22 EYLÜL 2015
NOKTA HABER | Müjgan HALİS
NOKTA dergisinin ilk dönem muhabirlerinden ve şimdi Fransız Liberation gazetesinin Türkiye muhabirliğini yapan gazeteci Ragıp Duran’la Türkiye medyasının hali pür melalini konuştuk.
Nokta Dergisi çıktığından beri muhalif bir yayın çizgisi izliyor ve Erdoğan’la ilgili ilk kapağı değil bu. Bu baskın, şehit cenazelerinde gösterilen tepkiyle birlikte okunabilir mi? Çünkü ilk defa asker cenazelerinde ‘Bu kimin savaşı?’ gibi sorulara tanık oluyoruz. Üstelik daha önceki seçimlerde PKK’nin ateşkes ilan etmesini bekleyen, isteyen, hatta talep eden AKP şimdi 1 Kasım’a savaşla girmek istiyor. Bu üçünü birlikte ele aldığımızda, nasıl bir yorum yaparsınız?
Saydığınız her üç olgunun her biri de, başlı başına önemli. NOKTA’ya yönelik saldırı ve AKP’nin 1 Kasım’a savaşla girme tercihi çok yeni değil, Türkiye tarihi açısından. Bence yeni olan ve önemli olan, şehit yakınlarının tepkisi. Çünkü bu AKP’nin planının tutmadığının göstergesi.
Siz kardeşi çatışmada ölmüş bir insanı, Cumhurbaşkanı’na hakaret diye yeni bir suç icat edip oradan yargılarsanız, korkuyorsunuz ve çaresizsiniz demektir. Ayrıca Yarbay hakkında soruşturma açılması istenmesine rağmen, Genelkurmay’ın buna yaklaşmaması da çok manidar. Yani savaşı yürüten Genelkurmay kendi mensubunu siyasi baskı nedeniyle koruması çok önemli.
NOKTA’NIN KAPAĞI DOĞRU BİR KAPAKTI
NOKTA baskını meselesine gelince; Ercan Arıklı döneminde NOKTA’da çalışan biri olarak şunu söyleyebilirim: Bence çok hoş, güzel ve doğru bir kapaktı. Üstelik yeni de değlidi, İngiltere Başbakanı Blair’e yapılan bir selfie fotomontajından esinlenilmişti. Blair o kapak haberine ‘Başbakana hakaret’ falan diye dava açmamıştı. Bizde pat diye Cumhurbaşkanı’na hakarettin dava açılıyor. Burada nasıl bir hakaret var, bunu anlamak çok zor bir şey.
İkincisi, zaten bu fotomontaja yakın hakiki fotoğraflar da var. Şehit tabutuna el koyup, orada siyaset yapan bir Cumhurbaşkanı resmi var. O hakiki resmi kapağa koysa da, büyük ihtimalle Cumhurbaşkanı’na hakaret suçundan soruşturma açılacak. Demek ki Cumhurbaşkanı bizzat kendisine hakaret edilmesi için poz veriyor.
“Bu nasıl terör propagandası?”
Burada ikinci bence vahim olan, iktidarın aczini gösteren ve akla-mantığa uygun olmayan ‘terör örgütü propagandası’ suçlaması. Öcalan’ı kahraman olarak gösteren, olmaz ama Cemil Bayık’ı savaşırken naralar atarak yansıtan bir fotoğraf olsa bunun terör örgütü propagandası olduğu yönünde çok fazla tartışma olmaz.
Ama şimdi bir şehit cenazesi önünde selfie çeken bir Cumhurbaşkanı fotoğrafı, teröre nasıl bir propaganda imkanı sunar? Bunu anlamak mümkün değil. Ama demin söylediğim gibi, “Ekmek fiyatları çok pahalılaştı” diye insanlara soruşturma açılırdı soğuk savaş döneminde, şimdi de terör diye bir suçlama var ve herkese bir şekilde yapıştırılıyor. Kimsenin özel olarak şikayet etmesine de gerek yok. Savcılar Cumhurbaşkanı’nı korumak için bu tür işler yapıyorlar.
Seçimlere savaşla girme meselesi ise önemli bir ayrıntı. Bildiğimiz kadarıyla Beştepe Külliyesi denilen Kaçaksaray neredeyse her gün kamuoyu araştırmaları yaptırıyor. Ama şimdiye kadar yayınlanan sonuçlar, AKP’nin oylarının gerilediğini gösteriyor.
Oysa ki, bütün bu savaş iğrençliği oyları artırmak için yapılmıştı. Bunda ısrar etmek HDP’nin oylarını artırmaktan başka bir işe yaramıyor ki, orada da yandaş medyanın Cihangir takıntısı var. Şunu kabullenmek istemiyorlar: 7 Haziran öncesinde çeşitli şekillerde siyasi-ideolojik veya nemalanma şeklinde AKP’ye oy veren çok sayıda Kürt var-dı. Kobanê kırılma noktası oldu, eskiden AKP’ye oy verenler de artık kendilerine yakın buldukları HDP’ye oy veriyorlar. Dolayısıyla AKP; MHP’nin oylarını da alacağım derken, Kürt oylarını tamamen kaybetmiş durumda.
Ki seçim sonuçlarının analizleri, HDP’nin yüzde 10 barajını rahatlıkla aşmasına neden olan oyların Kürt oyları olduğunu da ortaya çıkardı. Yani bilimsel de değil bu Cihangir tepkileri.
Ama totaliter rejimlerde bilimin, namusun, ahlakın, aklın çok fazla yeri yoktur. Biz, yani iktidara meyletmeyen müzmin muhalifler bu aklı çok fazla anlayamayız.
Eee zorlanıyoruz çünkü bizim hiçbir zaman tek başına iktidar olmak, herkesi kesip biçmek, oyları artırmak için dalavere çevirmek gibi şeylerimiz olmadı. Bir de hakikaten zor bir şey yaşadıkları: 10 yıldır iktidardalar, her seçimde oylarını artırmışlar, birdenbire oylar düşüyor.
Allah Allah ne oldu diye oturup araştıracaklarına, Kürtlere yükleniyorlar. HDP barajı geçtiği için diyorsunuz. Ee siz Kürtlerin taleplerini yerine getirseydiniz, HDP’nin esamesi okunmazdı. Böyle dönemler de oldu. 2005’te Erdoğan’ın bir Diyarbakır konuşması vardır, çok olumlu bir konuşmadır o. AKP o çizgiyi devam ettirseydi, Kürt meselesini çözme konusunda içten davransaydı, belki de oylarını artırırdı.
“HÜRRİYET’E BASKIN ACZİN İFADESİ”
“İktidarlar kendilerine silahla karşılık verenlerle uğraşırlar ama silahsızlarla uğraşmazlar” diyorsunuz. Ama şimdi silahsızlara da açılan bir cephe savaşı var. Ve bu silahsız muhalefet cephesinin içine dahil edilen bazı kesimler, bu savaşın doğrudan tarafı da değiller. Örneğin Doğan Medyası. AKP, ne istiyor Doğan Medyası’ndan
Bütün iktidarlar, kendi meşruiyetlerini güçlendirmek-kendi iktidarlarını sağlamlaştırmak için olmasa bile bir düşman yaratmak zorundadır. Türkiye tarihinde bu uzun dönem, ‘irtica’ olarak adlandırılıyordu. Soğuk savaş döneminde bu düşmanın adı ‘komünizm’ oldu.
Mesela ‘Ekmek çok pahalı’ demek bile, komünist olarak damgalanmak için yetiyordu. Son dönemde, büyük bir ihtimalle PKK’nin silahlı mücadeleye başlamasından itibaren yeni düşmanımız ‘terörizm’ oldu. Ama bu tanımın içine herkes konmaya başlandı. Böyle bir tanımı siz cemaat için, Hürriyet gazetesi için kullandığınızda komik duruma düşersiniz.
Çünkü cemaatin kendisi zaten silahlı mücadeleye karşı. Doğan Grubu da her ne kadar fotomontajlarla puşili muşili fotoğrafları yayınlansa da, terörizmle alakası olmayan bir kesim. Bütün bunlar aczin ifadesi. Aydın Doğan yıllar önce Cumhuriyet’ten Leyla Tavşanoğlu’na verdiği müakatta “Biz devletin gazetesiyiz” demiş biridir.
O yüzden yaşananlar trajikomik. Bugün birtakım kişilerin iktidar partisi milletvekili öncülüğünde Hürriyet gazetesi önüne gidip cam çerçeve kırması, Hürriyet’i neredeyse baş düşman ilan etmesi gerçekten tarihin cilvesidir. Kürtlere karşı ‘Türkiye Türklerindir’ de ısrar eden ve hakikaten resmi ideolojinin yaygınlaştırıcısı olmak için çok çaba sarf eden bir gazeteteden bahsediyoruz.
Ama işte faşizm böyle bir şeydir ve kendisine biat etmeyen herkesi düşman olarak görür. Şunu da kabul etmek lazım ki, Gezi olayları itibarıyla Hürriyet Gazetesi, Enis Berberoğlu döneminde ama daha çok Sedat Ergin döneminde nispeten iyi gazetecilik yapmaya çalıştı. Her zaman başarılı olamadılar ama hiç değilse böyle bir niyetleri vardı. Her halükarda siyasi iktidarın baskılarına pat diye boğun eğmediler.
Eğdiler ama pat diye eğmediler mi, demek istiyorsunuz?
Eğdiler demek de Hürriyet’e haksızlık olur. Direnmeye çalıştılar diyelim. Gazetecilik temel ilkelerine gözü kapalı bir şekilde ihanet etmediler. Ki bugünkü medya ortamında bu bile önemli bir şeydir. Egemen medyanın diğer önemli ayağı olan Sabah’ın düştüğü duruma bakarsak, Hürriyet’in burada hakikaten iyi bir sınav verdiğini söylemek lazım. Ayrıca Aydın Doğan’a ve gazetelerine yönelik saldırılara, imzasız başyazılarla verdikleri cevaplar da makul cevaplardı.
Türkiye medyasında akla mantığa sığmayan yüzlerce örnek yaşanıyor her gün ve sizden analiz etmenizi istesem de zorlandığınızı görüyorum.
Yani son 10 yıldır yurtdışında yaşayıp, hiçbir Türk gazetesini okumayan birine ‘Hürriyet’i bastılar’ deyin, ‘Yok canım, Hürriyet’i kim niye bassın’ der. Ama geldiğimiz aşamada iktidar partisinin milletvekilleri, militanları bunu yaptı. Akıl karı işler değil bunlar. Totaliter anlayış benden olmayan herkes kahrolsun yaklaşımına sahip.
Doğan Grubu’na kendi öz sermayesinin iki/üç katı vergi cezaları kesildi. O büyük bir meydan okumaydı. Doğan Grubu Milliyet ve Vatan’ı elden çıkarmak zorunda kaldı. Bunlar herhangi bir iktidarın, herhangi bir gazeteyle kuracağı ilişkiler değil. Hele Güneş, Akşam, Vakit falan gibi gazetelere baktığımız zaman Aydın Doğan neredeyse devlet açısından Öcalan kadar tehlikeli bir kişilik olarak gösteriliyor.
Peki şöyle okumak mümkün mü: Bu baskıların nedeni, Hürriyet’in temsil ettiği seküler-kentli kitleyle, Kürtlerin ve diğer ezilmiş kesimlerin bir araya gelmesini engellemek amaçlı bir manevra olabilir mi?
Mümkün bence. Çünkü 7 Haziran seçimleri öncesinde Hürriyet Gazetesi’nin HDP ile ilgili yayınlarında, yandaş medyanın AKP’ye yaptığının 10’da 1’ini bile görmedik. Geriye dönük haber incelemeleri yaptığımızda Hürriyet’in HDP’nin yüzde 10’u geçmesini sağlamak için bir desteği olduğunu söylemek mümkün değil. Bütün partileri izleyip aktardıkları gibi HDP’yi de aktardılar. Şunu unutmamak lazım, Hürriyet Gazetesi bu ülkenin önemli kurumlarından biridir. Son 40-50 yıllık siyasi tarihte olumlu veya olumsuz her zaman önemli bir rol almıştır. Öyle bir kurumun dahi, koskocaman bir iktidardan yana olmaması rahatsız ediyor.
“MEDYADAKİ YAKUP CEMİL HAREKETİ”
“Biz eskiden meslektaşlarımızın cenazelerine giderdik, şimdi mahkemelerine gidiyoruz” diyorsunuz. Buna ek olarak yeni bir durum var: İnternet haberciliğinin yaygınlaşmasıyla, erişim yasağı diye yeni bir yasakçı zihniyet. Dicle Haber Ajansı’na 20. kez erişim yasağı kondu, Özgür Gündem, Cumhuriyet, Nokta’nın web sitelerine de keza. Yasal olarak çıkan, basılan, bayiye giden gazetelerin/dergilerin internet sitelerine yasak koymak kendi içinde saçma değil mi?
Evrensel gazetesi muhabiri Metin Göktepe’nin ölümüyle ve ona gösterilen tepkiyle, gazeteci dayanışmasıyla gazetecilerin cenaze törenlerine gitmemeye başladık. Yani gazetecileri öldürmenin bumerang etkisi yaratacağı, bunu yapanların itibar kaybedeceği görüldü devlet tarafından.
Eskiden iktidarlar en iyi gazeteci ölü gazeteci derdi, şimdi en iyi gazeteci mahkemelerde sürünen ya da hapse atılan gazeteci, diyorlar. Dolayısıyla tabii ki herhangi bir meslektaşımızın planlanarak, kasten öldürülmemesi iyi bir şey ama bunun bir güvencesi de yok. Tehditler şimdiden başladı; Can Dündar’a, Ahmet Hakan’a yönelik.
Doğru haklısınız, bunlar hakikaten akıl mantık işi olmadığı için yorumlanması da güç. Basın Kanunu var, Ceza Kanunu var gazeteciler haberlerinde şiddet övgüsü yapıyor, suç işliyorsa bu kanunlarla tutuklamadan yargılayabilirsiniz. Ama iktidar bunların hiçbirini yapmıyor. Çünkü örneğin Cumhuriyet’in ‘MİT TIR’ları’ haberine yalandır demiyor, niye yayınladın diyor.
Yakup Cemil’in medyatik versiyonu köşesinde “ABD’de böyle bir şey olsa CIA bu gazetecileri öldürür” diye yazabiliyor. Cehalet de, faşizmin önemli unsurlarından biridir. Bundan çok daha vahim Watergate Skandalı’nı ortaya çıkaran gazetecileri bırakın öldürmeyi, Amerikan toplumu ve Amerikan devleti kahraman ilan etti.
Watergate, MİT TIR’larından çok daha büyük bir skandaldır ve bunu ortaya çıkartan Bob Woodward ile Carl Bernstein çok önemli gazeteciler olarak yaşadılar. O CIA; küçük Yakup Cemil’in kafasındaki CIA olmalı.
AKtrollere yapılan yatırımı da dikkate aldığımızda bütün iktidarların yaptığı gibi bu iktidar da, sosyal medyanın kıymetinin farkında. Dolayısıyla internete yasak getiriyor. Bunun ne yasal ne de meşru bir zemini var. İktidarların bilmediği, bilmek istemediği, çünkü hoşlarına gitmeyen bir gerçek var. Chomsky sansür, tahribat, dezenformasyon için “Bu tür yöntemlerle belirli bir kitleyi bir sürne habersiz bırakabilirsiniz, ama ilelebet herkesi habersiz bırakamazsınız” der. Ki Chomsky bunu söylediğinde tarih 80’lerdi ve daha sosyal medya diye bir şey yoktu. Somut olarak hatırlatmak gerekirse, Roboski’deki katliam olduktan bir saat biz sosyal medyadan öğrendik. Egemen medya yanılmıyorsam, 13-14 saat gizleyebildi, o kadar.
Her halükarda gerçek ortaya çıktı. Sansür bugün çok daha küçük bir kitleyi, çok daha kısa bir süre ancak bilgiden men edebiliyor. Eskiden daha geniş bir kitleyi, daha uzun bir süre birtakım bilgilerden men etmek mümkündü. 1925 Şeyh Sait Ayaklanması’nın ilk haberi üç ay sonra yayınlanmıştır Cumhuriyet gazetesinde. Üç ay boyunca İstanbul’da gazete okuyanların, Şeyh Sait isyanının ne olduğu konusunda hiçbir bilgileri yoktur.
7 Haziran öncesi ve sonrası AKP medyasını karşılaştırırsak, neler söyleyebilirsiniz?
Medyayı yönlendiren tamamen siyaset. AKP dünyası olası bir çözüme ve Türk-Kürt kardeşliğine büyük ölçüde oyalama ve içtenlikten yoksun bir yaklaşımla yaklaştı. Evet o sırada egemen medyada da Kürt düşmanlığı belirli ölçüde azalmıştı.
Ama çözümün herhangi bir sağlam altyapısı olmadığı ve bir adamın iki dudağının arasından farklı bir şey çıktığı için yeniden eski klasik, 90’lardaki söyleme geri dönüldü. En son Burhan Kuzu ‘Bu teröristlerin çoğu sünnetsiz’ dedi. Sen fenni sünnetçi misin, sanane? Biz 1990’larda Genelkurmay’ın imzasız olarak helikopterlerden dağıttığı bildirilerden bu kalıbı biliyoruz.
Batı medyasında, Türkiye’nin yansımaları nasıl?
Makas çok büyük bir şekilde açılmış durumda. Cizre olayı, Suruç olayı veya herhangi başka bir olayı aldığımız zaman, Türk egemen medyasında yayınlanan haber, bilgi, yorumlarla; yabancı medyada yayınlanan haber, bilgi ve yorumlar arasında makas çok açıldı. Türk egemen medyasında yayınlanmayan bir sürü şey, yabancı medyada yer alıyor. Türk egemen medyasında hiç yer almayan perspektif, bakış ve yorumlar yabancı medyada yer buluyor. Dolayısıyla biz kendi memleketimizde olup biten bir şeyi, kendi medyamızdan değil, yabancı medyadan öğrenmek durumunda kalıyoruz.
Daha açık bir örnek vereyim. Örneğin İngiliz medyasında zaman zaman Fransa ile ilgili haberler çıkar. Fransız gazetesinde çıkan o konuyla ilgili haberle, İngiliz gazetesinde çıkan Fransa ile ilgili haber arasında büyük ölçüde fark yoktur. İngiliz bakış açısı, o gazetenin yayın politikası gibi detaylar dışında. Ama bizdeki durum, ak ile kara şeklinde.
“HAVUZ MEDYASI ÖZGÜVENİNİ KAYBETTİ”
Son olarak birlikte biraz havuz medyasına bakalım. Gözümüzün içine baka baka yalan haberler yayınlanıyor. Bir cümleden manipülasyonlar üretiliyor. Mesela geçenlerde Selahattin Demirtaş’ın “Cizre yanarken Bodrum mutlu olabilir mi?” diye empati çağrısı yaptığı cümlesini bile “Bodrum’u tehdit etti” diye yayınladılar. Gazetecilik nosyonuna sahip olmayanların meslek erbabı diye abartılması, Cumhurbaşkanı’na sürekli methiye dizenlerin köşe sahibi olmaları. Havuz medyasındaki bu muhteşem özgüveni nasıl yorumlamak gerekir?
Bence o özgüven artık kırıldı. Havuz medyası tabir ettiğimiz, iktidar yanlısı medya direk olarak ölüm tehditlerine başladı. Kendisine çok güvenen, toplumun önemli bir kesiminin desteğini arkasında hisseden insanlar sağa sola ölüm tehdidi saçmaz. Çünkü zaten toplum onun istediği şekilde ilerlemektedir.
Zor bir şey aslında havuz medyası hakkında konuşmak. Ben dış basını takip etmeye çalışıyorum, örneğin Afrika’daki birtakım Fransızca konuşulan ülkelerden örnek vereyim. Ki orada gazetenin sahibi Devlet Başkanı’dır, Yazıişleri Müdürü Başbakan’dır, Haber Müdürü de İstihbarat Bakanı’dır.
Oralarda da tabii ki iktidarı överler ama meslektaşlarını ölümle tehdit etmek, fotomontajlarla canlı bombalar üretmek gibi şeylere onlar bile tevessül etmedi. Bunlar tevessül edildiğine göre, bayağı güç durumdalar demektir. Bunlar suçtur; gazetecilik açısından da suçtur, adli olarak da suçtur.
Canlı bomba hazırlanırken öyle fotoğraf çektirilir mi yahu? İnsanları aptal yerine koyarak, herkesi kendileri gibi sanıyorlar. Bence iş siyasi çerçevede değerlendirmekten çok, psikiyatrik vakalara doğru gidiyor. Akıl, rasyonalite, dürüstlük, ahlak, vicdan, izan bütün bunlar büyük ölçüde kaybolmuş durumda havuz medyasında. Bir de tabii havuz medyası derinleşiyor, derinleştikçe de yüzmek güçleşiyor, kolay batarlar orada. Üstelik de havuz medyasına su veren hortumlar kesiliyor, bunun farkındalar. Yarın öbür gün AKP’nin de içinde bulunduğu koalisyonda bile en azından yüzde 50 kesilecek hortumlar.
“HAMAM BÖCEĞİ TEORİSİ”
Bundan sonrasını nasıl görüyorsunuz hem Türkiye hem medya açısından?
Benim bir teorim var medyaya ilişkin: ‘Hamam Böceği Teorisi’ diyorum ben buna. Bir hamam böceği duvarı yükselerek çıkar, bu yükselme de medyadaki yozlaşmanın ölçüsüdür. Ama en fazla tavanın başladığı yere kadar yükselir, ondan sonra da birkaç opsiyon var: Ya yerçekimi kanununa aykırı olarak tavanda yatay olarak yürümeye devam eder ya da düşer.
Düşünce ya sıfır noktasına düşer ya da biraz daha aşağı düşerek, yeniden tırmanmaya çalışır. Benim medyanın gidişatıyla ilgili gördüğüm bu. Tabii ki bu siyasetten bağımsız bir şekilde olmuyor, medya Türkiye’nin medyası. Çok siyasi, çok toplumsal, çok ideolojik, çok ekonomik bir aygıt medya. Ve toplumun; iktidar dahil, muhalefet dahil, sıradan insanlar dahil çok çeşitli kesimlerinin etkisi altında ve çok çeşitli kesimleri etkilemeye çalışan bir aygıt.
Öncelikle; herhangi bir gazeteci örgütüne üye olsun olmasın gazetecilerin daha sıkı örgütlenmesi ve dayanışma içinde olması gerekiyor. İkincisi olarak Türkiye’de bir medya mülkiyeti sorunu var ve ciddi kanuni düzenlemeler yapmak gerekiyor. Bazı ülkelerde var. Sıkı olanlarda, medya dışında başka hiçbir sektörde iş yapma olanağı tanınmıyor. Biraz daha gevşek düzenlemelerde, hiçbir devlet ihalesine katılamıyor. Bizde de buna benzer düzenlemeler var, ama kimse kanun dinlemediği için işlemiyor.
Dolayısıyla medya mülkiyeti konusunda köklü bir değişiklik ve bunun yasal zemininin oluşturulması gerekiyor. Üçüncüsü de, Amerikan Anayasası’nın First Amendment denilen birinci değiştirilmiş maddesi vardır. Sekiz satırlık bir maddedir bu ve bütün Amerikan toplumunun özünü teşkil eder. Çünkü bu maddeye göre toplanma, düşünceyi ifade, basın ve din özgürlüğü konusunda hiçbir makam hiçbir kısıtlama getiremez. Cumhurbaşkanı da dokunamaz, Meclis de dokunamaz, savcılar da dokunamaz.
Bizim de bu özgürlükleri Anayasal güvenceye kavuşturmamız lazım. Dördüncü ve bence en önemli; medyanın yaşadıklarının tüm toplumun sorunu olduğunu bilmek ve buna göre çalışmak gerekiyor. Sonuçta hiçbirimiz kendimiz için haber yapmıyoruz. Gazetecilikle tiyatro arasında bir benzerlik vardır. Tiyatrolarda, dikkat edin oyun başlamadan önce birisi perdeden salona bakar seyirci var mı diye. Bir tek seyirci varsa bile oynamak zorundadır, kimse yoksa oynamazlar
. Gazetecilik de böyledir, bizim yaptığımız gazeteleri kimse almazsa patron bir gün/iki gün dayanır, sonraki gün kapatır. Biz tamamen kamu adına, yurttaş adına bir habercilik faaliyeti yürütüyoruz. Dolayısıyla bizim çalışma koşullarımız kısıtlandığında, bize yönelik baskılar artığında bunun ceremesini sonuç olarak okur çekiyor, okur o bilgiden bihaber kalıyor. Buna çözüm olarak çeşitli ülkelerde gazetelerin ve gazetecilerin okurla daha sıkı ilişkiler kuruluyor. Le Monde Diplomatic’in dostları derneği vardır mesela, Cumhuriyet okurlarının da bir kulübü vardı. Toplumsal olarak okurun gazetelerine sahip çıkması gerekiyor.
NOKTA HABER |
Yorumlar