AKP/Cemaat koalisyonunun çatlaması ve 17 Aralık yolsuzluk operasyonu ve
sonrasında ortaya çıkan telefon konuşmaları, Türk egemen medyasının trajik
bağımlılığını çok somut bir şekilde ortaya çıkardı. Yol, yöntem, içerik ve
gazetecilik hakkında birkaç not…
Türk medyası olağanüstü günler yaşıyor. Ya da Türk egemen medyasının
zaten bilinen olağanüstü iğrenç yüzü, telefon konuşmaları ile artık iyice su
yüzüne çıkıyor. Şubat ayının ikinci
hafta sonu Brüksel’de Cuma gecesi
Sterk TV’de, Pazar günü Med Nuçe TV’de, Pazartesi günü Istanbul’da Sokak TV’de ve son olarak Perşembe günü de Özgür radyo’da hep bu
konuyu değerlendirdik, tartıştık.
Bu tespit ve değerlendirmeleri yazıya dökmek gerekir diye, konunun birkaç
önemli yanını kaleme alıyorum.
·
Öncelikle
sözkonusu telefon görüşmelerini yayınlamak doğru mudur?
Bazı meslekdaşlar, telefon görüşmelerinin mahkeme izniyle kaydedilenlerinin
yayınlanmasının doğru olduğunu
savunuyor. Oysa ki, gazeteci, olgu ile,
olay ile, haber ile ilişkisinde
öncelikli olarak mahkeme kararını ya da
yasayı temel kriter olarak benimseyemez. Gazetecilikte, haber değeri denilen
parametrede tayin edici iki unsur vardır: Birincisi yayınlanmaya aday bilginin
doğru olması, ikincisi de bu bilginin kamu çıkarına hizmet etmesidir. Bilahare haberin kaynağına, sızıntı ise kimler tarafından ne amaçla yapıldığına da
kuşkusuz bakmak gerekir. Ama bilgi doğru ise ve kamu çıkarına hizmet ediyorsa
yayınlamakta hiçbir sakınca yoktur.
Doğru ve kamu çıkarına hizmet eden bir bilgi sizde var ise, ama bu
haberi yayınlamak haberin kaynağına
hizmet etmek ya da sızıntı yapana hizmet etmek olarak değerlendirir ve yayınlamazsanız, doğru ve
kamu çıkarına hizmet eden bir bilgiyi gizliyorsunuz demektir, ki buna da
misinformation denir, yani bir haberi gizlemek anlamına gelir. Bu tutumun da
pek anlamı yoktur, çünkü o haber, siz yayınlamasanız bile, bir şekilde başka
bir mecrada yayınlanır. Hele İnternet dünyasında… Doğru ve kamu çıkarına hizmet
eden bir bilgiyi, mahkeme kararı olmadan ya da yasalara aykırı bir durum içerse
bile, haber olarak yayınlamak gerekir. Çünkü, mahkeme kararı da, yasa da,
gerçekten ve bu gerçeğin kamuya ulaştırılmasından daha önemli olamaz. Eğer
gazeteci, kendini sadece ve esas olarak mahkeme kararları ya da yasalarla
sınırlı tutarsa ve onların onayı olmadan bir haber yayınlayamıyorsa, buna resmi
gazetecilik denir. Gerçek kimi zaman, mahkeme kararlarına da yasalara da aykırı
olabilir. Gazeteci, mesleği gereği, burada gerçeğin safında yer almalıdır.
Yayınlanan telefon görüşmelerine bakalım şimdi. Başbakan
Erdoğan, Fatih Saraç, Yalçın Akdoğan ve
Fatih Altaylı arasındaki telefon görüşmelerinin otantisitesi, hem Erdoğan hem
de Altaylı tarafından teyid edildi.
Saraç dahil hiç kimse bu telefon görüşmelerinin sahte, düzmece ya da montaj
olduğunu iddia etti. Görüşmelerin içeriğine baktığımızda, yayınlanmasını
engelleyecek herhangi bir yön yok. Yani mesela bu görüşmelerde ne mahremiyet
var, ne herhangi birisinin temel hak ve özgürlüklerine saldırı var, ne de hakaret içeren bir cümle. Dolayısıyla, bu bantların
ya da tapelerin, ister Haramzadeler kod adlı kişiden ya da gruptan gelsin,
ister özel olarak yazı işlerine elden ya da posta, e-posta ile gönderilmiş
olsun, yayınlanmasında herhangi bir sakınca yoktur. Bu haberi yayınlarsak,
Erdoğan üzülür, Fetullah sevinir… cinsinden gerekçeler üretmemek gerekir. Bir
haber, onu bunu üzmek ya da sevindirmek için yayınlanmaz. Kamu yararı olan
doğru bir bilginin, geniş okur/izleyici/dinleyici ye kısaca topluma/yurttaşa
ulaşabilmesi için yayınlanır. Kişi, kesim ya da grupların üzülmesi ya da
sevinmesi mülahazası ile gazetecilik yapılmaz. Halkla ilişkiler yapılır. Şunu
da hatırlatmakta yarar var: Gazetecilik esas olarak iktidarları rahatsız etmek,
yönetilenleri rahatlatmak için icra edilen bir meslektir. Tatlı su gazeteciliği
hariç…
Temel kriter olarak, bilginin doğruluğu ve içeriğin kamu
çıkarına hizmet etmesini alırsak, nereden gelirse gelsin, her türlü telefon
görüşmesi, bant ya da tape, bilgi ya da belge, ilkelere uygun bir şekilde haber
haline getirildikten sonra yayınlanabilir.
Somuta bakalım, kim, hangi tür medya bu telefon
görüşmelerini yayınlamaz ya da yayınlamadı? İktidar yanlısı medya! Ve tabi ki Habertürk!
Nedeni de çok basit, çünkü bu telefon görüşmeleri, çok açık ve net bir şekilde
Başbakan’ın medya özgürlüğünü doğrudan ve bizzat çiğneyerek açıkça sansür
uyguladığını kanıtlıyor.
Tutarlı bir yayın çizgisi sürdürebilmek için, yarın öbürgün,
Gülen Cemaatinin olumsuzluklarını gösteren/teşhir eden telefon görüşmeleri de,
eğer doğru ve kamu çıkarına hizmet ediyorsa, bunları da yayınlamak gerekir.
Ne yazık ki, Türkiye’de mevcut kapışma/yarılmada, iki
güce/kutba, eşit uzaklıkta durabilen bir medya olmadığı için, bir kesim sadece AKP’yi zor duruma düşüren bilgi,
belge ve telefon görüşmelerini yayınlarken, diğer kesim de, sadece Gülen
Cemaatini zora sokabilecek nitelikte bilgi, belge ve telefon görüşmelerini yayınlıyor.
Yurttaş olarak, okur olarak, biz de, ancak farklı hatta zıt
eğilimli medya organlarının tümünü izleyerek büyük resmi anlamaya çalışıyoruz.
·
Görüşmelerin
içeriği iktidar-medya ilişkileri açısından ne anlama geliyor?
Türk basın tarihi hakkında 3-5 kitap okumuş olan herkes,
bugünkü durumun, yani siyasi iktidarın medya üzerindeki tahakkümünün artık
herhalde şahikasının yaşandığını fark etmiştir. Abdülhamid dönemi ya da Tek Parti dönemi dahil, siyasi
iktidarın tepesindeki zatın, bizzat sansürcübaşılığa soyunması açısından bir
ilktir bu yaşadıklarımız. Bir Başbakan düşünebiliyor musunuz, taa Fas’tan bir
Türk televizyonunu izliyor ve ekranın altında kayan bir yazıya takılıyor sonra
da sözkonusu televizyona yerleştirdiği
adamını arayıp, altyazının kaldırılmasını emrediyor. Sadece tarihi açıdan değil
coğrafi açıdan da, bu örnek, dünyada bir
ilk olsa gerek. Yani Erdoğan’dan başka bir Başbakan, dünyanın herhangi bir
ülkesinde, bu Fas uygulamasını yapmış mıdır, ben bilmiyorum ama yapmış olsaydı
herhalde bilirdim. Belki daha da vahimi, Başbakan Erdoğan, bu durumu
doğrularken yaptığı açıklamada, mealen ‘Evet ben aradım ve bize hakaretler
yağdıran yayını söyledim, onlar da
gereğini yaptılar’ demesi. Altyazı MHP
lideri Bahçeli’nin bir konuşması. Erdoğan’ın iddiasının aksine, hakaret filan
içermiyor ama AKP’yi eleştiriyor. Diyelim ki, sözkonusu altyazıda hakaret var,
böyle bir durumda, memlekette yargı diye bir kurum var, Başbakan’a ya da
iktidar partisine yönelik hakaret varsa, hem hakaret ettiği öne sürülen kişiye
hem de bunu yayınlayan kuruma karşı dava açarsınız, yargı durumu inceler ve
gereğini yapar. Ama kuvvetler ayrılığı ilkesine pek de taraftar olmadığını daha
önce ilan etmiş olan Erdoğan, bu müdahaleyi yapmaktan çekinmediği gibi,
yargının da görev ve işlevini üstlenmekte sakınca görmüyor. Yani yaptığının
doğru olduğunu savunuyor.
Hakaret, sözcüğü yasalarda da yeri olan bir edim.
Eleştiriden çok farklı bir terim. Oysa ki Erdoğan, kendisine, partisine ve
iktidarına yönelik her eleştiriyi hakaret olarak değerlendirip sızlanıyor.
Türkiye’nin de yargı yetkisini tanıdığı Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin bu
konuda üç önemli kararı var: Handyside,
Oberschlick ve Tuşalp.
Özellikle ilk ikisi artık içtihad
oluşturan bu kararlara göre, kamusal sorumluluk üstlenmiş olan devlet
liderleri, Başbakanlar, siyasi parti başkanları ağır sözler hatta hakarete
varan bir içeriğe sahip olsa bile, kendilerine yönelik saldırılara, konumları
gereği katlanmak zorundalar. AİHM,
düşünce, ifade ve basın özgürlüğü kapsamını bu bağlamda işte bu kadar geniş
tutuyor. Hatta ‘Toplumun geniş bir
kesiminde infiale yol açsa bile’
diye bir ibare bile var Handyside kararında. Yanlış anlaşılmasın, ben
kimseyi Başbakan’a hakaret etmeye teşvik etmiyorum. Sadece AİHM’in bu konudaki
tutumunu hatırlatıyorum. Gerçi AİHM’den çok önce bizde de Şeyh Edebali’nin bu
kararlara benzer bir manifestosu var: "- Ey Oğul! Beysin, bundan sonra
öfke bize; uysallık sana... Güceniklik bize; gönül alma sana... Suçlamak bize; katlanmak sana...
Acizlik yanılgı bize; hoş görmek sana... Geçimsizlikler, çatışmalar,
uyumsuzluklar, anlaşmazlıklar bize; adalet sana... Kötü göz, şom ağız, haksız
yorum bize; bağışlama sana..."
Konuşmaların içeriğini iki-üç kez dinledim. Erdoğan, Saraç
ve Akdoğan’ın konuşmaları, kullandıkları sözcükleri, haber ve gerçek
konusundaki yaklaşımlarını anlamak için semioloji laboratuarlarında iyi bir vaka çalışması.
Bakın mesela, öldüğünü daha sonra
öğrendiğimiz o küçük Sedef haberi konusunda, haber için kullandıkları iki deyim
önemli: Kaçak ve Operasyon! Saraç, sansürlemeye giderken
de ‘Şimdi çıkış yapıyorum’ diyor. Yani ‘Sortie’. ABD’nin Irak’a yönelik saldırısında
sözlüğümüze giren askeri bir deyim bu: Sortie, yani çıkış. Saraç, sortie yapıp,
haberi yazan, düzelten ve sayfaya koyan üç gazeteciyi işten atmaya giderken
sortie yapıyor…Apoletli Medya hala işbaşında!
Konuşmalar bence o kadar değerli ki, İngilizceye ya da
Flamancaya çevirip Van Dijk’a göndersek ne esaslı bir söylem tahlili yapar
kimbilir? Ayrıca, mesela Saraç’ın bir
Erdoğan’la bir de Altaylı ile yaptığı görüşmelerdeki ses tonu, cümleler ve
kullandığı kelimelere bakın, ezilenle ezenin söylemlerini bulacaksınız.
·
Altaylı’nın
mağduru oynamasına ne demeli?
Erdoğan, Saraç ya da Akdoğan gazeteci değil. Beni açıkçası
Altaylı’nın tutumu daha çok ilgilendiriyor. Türk medyasında sabıkası zaten pek
parlak olmayan Altaylı, Erdoğan’dan öğrenmiş olsa gerek, müthiş bir
pişkinlikle, olay yayından bir-iki gün sonra, hem köşesinde yazmaya devam etti
hem de 5N1K programına çıkıp kendini savunmaya çalıştı. Ar, ahlak, vicdan olan
herhangi bir ortamda, bu telefon görüşmeleri yayınlandıktan sonra istifa
etmeyen bir şahsiyet ile karşı karşıyayız. Oysa ki istifa tek çözümdü. Ama
Altaylı, matah bir gerekçeymişcesine, kendini savunmaya çalışırken, aslında tüm
medya yöneticilerinin kendisi gibi davrandığını- yani yalaka olduğunu- itiraf
edip sadece kendisiyle ilgilenilmesini manidar bulduğunu söylemez mi? Bu
yetmiyormuş gibi kendisini eleştirenleri şerefsizlikle suçlayacak kadar da
ileri gitti.
Aslında her yerde her zaman, iktidarlar medyayı susturmaya
ya da yönlendirmeye çalışır. Bunu meşru, yasal ya da haklı bulduğum için
yazmıyorum. Ama böyle bir gerçek var. Hepimiz biliyoruz. Ne var ki, sansür iki
taraflı bir mekanizma. Biri siyasi iktidar, diğeri medya. Siz gazeteci
olarak, medya yöneticisi olarak, iktidardan gelen sansür baskısına karşı
koyabilirseniz, mesleğinizi yapabilirsiniz. Bazen ağır bedeller de ödemek
durumunda kalabilirsiniz. Ama tercih sizin, ya normal bir gazeteci olarak,
sadece kendinizin değil, çalıştığınız
gazetenin, okurlarınızın habere özgürce ulaşma hakkını, düşünce, ifade ve basın
özgürlüğünü savunacaksınız ya da egemenlere boyun eğip sansürün yardımcısı,
aracısı olacaksınız. İkinci şıkka somut örnek Altaylı. Türk medyasında birinci
şıkkı benimseyip uygulamış gazeteciler de vardır. Onlar kahraman filan da değillerdir,
sadece mesleklerini/görevlerini hakkıyla yapmaya çalışmışlardır, bazen başarılı
olmuşlardır ve sansür saldırısını
defetmişlerdir, bazen de işten atılmışlardır ya da istifa etmişlerdir. Mesela
son olarak, Medya Mahallesinde Ayşenur Arslan, Roboski ertesinde, stüdyosu
basılmasına, kulaklıktan yayını kesmesi uyarıları gelmesine rağmen, kulak
asmayıp, doğru bildiğini yapmıştı. Altaylı ise iktidar karşısında eğilip bükülmekle
kalmıyor, gerçeği tahrif etmek için de formüller yaratıyor telefon
görüşmelerinde: ‘Doktoru ya da hastaneyi
eleştiririz’ veya ‘MHP’den biraz oy alıp BDP’ye koyarız…’.
Daha önce Taraf gazetesi için yazmıştım: ‘Bu gazeteyi
künyede adı Genel Yayın Yönetmeni olarak geçen kişi yönetmiyor ‘diye. Habertürk için de artık bu durum kesinleşti.
Bu televizyonu Fatih Altaylı yönetmiyor. Fatih Saraç, hadi ona da fazla misyon
yüklemeyelim, sonra üzülür, Erdoğan
yönetiyor. Bu arada Turgay Ciner’in adının hiç geçmemesi normal mi? Yoksa
Habertürk’ün gerçek sahibi Turgay Ciner
değil mi?
·
Sansür
işe yarar mı yoksa ters mİ teper?
Sansür, yani medya
dışından/editoriyal mekanizma dışından
bir araçla, gerçeği gizlemek ya
da tahrif etmek, ne zamandan beri nerede kesin galebe çalmıştır? Hiçbir zaman
hiçbir yerde! Brejnev’in Sovyetler Birliğinde, TASS ajansı, Pravda ve İzvestia
gibi tekellere rağmen, bu sansürcü uygulama, rejimin çökmesini önleyememiştir.
En parlak addedilen Hitler/Göbbels sansürü de hezimete uğradı. Dolayısıyla,
egemenler için belki günü kurtarabilecek bir mekanizma olarak sansür, belirli
bir süre ve belirli bir kitle için gerçeği gizlemeye ya da tahrif etmeye
yarayabilir. Ama sansürle, tüm gerçekler, her zaman her yerde, uzun süre ve
herkes için gizlenemez, tahrif edilemez. Hele günümüzün iletişim teknolojisinde
sansürün etkisinin süresi ve çapı da giderek kısalmakta ve daralmakta.
‘Roboski’yi görmedik’ diye sevinenler,
Roboskililerin ve onları destekleyenlerin yüreğinde herhalde taht kurmadılar. Gerçekle öyle çok fazla uğraşılmaz. Hele sanal
gerçeği istediği gibi dizayn edip, bunu da hakiki gerçekmiş gibi pazarlayanlar
önünde sonunda yenilir. ‘Kabataş’da saldırıya uğrayan başörtülü bacım’ meğerse
tamamen uydurma imiş. Tıpkı Dolmabahçe camiindeki içki şişeleri ya da partuz
senaryoları gibi…
Bir nokta daha var: Chomsky, sansür mekanizmasını ince bir
şekilde işletebilen İngilizlerin Hitler’e esin kaynağı oluşturduğunu yazar.
Bizdeki uygulamalara baktığımızda, sansürün de pek kaba saba, beceriksiz ve
pespaye bir şekilde uygulandığını görüyoruz.
Gerçi ince bir şekilde
uygulansa da, sansür esas olarak ve sonunda sansürcüyü vurur. Şimdi mesela Sedef bebek ya
da Bahçeli’nin o açıklaması sansürlenmeseydi, insanlar bu iki konu hakkında bu
kadar çok konuşur yazar mıydı? Sansür,
gizlenen gerçeği daha da cazip hale getirdiği için, boomerang etkisi yaratır.
·
Erdoğan
neden böyle davranıyor?
AKP ya da Gülen yanlısı medyada bu soruya tatmin edici bir yanıt
bulmak zor. 17 Aralık’tan bu yana Başbakan’ın konuşmalarına ve uygulamalarına
baktığımızda, rasyonel bir değerlendirme yapmak zor. Çünkü açıklamalar ve
uygulamalar hiç de rasyonel değil. Milyonlarca dolarlık neredeyse suçüstü
yakalanan Bakan çocukları var, baba-oğul telefon görüşmelerinde bu işin sadece
oğulla sınırlı olmadığını da öğrendik, havuz meselesi vs… Kısacası ortada
müthiş bir yolsuzluk ve rüşvet var. Başbakan bunların üstüne gideceği
yerde, hırsızı yakalayan polise işten el
çektiriyor ya da görev yerini değiştiriyor, keza bu operasyonları yöneten
savcılardan dosyayı alıyor onları da sürüyor. Sonra da hiçbir somut emareye
dayanmadan ‘uluslararası komplo’,
‘Paralel yapı’, ‘Haşhaşinler’ cinsinden senaryolar üretti. 17 Aralık’tan bu
yana medyaya doğrudan müdahaleler ile alel acele İnternet’i kısıtlamaya yönelik
‘yasal’ çabalar da, AKP’nin daha gizlemesi gereken çok açığı olduğu yolunda
bize bir ipucu veriyor. Başbakan, korku ve panik içinde, iktidarını yitirmekte
olduğunu görüyor. Hiçbir muhalefetin yapamadığını, eski koalisyon ortağı
yapıyor. Eskiden birlikte gerçekleştirdikleri tüm olumsuzluklar yavaş yavaş
ortaya çıktıkça, AK Partinin hiç de ak olmadığı anlaşılıyor. Eski ortağın bu
‘ihaneti’, AK Partiyi Aşil Topuğundan vurdu ve Kral’ın Çıplak olduğunu Prensi
açıkladı. Köşeye sıkışmış kedi misali Erdoğan, hem saldırganlaşıyor hem de akıl
dışı girişimlerde bulunuyor. Geçmiş olsun…
(*) Bu yazının kısaltılmış bir
versiyonu Tükenmez dergisinin 14 sayılı Bahar 2014 sayısında yayınlandı. (SON/RD)
Yorumlar