Yanlış yöntem
doğru sonuç vermez!
Medya,
siyasî ve askerî alanın en net yansıdığı mecra. Medyadaki aksaklıklara bakarak
siyasî alanı gözlemek mümkün. Tersi de doğru. Gerçekler ancak belirli bir süre
ve belirli bir kesim için gizlenip tahrif edilebiliyor. Barışçı yaklaşım egemen
olsa, Türk askerinin, Kürt silahlı militanının, sivillerin de ölümleri
bir ölçüde engellenebilir.
TSK ve devlet, geçtiğimiz pazar günü
Oremar/Dağlıca’da meydana gelen hadise konusunda, askerî ve siyasî nedenlerle
olsa gerek, medyatik alanda son derece olumsuz bir tutum sergilemek zorunda
kaldı.
Önce, tuzak/baskın/çatışma haberi, millî
maç gerekçesiyle galiba en az on saat boyunca verilmedi. Geçmişte çatışma
sırasında meydana gelen ölümler nedeniyle maçların ertelendiğine tanık
olmuştuk, ama maç nedeniyle çatışma haberine ambargo konulmasına ilk defa
rastlıyoruz.
Susunca
ne oluyor?
Bir haber neden yayınlanmaz? Bu sorunun
iki cevabı olabilir: Ya habere, haberin tüm unsurlarına ulaşamamışsınızdır. Ya
da söz konusu haber olağanüstü bir şekilde aleyhinizedir. Aslında her iki şık
da vahim. Çünkü, birinci seçenekte, okur/yurttaş, “Koskoca TSK, bir konvoyu
tuzağa da düşürülse, saldırının nasıl meydana geldiği ve sonuçta kaç
personelinin öldüğü/yaralandığı bilgisine ulaşamıyorsa, söz konusu
hadisenin meydana geldiği alanda egemenliği yitirmiş mi acaba?” sorusunu
sorabilir. İkinci şık da pek menfî: “TSK aslında ölü sayısını biliyor, ama bu
sayı çok yüksek olduğu için ve askerlerin, milletin, devletin morali bozulmasın
diye sayıyı açıklamıyor” diye düşünebilir.
İki tarafın dahlolduğu bir çatışma
hakkında, taraflardan biri sessizliğini korusa da, internet çağında, ya ikinci
taraf ya da bağımsız kaynaklar (ne yazık ki bu örnekte yok) konuya ilişkin
çeşitli bilgileri yayar. Özellikle yerelde tanıdığı, eşi-dostu olanlar,
askerdeki oğlunun kaderini haklı olarak merak eden aileler, zor da olsa, bir
şekilde bazı bilgi kırıntılarına ulaşabilir. Dolayısıyla taraflardan birinin
sessiz kalması durumunda, olayın, hiç olmazsa bir süre –mesela maç bitene
kadar— duyulmaması mümkün değil.
Aslında HPG pazar günü akşamüstü yayınladığı
ilk bildiride 15 askerin öldürüldüğünü açıklamış, konuya ilişkin ayrıntılı
açıklamanın ileride yapılacağını duyurmuştu. Bu bildiri ile TSK’nın açıklaması
arasında geçen sürede ise internette farklı kaynaklar, spekülasyon içinde, ölü
sayısının 50’nin üzerinde olabileceğini öne sürmüştü. HPG, ikinci açıklamasında
öldürülen asker sayısını 31 olarak duyurdu, ayrıca ele geçirdiği silah ve
mühimmat listesini de yayınladı. Bunun üzerine TSK, HPG açıklamasından yaklaşık
bir-iki saat sonra, öldürülen asker sayısını 16 olarak duyururken “silah
arkadaşlarımız” sıfatına vurgu yaptı.
TSK’nın geç kalması, söylenti
dolayısıyla da abartıların dolaşmasına neden oldu. Bu geç açıklama, TSK’nın
hasar tespiti ve istihbarat alanlarında çok da süratli olmadığı kuşkusunu yaygınlaştırdı.
Başbuğ döneminde, konuya ilişkin kitap
yazıp her makalesinde parlak fikirler öne süren ve Genelkurmay’a danışmanlık
yapan iletişim akademisyenleri vardı. Bu aralar ya onlara rağbet edilmiyor ya
da danışmanlar da zor durumda.
İnsan
hayatı rakamlara indirgenemez
Aslında, barış gazeteciliğinde sayılar
üzerine odaklanmak yanlış. Bir tek insan bile ölse zaten yeteri kadar acı ve
vahim bir tabloyla karşı karşıyayız. Rakamlar üzerinden anlamsız bir rekabete
girmek, “sizin kayıplarınız / bizim kayıplarımız” maçına dalmak anlamına gelir.
Pazartesi sabahı, iktidar yanlısı en az
üç gazete, Türkiye-Hollanda maçının sonucunu birinci sayfadan vermesine rağmen,
Oremar/Dağlıca hadisesini görmedi. Demek ki mesele zaman ya da teknik bir
sorun, yani erken baskı filan değil. Bu gazeteler, habere ulaşmış olmalarına
rağmen, olayın üzerinden 12 saatten fazla zaman geçmiş olmasına rağmen, bir
ihtimal TSK’nın gerekçelerine benzer nedenlerle haberi gizledi. İktidar yanlısı
diğer gazeteler ise, pazartesi günü, bol sıfatlı manşetlerle, “kalleş, hain,
kanlı” nitelemeleriyle, ama yine asker kaybına değinmeden, haber vermekten çok
tepkilerini dile getirdi. Bir gazete “gâvur” sözcüğünü bile kullandı.
Salı sabahı yandaş medya, “Yalandan kim
ölmüş” düsturuna dayanarak, TSK’nın karşı operasyonlarında kesin, ama farklı
rakamlar vererek onlarca “teröristin” öldürüldüğünü yazdı. TSK’nın ölü ve
yaralı sayısını 26 saat sonra verebilen egemen medya, PKK ölüleri konusunda
galiba çok hızlı ve derin istihbarata sahip.
Oysa ki medyanın görevi, okuru gaza
getirmek, nefret tohumları ekmek, intikamcılığı körüklemek, toplumda
infial yaratmak olmamalı. Radyonun, gazetenin, televizyonun, internet sitesinin
aslî görevi, yurttaşı olup biten hakkında doğru, çok boyutlu, inanılır,
güvenilir ve hızlı bir şekilde haberdar etmek olmalıydı. Zaten yeteri kadar
vahim bir olayı, “hain, kalleş” gibi sıfatlarla iyice ateşlendirmek kimin
çıkarına hizmet eder ki?
“Taraf
tutma, gerçeği tut!”
Savaş muhabirliğinin barış gazeteciliği
ile çakıştığı belki de tek nokta “Taraf tutma, gerçekleri tut” sloganı.
Gazeteci/gazete, savaşan taraflardan birinin sözcülüğüne soyunursa, okura olayı
aktaramaz, taraflardan birinin bakışını yansıtmış olur. Tek yanlı davranmış
olur, hadiseyi çarpıtmış ya da gizlemiş olur. Bizim egemen medya, TSK
açıklamasına kadar olayın cereyan ediş tarzı ve ölü/yaralı sayısı konusunda tek
bir sözcük yayınlayamadı. Bu durum da, egemen medyanın, bu tür haberlerde bir
tek kaynağa, resmî kaynak olarak sunulan TSK’ya bağımlı olduğunu kanıtlar. Bu
tutum, tabii ki salt teknik bir yetersizlikle açıklanamaz. Egemen medyanın
TSK’ya bağımlılığı sadece haber kaynağı alanında değil. Egemen medya siyasî ve
ideolojik olarak da TSK’ya bağımlı. Yani egemen medyanın elinde doğru bilgiler
olsa bile, bu bilgiler TSK aleyhine olduğu için bu haberleri yayınla(ya)mazdı.
Oysa ki gazeteci, tabii ki çatışan tarafların, tüm tarafların yayınladığı
bilgileri ciddiye almalı. Bu bilgileri doğruluk süzgecinden geçirdikten sonra
da yayınlamalı. Ama gazeteci, bu tür hadiselerde, esas olarak, bağımsız
kaynaklara, yani sonuç olarak kendi muhabirlerine ve yerel kaynaklara
güvenmeli. Medya, çatışan taraflara eşit uzaklıkta durmalı, savaşın/şiddetin
değil, barışın tarafında olmalı.
Doğrusu
neydi?
İdeal olan, yapılması gereken şu:
TSK’nın ve HPG’nin yayınladığı bilgiler toplanır, muhabirin/yerel kaynakların
aktardıkları değerlendirilir, background bilgisi eklenir ve ortaya kimi
unsurları eksik olsa bile, yani dört dörtlük olmasa bile, okuru büyük ölçüde
tatmin edebilecek bir metin çıkarılabilir. Gazeteci öncelikle ve esas olarak
gerçeğe karşı sorumludur. Bu gerçek, kimi zaman millî çıkarlara, askerî
yararlara, iki taraftan birinin görüş ve tutumuna karşı olabilir, toplumun
moralinin bozulmasına da neden olabilir. Gazeteci, devlet memuru değildir.
Dolayısıyla onun bu tür kaygıları olamaz, olmamalı. O, sadece gerçeği, tüm
çıplaklığı ve tüm ayrıntılarıyla ortaya çıkarmaya ve halkı bilgilendirmeye
çalışır. Gazeteci, tabii ki yürürlükteki yasalara uygun davranacak. Gazeteci
şiddetin, terörün propagandasını yapmayacak. Ama gerçekleri aktarmaktan da
vazgeçmeyecek.
Savaşlarda, insanların yanısıra
gerçekler de öldürüldüğü için, gazetecinin önemi daha da artıyor. Gazeteci,
gerçeğin öldürülmemesi için görev yapıyor savaş alanlarında. Bazen, hatta çoğu
zaman kendi canını feda ederek.
Bilgi,
tecrübe, tahlil…
Barış gazeteciliği, tıpkı Kürt uzmanlığı
gibi, derin bilgi, tecrübe ve tahlil yeteneği gibi bazı özellikler gerektirir.
Oremar, bölgeye gidip görenlerin bileceği üzerine, coğrafî ve stratejik açıdan
ilginç/önemli bir alan. Bir Kürt yerel kaynağı, pazar günü yayınlanan
tweet’inde, askerî karakolun uzun süredir zaten kuşatma altında olduğunu,
içerideki personelin sıkıştığını, karakola erzak bile gönderilemediğini
yazmıştı. Oremar, üstelik ilk kez böyle bir hadiseyle karşılaşmıyor. HPG
bildirisinde, Kürt silahlı militanlarının hiç kayıp vermeden üslerine döndüğünü
açıklaması da, eğer doğruysa, önemli bir bilgi. Fuat Avni, salı günkü
tweet’lerinde ölü sayısının 16’nın üzerinde olduğunu öne sürerken, çatışma
sonrasında HPG’nin bazı askerleri esir aldığını da yazdı. Bunlar, her iki
tarafça doğrulanması gereken bilgiler.
Hakkari eski milletvekili Canan
önderliğinde Yüksekova’dan kalabalık bir STK heyetinin asker cenazelerini almak
üzere bölgeye gitmesi, yani hadiseden sonra TSK ile HPG arasında, yerel sivil
inisiyatif sayesinde, geçici de olsa bir anlaşma sağlanmış olması herhalde
olumlu bir gelişme. HPG bildirisindeki bir ayrıntı da dikkat çekici: Kürt
silahlı örgütü, bir asker cenazesinin güvenli bir alana nakledildiğini
bildiriyor. YPG mensuplarının cenazelerinin sınır kapılarında bekletilip
ailelerine verilmesini engelleyen zihniyetle güzelce çelişen bir tutum.
Kaş
yapayım derken…
Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın pazar gecesi
bir televizyon kanalında popüler bir gazeteyi neredeyse hedef gösteren
konuşması ve AKP’li bir grubun bir AKP yetkilisi önderliğinde gazete binasını
basmaya kalkışması ortamın vahametini göstermesi açısından anlamlı.
Yine cumhurbaşkanı nınaynı televizyon
söyleşisinde, başta dikkat çekmeye çalıştığım, savaşı/çatışmaları rakamlara
indirgeyen olumsuz yaklaşımı sergilemesi de barışa zarar veriyor. Erdoğan, bir
güç gösterisi söylemi içinde, “iki binden fazla teröristin” öldürüldüğünü
ve bundan sonra da öldürüleceğini söyledi. Doğru da olsa, yanlış da olsa bu
rakamın telaffuz edilmesi sakıncalı sonuçlar yaratabilir. 2000 rakamı
doğru ise, bu durum, TSK’nın karşısındaki gücün, öyle vakti zamanında Turgut
Özal’ın söylediği gibi “üç-beş çapulcu” olmadığının devletçe resmen itirafı
sayılır. Kaş yapayım derken göz çıkarmak deyimine uygun olarak, aklını mantığını
biraz çalıştıran herhangi bir yurttaş “Bunlar 2000 kayıp vermelerine rağmen,
1984’ten beri hâlâ sağa sola saldırıp bir seferinde 16 askerimizi şehit
edebiliyorlarsa, ciddi bir güç demektir” diye düşünebilir.
Batı
basını nasıl aktardı?
Batı basını da doğal olarak
Oremar/Dağlıca hadisesini önemli haber olarak değerlendirdi. Dikkat ettim,
benim izlediğim önemli Amerikan, İngiliz ve Fransız gazetelerinin hiçbirinde
“hain”, “kalleş”, “gâvur” gibi sıfatlar yoktu. Bu haberlerde son derece net,
sade bir olgu dili kullanılıyor. Mesela başlık olarak, bazı global haber
ajansları da kullandı, “PKK çok sayıda Türk askerini öldürdü” derken,
sadece haberin son bölümünde PKK’nin, ABD ve AB’nin “terörist örgütler
listesinde” olduğu hatırlatılıyor. Zaten, mesela BBC’nin yayıncılık ilkelerinde
“terörist” sıfatının kullanımı konusunda temkinli ifadeler bulunur.
Bundan
sonra…
Twitter’de ilginç bir kıyaslama gördüm:
“PKK, silahlı askerî birliğe saldırıyor. Özel Harekat Cizre’de çocuklara…”
Türk askerinin de, Cizreli çocuğun da ölümüne
aynı derecede üzülmek, her ikisinin de hayatta kalmasını sağlamak için
yapılacak çok şey var.
Öncelikle, ‘90’larda denenip çok can
kaybına yol açan yöntemin bugün başarılı sonuç veremeyeceğini görmek, anlamak,
bilmek lâzım. Yani her iki taraf da her türlü şiddet eylemine derhal son
vermeli ve müzakere masasına dönmeli. Kürt meselesi gibi siyasî, ideolojik,
kültürel, toplumsal, ekonomik, demografik ve tabii ki demokratik boyutları olan
bir mesele, askerî yöntemle, yani şiddetle çözülemez. Dolmabahçe Mutabakatı,
tüm eksiklik ve zaaflarına rağmen, olumlu bir gelişme sağlayabilecek bir
anlaşma. Çözüm Süreci, yine tüm eksiklik ve zaaflarından arındırılıp yeniden,
yeni bir anlayışla, hukukî zeminiyle parlamentonun öncülüğünde, hakiki Akil
İnsanlar ve İzleme Heyeti ile, yani bağımsız ve iki tarafın da onayladığı
insanlardan oluşan garanti sübabı ile başlatılabilirse, yeni Oremar’ları
engellemek mümkün olabilir. Aksi takdirde, giderek iç savaş manzaraları
ile karşılaşacağa benzeriz.
http://birdirbir.org/oremardaglicada-medyatik-felaket-yanlis-yontem-dogru-sonuc-vermez/#sthash.uJ8Od7EM.dpuf
Yorumlar