Ana içeriğe atla

BOYU UZUN SİYASETİ KISA ADAMIN GAZETECİ ÖFKESİ


·      Çok sinirli, çok kızgın… Bağırıyor çağırıyor, kükrüyor… Hakaretin bini bir para… Suç duyuruları, dava açmalar, yanında bırakmamalar… Bu insan neden bu kadar rahatsız? İşler istediği gibi gitmese ne olacak? Bir şeyden mi korkuyor acaba?


Bayır aşağı giden arabada frene basarsın tutmaz, el frenini çekmeye çalışırsın yay gibi boşalır, uçuruma gidiyorsundur… Çaresizlik, korku, panik, çığlık… Rüyalarda olur ya.
Bir de çok kötü sıkıştırmışlar seni, yardım isteyeceksin, imdat diyeceksin, bağıracaksın… sesin çıkmaz. Çırpınırsın, kahrolursun, sona gelinmiştir. Şansın varsa uyanırsın!
Uzun Adam ve arkadaşları seçime doğru işte aynen böyle… Bu halet-i ruhiye içindeler.
Bir şey daha geldi aklıma:
Fellini’nin Amarcord filmindeydi değil mi? Çocuklar, okulun avlusunun çeşitli zulalarına birer hoparlör yerleştirmişler, Enternasyonal çalıyor, bağlı olarak, konsekütif makamda… Mussolini’nin adamları geldiğinde bir hoparlöre ateş edip marşı sustursalar da,  ikinci yedek 3 saniye içinde devreye girip …’Bu kavga en sonuncu kavgamızdır artık…’ diye devam ediyor. 2. hoparlör de kurşunla gazi olup susunca 3. hoparlör ‘Enternasyonal’le kurtulur insanlık’ diye devam ediyor. Bu sahne filmde 5-6 dakika sürmüştü. Ellerindeki makinalı tüfeklerle oradan oraya sinirle koşuşup hoparlör avlayan faşistlerin çılgınlığı görülmeye değerdi. Tam susturdum sanıyordu asker, 6. hoparlörden yine Enternasyonal marşı üstelik gayet gıcık bir keman solo ile yükseliyordu. Tansiyon, şeker, nabız Acil Servislik…
HİÇ BEKLEMİYORDU, OLDU…
Bu aralar memleketin dört bir yanından, vurulsa da şarkı söylemeye devam eden hoparlörlerden çıkan haykırışlar birilerini- daha doğrusunu birisini- resmen tilt ediyor yani. Anayasaya aykırı mitinglerde hakaretler, her akşam bir televizyon kanalında korku filmden reklam sekansları… Aman ha koalisyon olursa batarsınız! Filan falan…
Gelelim işin medyasal yanına. Sen şimdi memleketteki gazete, televizyon, radyo ve İnternet aleminin belki de yüzde 80’ine doğrudan ya da dolaylı olarak sahip ol, adamlarını oralarda kilit noktalara yerleştir, muhalif diye bilinenleri de siyasi, ekonomik, adli ya da mahalle baskısıyla susturmaya çalış, ama işte yine olmuyor, olmuyor.
Uzun Adam’ın sinirlenme nedenlerinden biri de bu: Yani diplomatik dille söylemek gerekirse, sen medyaya bunca yatırım yap (Milyar dolarlar lar lar lar) zibidinin biri çıkıp senin açığını yakalasın, fotoğraflarla filan da manşetten şey etsin. Gözün kararır tabi, ihanet, casusluk gibi anlamsız ve miyadı dolmuş ithamlarla saldırıya geçersen de ‘Tehdidi bırak, şu sorulara yanıt ver!’ derler ki, hiçbirine doğru dürüst cevap veremezsin. Dolayısıyla kızmakta, sinirlenmekte hatta çıldırmakta haklısın vallahi…
SEN NE BİÇİM AYNASIN YAHU!
Hiçbir iktidar medyadan hoşlanmaz. Bu da sevmiyor tabi. Bizimki bir süredir tüm rasyonalitesini kaybetti. Saray’da ‘Beni darbe ile devirecekler’, ‘Beni zehirleyecekler’ vesvesesine boğulmuş durumda krizler geçiriyor. Oysa ki 17. Büyük ekonomi, One Minute, Sultan Abdülhamid Han’ın evladı ne güzel referanslardı. Alışmıştı, pek de hoşuna gitmişti. ‘Padişahım Çok Yaşa’ diye bağırmasalar bile o öyle duyuyordu amplifikatörlerde yükseltilen tezahürat seslerini. Muktedir olmayan bilmez anlamaz. Ama o konumda hissedince Yüce İnsan kendini, bir gazete manşeti bile maymuna çevirir adamı. ‘Sen kimsin!’, ‘Sen de kim oluyorsun!’ şeklindeki horozlanmaların artması, şahsın bizzat kendisinin kim olduğunu unutmasıyla eşanlamlı. 
İktidarın da aklı vardır, ama o başka bir akıldır. Hikmet-i hükümet derlerdi eskiden. Gavurcası Raison d’Etat. Toplumsal gerçeklerle çelişir çoğu zaman.
Unutmayalım ki, bir de meşhur ‘saat beşi 25 geçiyor’ meselesi var. 17-25 Aralık hakiki bir heyuladır O’nun belleğinde. Günleri ve ayları yeryüzünden silmek imkansız. Demek ki bir gün yine 17.25 meselesi gelecek gündeme. Ya…
Fuat Avni’den öğreniyoruz ki, dikkat, adı geçen kurumlar tekzip edemedi, piyasadaki yandaş günlük gazetelerin resmi olarak ilan edilen tirajları, gerçek satışların belki 3-4 misli altında.  Yani yok aslında bunların bir gücü ve etkisi filan. Zaten Ekselansları da Sözcü gazetesinin tirajını görünce ‘Bu doğru mu?’ diye sormuş. Tüm yandaşların tirajı yapay olarak yükseltiliyor ya.
Tek Adam, Diktatör, Tiran, Yezid gibi takma isimlerle de anılan değerli şahsiyet ve saz arkadaşları, son zamanlarda saldırı hedefini genişlettikçe genişletiyor ki siyasette beceriksizlik ve sıkışmışlık işaretidir. Kim iktidarı eleştirse, hemen Paralel oluyor, simültane olarak vatan haini, casus, PKKli, CHPli, DHKP-Cli, Gezici olmakla damgalanıyor. Küçük Adam daha dün ‘6lı koalisyona karşı savaşıyoruz’ dedi. Yandaş medya Cafer’den acilen bez talebinde. Mesela biri, Can Dündar’a ‘Pennsylvania’nın Altın Çocuğu’ demiş. Gazete de bu sözü manşete çekmiş. MİT Tır’ları  haberi, fotoğrafları doğru mu sahte mi? Temel mesele bu değil mi? Bu konuda yazın çizin. Pennsylvania, Alaska ya da altını gümüşü karıştırmayın işin içine. Karıştırırsanız haberin doğruluğu tarafınızca da teyid edilmiş olur.
SANALA VURUNCA GERÇEK DEĞİŞMEZ Kİ…
Tek Adam rejimini düşleyen Beştepe’nin yalnız adamı, kendisine çeşitli kutup, makam, kişi ve kurumlardan gelen eleştiri ve suçlamaları medyadan izleyip öğreniyor ya, demek ki medya kötü bir şey! Ver veriştir Aydın Doğan’a, saldır Can Dündar’a, Cumhuriyet’e…
Bu kişi, şimdiye kadar elindeki siyasi ve maddi imkanlarla, sanal ya da medyatik gerçeklikte kendisine uygun bir ortam, bir manzara, bir imaj yaratmayı başarmıştı. O kendisini dokunulmaz, eleştirilmez hale getirmek istiyordu. Yüzde 52’yi almıştı ya, ne istese yapabilirdi. Öyle sanıyordu. Yasama zaten büyük ölçüde ona bağlıydı, yargının kolunu kanadını da son hamlelerle iyice kırdı. Yürütmede Davutoğlu, Arınç gibi bir kaç pürüze rağmen sorun yoktu. Medyatik gerçek çoğu zaman hakiki gerçeği yani toplumsal-siyasal gerçeği yansıtmaz. Hatta tam aksini yansıtır. Diktatör kendisini aynada nasıl görüyorsa bütün toplum da öyle görüyor sandı ve sanal gerçekle hakiki gerçeği birbirine karıştırınca ortaya bugünkü vahim durum çıktı.
DEPLASMAN KORKUSU
Uzun Adam’ın konuşmalarını, açıklamalarını okuduğumuzda son dönemde New York Times, Financial  Times, BBC, Reuter’s gibi uluslararası medya kuruluşlarının isimlerine de rastlıyoruz. Kahramanımızın coğrafi anlamda da mekan ve anlam kayması hastalığına (Dyslexique Spatium!) tutulduğunu görüyoruz. Edirne-Hakkari ekseninde az-çok geçerli olabilecek söylem, değer yargıları ve yaklaşımlar, New York, Londra ya da Paris gibi alanlarda tamamen anlam kaybediyor, traji-komik görüntülere neden oluyor.  New York Times’ı Atıf Beki yönetmiyor, bu gazetenin sahipleri de 3.havalimanı ihalesine girmediler.
Havuz medyası kendisinden beklenen kalite ve tiraj performansını gösteremediği gibi Saray’ı derin sıkıntılara da soktu. Şöyle ki: İhale karşılığı toplanan paralarla yaptırılan havuz medyasına, birisi üç damla yağ döktü, kesif siyah bir yağ. Havuza giren muhteremlerin hem derisinde leke yaptı hem de ciltlerine yapışmış günlerce çıkmayacak pis bir koku… Havuz medyasının yarattığı derin sıkıntı ise havuzda yüzenlerin neredeyse tekme tokat birbirlerine girmesi.  Son olarak Sancak ile Bulut’un süper biat demeçleri havuzun yüzücülerini birbirine düşürdü.
Hem sonra düşünün, bizim gördüğümüzü iktidardakiler görmüyor mu ki? Geçmiş seçimler öncesinde bu yandaş medya, çarşaf çarşaf kamuoyu anketleri yayınlardı: İktidar partisi yüzde 55 ila 60 arası alıyor, MHP geriliyor, CHP oy kaybediyor diye… Şimdilerde ise kendi yaptırdıkları anketlerde bile, HDP barajı geçiyor, CHP ile MHP’nin oyları yükselişte. E bu durumun bir tek tercümesi var: AKP geriliyor. Bu gerileme, oylama sonucunda 276 sandalyenin altına düşme ihtimalini bile içerdiği için AKP lideri ve küçük liderleri kafayı yese, yeridir. Vur o zaman CeHAAAPe’ye, vur o zaman HaaaDePe’ye… Vur o zaman eskisi kadar iktidara destek vermeyen medyaya… Hatta HDP’ye göz kırpan medyaya…
İşin ilginç yanı şu: Siyasi baskısıyla, parayla sanal gerçeğe belki istediğiniz biçimi/şekli verebilirsiniz. Ortaya hoşunuza gidebilecek bir medya manzarası bile çıkarabilirsiniz.(Ki bu sefer onu bile beceremediler). Ama günün sonunda hakiki gerçek, medyatik gerçeği berhava eder ve kendi gerçeklerini sanala da, medyaya da empoze eder.

Şimdiden geçmiş olsun…

(*) http://yuzdeon.org/_php/index_sayfa.php?SayiX=5&KX=121

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Cumhuriyet gazetesi de Türkiye Cumhuriyeti gibidir:

  Kadim iktidar sahibi ama Cumhursuz ve bağnaz!   * Atatürk’ün emriyle kurulan Cumhuriyet gazetesi 100 yaşına bastı. Mustafa Kemal Atatürk ve T.C için olduğu gibi Cumhuriyet gazetesi için de şimdiye kadar elle tutulur, ciddi, çok yönlü, eleştirel perspektifli akademik ya da mesleki bir yayın yapılamadı. Ragıp Duran Cumhuriyet gazetesi hakkında şimdiye kadar yayınlanmış çeşitli yayınların çoğunu okudum. Büyük bir kısmı tek yanlı bir Kemalizm güzellemesi şeklinde kaleme alınmış. Kuşkusuz 100 yıllık tarihinde bu gazetenin gerçekleştirdiği sınırlı sayıda da olsa olumlu siyasi ve medyatik etkinlikler yok değil. Mesela Yaşar Kemal’in Anadolu röportajları. Ya da CUMOK’un ilk baştaki girişimleri. Okay Gönensin’in taslağını hazırladığı Vakıf yapısı. Celal Başlangıç’ın Kürt bölgesi haberleri… Cumhuriyet gazetesi herhangi bir günlük gazete değil. Adı, tarihi, mülkiyeti, yapısı, yayın politikası büyük ölçüde Mustafa Kemal Atatürk ve Cumhuriyet rejimi (1923-2002)   ile neredeyse özdeş. Gaze

Midilli’den İzlenimler: Ada değil Memleket…

  * Kitap tanıtım toplantısı bahanesiyle Türkiye’den gelen kırk yıllık arkadaşlarımla şahane 5 gün yaşadım Midilli’de. Eski ve yeni fotograf kareleri… Ragıp Duran Midilli, Ege’de Türkiye’nin hemen yanı başında kocaman bir ada. İzmir, Ayvalık ya da Dikili’den motorla en fazla 1 saatte ulaşıyorsun.   Benim Yunanca kitabımın tanıtım toplantısı için Midilli’de göçmenlerle çalışan Birarada Derneğinin davetlisi olarak adaya vardık. Yayıncım Yorgo Giannopoulos, ben ve Yiğit Bener, ‘’Selanik Sürgünü’’ kitabının Midilli’deki tanıtım toplantısında 23 Mayıs 2024 Ben 15-20 sene önce, birisi Türkiye-Yunanistan Defne Dostluk Derneği ile ikincisi mektepten arkadaşlarımla gezmeye Midilli’ye gitmiştim. Öyle turistik bir Yunan adası değil. Dağları tepeleri, yeşil vadileri olan güzel bir kara parçası. Son zamanlarda Türkiye’den günde 4-5 motorla yüzlerce turist geliyor. Ada halkı özellikle de esnaf memnun. Çünkü, ‘ ’Türkiye’den gelenler bize (Yunanlılara) çok benziyor. Alman, İngiliz ya da Fran

Ümit Kurt - Kanun ve Nizam Dairesinde / SOYKIRIM TEKNOKRATSIZ OLMUYOR!

  *Kurt’un son çalışması, bir çok yeni gerçeği belgeleriyle su yüzüne çıkarıyor. M.R.Mimaroğlu örneği,   sadece 1915’i değil günümüzü de açıklıyor.   Ragıp Duran   Tarih kitaplarının amatör bir okuru olarak, bizim kuşak, Kürt Meselesini İsmail Beşikçi’nin, Ermeni Meselesini de Taner Akçam’ın çalışmalarından öğrendi.   1915 Ermeni Soykırımı Araştırmalarının öncüsü olan Akçam’ın açtığı yolda ilerleyen tarihçi Kurt, bir önceki kitabında soykırımın Antep somutunda hem mikro analizini yapmış hem de yerel eşrafın (Aktörlerin) konum ve katkısını incelemişti.   Son çalışması olan ‘’Kanun ve Nizam Dairesinde’’ (Aras, 2023, Istanbul, 255 s.) ise, orta hatta üst düzey bürokrat Mustafa Reşat Mimaroğlu’nun (1878-1953) mesleki ve siyasi yaşamını irdelerken, 1915’in bürokrasi boyutunu sergiliyor. Kurt’un kitabını okurken altını çizdiğim bir kaç özellik var: * Akademik çalışmalarının bir bölümünü Kudüs’de gerçekleştirdiği için Kurt, 1915 ile Holokost   arasındaki benzerlik ve farklılıkla