi’nin kitabında da
ayrıntılar var. Mustafa Kemal’in bizzat kendisinin, Dersim hadisesiyle ilişkisi, 1935’de Trabzon’da
yapılan toplantıyla başlıyor. Bu belgede de K.Atatürk, isim vererek ‘Kalan
aşireti ve diğer aşiretlerden bunun bedelini çok ağır bir şekilde
ödetileceğinden hiç kuşku duymadığımı belirtmek isterim’ diyor. Bir
Cumhurbaşkanının bu ifadeleri herhangi bir mahkemede ‘Kırım talimatı’ olarak
kabul edilir.
Bu ikinci belge de Başbakan Refik Saydam’ın 1942 tarihli bir
dilekçesi. Kendisi tıp doktoru olan Saydam, ‘Tunceli Harekatında’ zehirli
gazların kullanılmış olduğunu itiraf ederken, sivillerin ölümüne yol açan bu
tür silahların düşmana karşı bile kullanılmaması gerektiğini hatırlatıyor.
Dolayısıyla hiçbir suç ilelebet gizli saklı kalmıyor.
Daha onlarca yüzlerce kupür ve belge var. Ben bunların bir
kısmını referans olarak belirttiğim 3 kitaptan, bir kısmını da İnternet’ten
aldım. Bu belgelerin sahte olduğunu iddia edenler çıkabilir. Ne var ki şimdiye
kadar resmi makamlar bu belgeleri yayınlayanlar hakkında ya da bu belgeler
hakkında herhangi bir idari ya da cezai soruşturma açmamış. Ayrıca belgelerin
gerçek olması kadar önemli bir başka
nokta var ki, bu gazete kupürlerinde ya da belgelerde belirtilen olayları,
zulmü, kırımı yaşamış olan insanlar var. Halen hayattalar. Dün gelip burada
anlattılar. O insanlar sahte değil, yalan da söylemiyorlar…
Son slayt:
Dönemin Türk matbuatı Dersim jenosidi konusunda bin bir yalan
üretmiş, ajitasyon propaganda yapmıştır da, Seyid Rıza’nın şu ünlü cümlesini
hep görmezden gelmiştir. Önemli değil, bu cümle geçerliliğini bugün hala
koruyor ve on binlerce Dersimlinin hafızasında, yüreğinde yaşıyor.
Tüm bu aktardıklarımı özetlemem gerekirse şunları
söyleyeceğim:
+ Türk matbuatı, Dersim hadisesinde Dersimlileri aşağılayan
bir yaklaşım benimsedi. (İlkel, Vahşi). Olayı tek yanlı bir şekilde, sadece
devletin gözüyle yansıttı. Dersimlilerin gerçeklerini, taleplerini, haklarını
ya tamamen görmezden geldi ya da tahrif etti.
+ Türk matbuatı, Dersim’de yerel halk gerçeğini görmezken,
meseleyi Ermenilere, yabancılara bağladı.
+ Türk matbuatı, Dersimlilerin Kürt kimliğini inkar etti.
+ Türk matbuatı, resmi rakamlara göre 10 binden fazla insanın
öldürüldüğü harekat konusunda, Dersimlileri saldırgan, Türk ordusunu savunma
halinde gösterdi. Ordu masumdu, Dersimliler saldırgandı.
+ Türk matbuatı, tüm haberlerinde, savunma hakkı ve temyizi
olmayan mahkeme safahatını yasal, meşru, haklı bir yargılama gibi gösterdi.
Sanıkları baştan ‘Suçlu’ ilan etti.
+ Türk matbuatı, Dersim soykırımını kendisi açısından büyük
bir medeniyet zaferi gibi gösterdi.
+ 1937-38 gazetelerinde Dersim hadisesi konusunda kısacası ve
bir tek cümleyle söylemek gerekirse, haber-bilgi yok, resmi ajitasyon ve
propaganda var.
İki gündür Dersim’deyim. 1937-38 Soykırımından söz edilirken
hep 1915 Ermeni Soykırımı ile bugünlerde Cizre-Silopi-Gever ve Sur’da olup
bitenler birlikte anılıyor.
Dün temsili cenaze töreninde bir arkadaş, Kurmanci konuştuğu halde ben anladım. Bir gerçeği çok
basit bir şekilde ifade ediyordu:
‘Kemalizm, Erdoğanizm/Katliam berdevam’.
Gerçekten de, biliyorsunuz, ‘Devlette süreklilik esastır’ diye bir kural vardır. 1925’den bu güne
matbuat, basın ve medyayı incelediğimizde, özellikle Kürt, Ermeni ya da Alevi
meselesinde, devletin bu sürekliliğini haber, köşe yazısı, karikatür ve fotoğraflarda
zaten okuyoruz, görüyoruz.
Bu süreklilik iyi bir şey değil.
Teşekkür ederim.
(*) Bu metin, Dersim’de 5 Mayıs 2016 günü yapılan, ‘’Unutturmak Değil Yüzleşmek/Soykırım
Tanınsın, Dersim’i Yeniden İnşa Edelim’’ konulu ‘’7. Dersim 1937-38 Konferansı’’nda yapılan sunumun bilahare düzenlenerek yazıya
dökülmüş halidir.
Yorumlar