George Orwell Noam Chomsky Aldous Huxley
'Bir yanım çılgın nar ağacı
Bir yanım buz sarayı' (*)
· Fikir, düşünce, medya aleminde bu aralar öyle şeyler oluyor ki, kanımız donuyor. Egemenler neden bu kadar çok baskıya, tehdide ihtiyaç duyuyor acaba? Hukuksuzluğun sonu nereye varır birader, hiç düşündün mü? ‘Ama ben onu demek istememiştim Sayın Yüce Divan azaları!‘
Bu aralar memlekette düşünce, ifade ve basın özgürlüğünün durumu pek vahim. Yerli ve yabancı uzmanlar bu felaket ortamını rakamlar, istatistikler ve raporlarla saptıyor. Yurttaşlar, okurlar, aydınlar ve iktidar dışındaki siyasetçiler de, her gün başlarına gelen sıkıntı ve sınırlamalar yüzünden asabi oldular, ancak küfür ederek rahatlayabiliyorlar.
Hele biri var ki, hepimizin sinirlerini altüst ediyor. Çünkü belli ki çok sıkışmış, çünkü galiba artık kendisi ve yakınları da anladı ve kabul etti ki, Başkanlık rejimi filan olmayacak. Hatta birisi çıktı ‘Gerekirse azınlık hükümeti kurarız’ dedi. Anlaşılan tek başına iktidar olma ihtimali de, referanduma gitme olasılığı da suya düşmüşe benzer.
Olup bitenleri gazetelerden, televizyonlardan bir de ‘Çağımızın başbelası’ Twitter’dan izlemeye çalışıyoruz. Bu son mecrada düşünce, ifade ve basın özgürlüğü biraz daha geniş.
DOĞU AVRUPALI AYDINLAR GİBİ SERT VE SOĞUK
90’lı yıllardı. Sağolsun Şanar Yurdatapan sivil itaatsizlik eylemleri organize ediyordu. Bir seferinde galiba Yaşar Kemal’in hakkında soruşturma açılan ‘Yalanlar Seferi (Ocak 1995, Der Spiegel) yazısı suç ise biz de bu suçu işledik’ demek için gidip kendimizi Beşiktaş’daki DGM Savcılığına ihbar edeceğiz. Kış günü. Ünlü aydınlar, ünsüz devrimciler, kadınlar, erkekler, gençler upuzun bir kuyruk oluşturmuş. Bir yandan da sosyal bir faaliyet. Eş-dostla muhabbet fırsatı. Hava gri ile siyah arasında. Şimdi HDP Antalya milletvekili adayı Saruhan Oluç, hiç unutmuyorum, atmosferden esinlenmiş olsa gerek ‘Doğu Avrupa aydınlarına döndük’ demişti. Doğu Avrupalı aydınlar o zamanlar çok güç koşullar altında muhalefet yapıyordu. Havel mücadele etti, sonra Cumhurbaşkanı oldu. Valessa da aynen…
ASLINDA ÖNCE HUXLEY YAZDI SONRA ORWELL
Meşhur bir Orwell-Huxley ikilemi vardır. Kısacası şu: Orwell, egemenlerin baskı, tehdit, şantaj ve terörle korkuttuğu bir toplumdan sözeder. Bkz. 1984. Huxley ise, Cesur Dünya’da, halkın, yurttaşların gönüllü olarak boyun eğdiği, köleleştiği bir toplumu betimler. Huxley’de toplum egemenlerle tamamen hemfikirdir. Bu nedenle de iktidar, herhangi bir baskıya gerek kalmadan toplumu rahat rahat yönetir, yönlendirir, biçimlendirir.
CHOMSKY’NİN KİBRİT KUTUSU
Noam Chomsky ile 2000 yılında MIT’deki odasındaki bir sohbette Türkiye ile ABD’de muhalif olmanın farklılıklarını konuşuyorduk. Daha doğrusu Hoca anlatıyor, ben dinliyordum, arada sırada da sorularla hocayı daha iyi anlamaya çalışıyordum. Chomsky, eline bir kibrit kutusu aldı ve üst kısmını göstererek ‘Amerika’da muhalifler işte bu kadar dar bir alanda mücadele ediyor, daha doğrusu ayakta kalmaya çalışıyor. Siz ise Türkiye’de (Hoca, memleketi 98 kaynaktan en az bizim kadar yakından izliyordu ve uçan kuştan haberi vardı) işçi mücadelesinden öğrenci eylemlerine, Kürt savaşından aydınların girişimlerine kadar çok daha geniş bir alanda muhalefet yapabiliyorsunuz’ demişti. Doğru ama bu durum Türkiye’de muhalefet alanının genişliğinden çok ABD’deki alanın darlığından kaynaklansa gerek…
ABD’NİN STALİNCİLİĞİ
Meşhur öyküdür. Brejnev döneminde bir Sovyet basın heyeti ABD’de uzun ve geniş kapsamlı bir inceleme gezisine davet edilmiş. New York’tan Los Angeles’e kadar bütün büyük gazeteler, televizyon kanalları ve radyo istasyonlarında uzun uzun araştırmalar yapmışlar. Sürekli not almışlar. Her seferinde Sovyet heyeti mensuplarının ağızları bir karış açık, gözleri fal taşı gibi, kendi aralarında Rusça istifham ve soru işaretleri patlatmışlar. Neyse gezi bitmiş. Amerikalı yetkili Sovyet heyetini havaalanında Moskova’ya uğurlamadan önce izlenimlerini sormuş. Sovyet heyet başkanı: ‘Çok ilginç… Çok başarılı bulduk sizin basın dünyanızı… Nasıl bu hale geldiniz pek iyi anlayamadık ama biz mesela Sovyetler Birliği’nde en küçük derginin başına bile bir komiser dikeriz, buna rağmen bizde kaçak, sızıntı filan olur yine de. Oysa ki sizde komisersiz, sansürsüz bir şekilde koskoca ABD’de tekdüze, monoblok, aynı resmi çizgiyi en küçük dergiden en büyük televizyona kadar tüm basında başarılı bir şekilde hayata geçirebiliyorsunuz. Doğrusu bravo… Memlekete gidince bu konuyu daha ayrıntılı bir şekilde inceleyeceğiz!’ demiş.
SSCB o zaman Orwell toplumu idi, ABD ise o zaman ve bugün Huxley toplumu.
Bugün ya da son 30-40 yıldır ABD’de mesela Chomsky’ye deli gözüyle bakar bir sürü insan. Bunu da yazarlar açıkça: ‘Nasıl olur da Chomsky gibi son derece önemli bir akademisyen bunca özgürlük varken kalkıp Amerikan dış politikasını böylesine sert bir şekilde eleştirir. Akıl almaz yani…’ .
Stalin döneminde ve daha sonra da, SSCB’de de şu veya bu şekilde muhalefet yapan insanları akıl hastanesine kapatırlardı. Öyle ya, memlekette sosyalizm kurulmuş, ya da kuruluyor, herkesin işi, aşı, evi var, bu da kalkmış rejimi eleştiriyor. Akıllı bir insan bunu yapmaz. Yaptığına göre bu adam hasta. O zaman tedavi etmek üzere akıl hastanesine gönderelim.
SELOCAN DELİ Mİ? SANCAK MI AKILLI?
Hep düşünmüşümdür, burası Orwell toplumu mu yoksa artık ileri demokrasi sayesinde Huxleyvâri bir toplum mu oluyoruz? Yalaka medyayı eleştirel bir gözle okuyanlar Türkiye’yi pekala Huxley toplumu olarak niteleyebilir. Ethem Sancak, anasını babasını çocuklarını feda ediyor lidere baksanıza… Sancak kadar zengin olamayan kadın ise, O’nun mabadının kılı olmaya teşne! Son olarak çift tabancalı jöleli bir kovboy peydah oluverdi. Huxley’in alaturka sirkinden yaratıklar!
Kara gözlükleri sevmeyiz değil mi? Görüntüyü de içimizi de karartmanın alemi yok. Keza pembe gözlük de bizi bozar. Yine de mesela bugünlerde Selocan’ın konuşmaları, Bursa’daki metal işçilerinin şahlanışı serin sular serpiyor yüreklerimize. Aslında egemenler Huxley toplumu yaratmanın derdinde. İşin ilginci biz Orwell toplumuna da karşıyız. Kısacası anlaşamayacağız.
Türkiye Gazeteciler Sendikası Genel Sekreteri Mustafa Kuleli, o meşum belgesel ‘Persona Non Grata’nın son kısmında (Mustafa’yı da sanki son anda mecburen koymuşlar o belgesele) gazeteciliğin geleceği konusunda ümitvar olduğunu söylüyor. Ümit varsa gelecek de var. Çünkü zaten iktidar olan her yerde ister istemez muhalefet de doğup büyüyor ve gelişiyor.
Buralara gelene kadar onlarca meslekdaşımızı öldürdüler, gazeteleri bombalayıp haberlerimizi sansürlediler. Bugün baskı fevkalade garip bir düzeyde ve biçimde. Avukatları, polisleri, savcıları, hakimleri içeri atıyorlar. Sadece bu durum bile egemenlerin aslında ne kadar güç durumda olduklarını gösteriyor.
(*) Murathan Mungan
(**) Yüzdeon.org'un 3. sayısından (http://yuzdeon.org/_php/index_sayfa.php?SayiX=3&KX=76)
Yorumlar