·
Öcalan’ın 2013 Diyarbakır Newroz bildirisiyle
Kürt Meselesi önemli bir aşama kaydetti. Yine de Erdoğan’ın Çözüm Süreci ile
Kürt Meselesinin çeşitli boyut ve
ihtiyaçları henüz ve halen pek kesişmiyor. Geri çekilme, yasal güvence ve Akil
İnsanlar gibi konularda, diğer alanlarda
olduğu gibi, bir hazırlık, plan, program olmadığı yine gün ışığına çıktı.
AKP’nin sürecine toplumsal destek de yetersiz.’Ben yaptım oldu’ olur mu?
Aralık 2012 sonunda başlayıp bugüne kadar devam eden SÜREÇ,
son derece hızlı bir şekilde ilerlerken, önemli aşamalar geçiriyor ve konuya
ilişkin kamuoyunda, medyada zengin sayılabilecek ama yüzeysel tartışmalar
cereyan ediyor. Sağlıklı bilgi akışından söz etmek pek mümkün değil, dolayısıyla
anlamlı bir tartışma henüz ufukta görünmüyor.
Bu çok kapsamlı konuya bugünkü aşamada ancak
satırbaşlarıyla, belki de mecburen kısa kısa değinmekte yarar var.
NEYE MUHALEFET? - Öncelikle, sürece yönelik itiraz ve
eleştirilerle, sürece MHP ya da Ulusalcılar gibi topyekün karşı çıkmak farklı
siyasi tutum ve duruşlar. CHP gibi pasif bir sessizlik de makbul olmasa gerek.
Siyasi-ideolojik tavırların ötesinde, meseleye sadece insani açıdan
yaklaştığımızda bile, dağlarında gençlerin öldüğü bir ülke olmaktansa,
kör-topal ilerleyen, Bizans oyunlarıyla dolu, samimiyetsiz bir Çözüm Süreci
daha iyi, diyebilir miyiz? Ama sürece karşı bu eleştirel tutumu takındıktan
sonra mevcut olumsuzlukları ve eksiklikleri sergilemek ve olası doğruları
sunmak da hem gazetecinin, hem aydının, hem de siyasetçinin görevi.
DİYARBAKIR NEWROZ’UNDA İMRALI BİLDİRİSİ – Öcalan’ın 21
Mart’ta Diyarbakır’da okunan bildirisi sürecin şimdiye kadar, içerik olarak
büyük bir ihtimalle en önemli aşaması oldu. Çünkü metin PKK’nin genel
stratejisini açıklıyor, değişimin neden ve gerekçelerini anlatıyor. Bu metin de
haliyle farklı okumalara vesile oldu. Kürt cenahında, PKK ve Öcalan’ın yeminli
karşıtlarınınkiler dışında, eleştirel
bir yaklaşıma pek rastlayamadım. Oysa ki bu bildiride altı çizilmesi gereken
birkaç önemli husus var:
-
Metinde hem miting konuşması içerik ve uslubu
hem de çözüm sunan akil adam tarzı ve muhtevası var. Öcalan, sunulan bu fırsatı böylesine çok
yönlü kullanmaya çalışmış. Aynı metinde
‘Kapitalist Modernite’, ‘Aydınlanma’, ‘Silahlı Mücadele’, ‘İsa, Musa,
Muhammed’ gibi kavramlar buluşmuş. Metin en az 4 farklı kesime, Türk devletine,
Türk kamuoyuna, Kürt ulusuna ve PKK’ye mesajlar gönderiyor.
-
Metinde, kamuoyunun merakla beklediği geri
çekilme tarihi yok. Öcalan, bir yandan işin teknik ayrıntısına girmeyen,
meseleye yukarıdan bakan bir lider olduğu için bu konuya değinmiyor, öte yandan
da geri çekilme meselesinin hem hassasiyeti hem de bu alandaki esas yetkili
olan PKK’nin alanına girmemek, ona inisyatif kazandırmak amacıyla tarih
konusuna kasıtlı olarak değinmiyor. Ayrıca İmralı ile PKK’nin hem somut
gerçeklikte hem de devlet ve hükümetin gözünde farklı konumlara sahip olması
nedeniyle, Öcalan, PKK ile müzakere bile edilmemiş bir tarih açıklayamazdı.
Açıklasa PKK’nin bu tarihte geri çekilmeyi gerçekleştirebileceğine dair
güvencesi yoktu.
-
Metinde Öcalan, bir yandan olgun ve haklı bir
uslupla silahlı mücadele yerine siyasi mücadele öneriyor, hatta silahlı
mücadelenin miadını doldurduğunu da ima ediyor, ama hemen sonrasında PKK’nin
silahlı unsurlarının sınırdışına çekilmesinin zamanının geldiğini söylüyor. Birinci önerme, ikinci önerme ile çelişiyor.
Çünkü silahlı mücadele artık yöntem olarak terk ediliyorsa/geçersiz ise,
silahlı unsurların sınırdışına çıkması değil, silah bırakması gerekir.
Cumhurbaşkanı Gül de hemen bu noktaya dayanarak itiraz etmiş. Dolayısıyla burada bence ikinci önerme değil,
birinci fikrin formülasyonunda bir sorun var. Öcalan, ‘Silahlı mücadeleden
artık yavaş yavaş vazgeçip tamamen ve sadece siyasi mücadeleye yoğunlaşmak
gerekir’ gibi bir cümle kursaydı daha ikna edici olur, çelişkiye mahal
vermezdi. Türk medyasında da zaten kimileri hemen ‘PKK silah bıraktı’ diye
yorumlarken, BDP Eşbaşkanı Demirtaş bile,
silah konusunda, ‘%99lık’ bir orandan
sözedip, kalan yüzde %1’in de TBMM’nin
görevi olduğunu söyledi. Ama 2 gün sonra Karayılan, Hasan Cemal’e yaptığı
açıklamada Demirtaş’ın yorumunu düzeltti.
Süreç iyi hazırlanmamış, planlanlamış olup aceleye getirilince bundan doğal
olarak Öcalan da etkileniyor. İnisyatif aslında Öcalan’da, onun bir planı
programı var, ama diğer tarafın her
hamlesine karşılık verecek durum ve konumda değil kendisi.
-
Öcalan’ın belki Diyarbekir Newroz bildirisinin
içeriği değil ama, BDP heyetiyle İmralı’da yaptığı görüşmenin zabıtları
yayınlandığında, Kürt meselesini pek bilmeyen kesimlerden, Öcalan aleyhinde bir
dizi suçlama, karalama geldi: ‘’Bu adam
megaloman’’, ‘’Bu adam kendini ne sanıyor’’, ‘’Saçmalıyor’’…vs… Oysa ki
Abdullah Öcalan’ın kişiliğinin nasıl oluştuğunu, hangi evrelerden geçerek bugüne geldiğini ve esas olarak da
onun Kürt mücadelesinde neyi temsil ettiğini bilip anlayanlar hiç de şaşırmadı. Kürtler, özellikle PKKliler
Öcalan’a ‘Önderlik’ diyor ya, bu Türkçeyi iyi bilmediklerinden filan değil,
Öcalan, Kürtlerin çoğunun gözünde, gönlünde ve aklında, aslında bir kimlik,
aslında bir sembol, evet bazen de bir kült olarak temayüz ediyor. Çoğu zaman da
yüzbinlerce Kürt, APO’yu kendisiyle özdeşleştirmeye çalışıyor, ya da onda, kendi
dilek ve amaçlarının kristalize ve
politize edilmiş bir versiyonunu
görüyor. Bazı Kürt kesimleri de, ki bunların içinde okumuş yazmış, üst düzey
siyasetçiler de var, evet Öcalan’ı
neredeyse bir peygamber olarak algılıyor. Yakın dönem Kürt tarihini, Kürtlerin
ezilmişliğini bilmeyen ve anlamayanların
algılayamayacakları bir ‘önderlik’ bu. Öcalan, son 30 yıl içinde,
anadilini bile konuşamayan, hakkı hukuku olmayan, jandarma dipçiği altında
ezilen, askerde sürekli nöbet yazılan,
kentte horlanan Kürdü, bugün Ortadoğu’nun en mücadeleci ulusu haline
getirmeye çalıştı. O ezilmiş, yıkılmış, yerlerde sürüklenen Kürtlerin oğulları
kızları, NATO’nun ikinci büyük ordusunu son derece güç durumlara soktu. Sonuç olarak
Öcalan, bir isyanın lideri. Bir başka deyişle bir başkaldırının önderi. O
başkaldırının başı!
Kimi okurların PKK literatüründen sayfalar
gibi algılayabileceği bu bölümden önce,
PKK literatüründe maalesef çok mütevazı olan Öcalan eleştirilerini kasıtlı
olarak yazdım. Çünkü ben gazeteci olarak, onu bunu tutmak, desteklemek ya da
karşı çıkmaktan çok, meseleyi, tüm
boyutlarıyla farklı perspektiflerden anlamaya ve anlatmaya, izah etmeye
çalışıyorum.
-
Geçen gün CNN Türk, Newroz sonrası Diyarbakır
sokaklarında vox pop yaptı. Yaşlı bir adam, müzikal şivesiyle meseleyi çok
güzel anlattı. ‘’Olmaz ki şimdi, sen birinin eline kelepçe takmışsın, onunla
görüşüyorsun. Görüşme olurken iki taraf eşit olmalı. Önce o kelepçeyi
çıkartacaksın, sonra görüşme olacak. O zaman hakiki barış olur’’ dedi
mealen. Gerçekten de dünyada ilk defa bu
tür bir süreç, bir devlet ile o devletin cezaevindeki bir hükümlü ile
gerçekleştiriliyor. Süreç, Öcalan’ı meşru bir konuma getirdi, PKK’nin 1978’den
beri sürdürdüğü mücadeleye de bir anlam kazandırdı tamam, ama yine de hem sürecin tekniği
açısından hem de tarafların eşitliği için (Bu hukuki deyimin doğrusu
‘Silahların eşitliğidir’ ama silahlara veda etmek üzere olduğumuza göre bu
sözcüğü kullanmayalım!) Öcalan’ın resmi ve hakiki bir muhattap haline
getirilmesi şart. Her seferinde İmralı heyetleri muhabbeti sıkıcı olmaya
başladı. Sen git, sen gitme, sen dönüşte acaip bir demeç verme, tutanaklar
gizli olsun, yayınlanmasın, ya da ben gözden geçireyim ondan sonra basın,
Apo’ya söyleyin Başkanlık sistemini savunsun…vs…
GEÇİŞ KOLAY MI? – Kürt geleneğinde, mesela evde anasına
babasına kızan ya da herhangi ufak kişisel ya da toplumsal bir meselede anlaşmazlığa düşenler, belki de son yöntem olarak
uygulanacak dağa çıkmayı ilk tedbir olarak almayı neredeyse alışkanlık haline
getirmiş diyebiliriz. Bütün bir eşkiyalık edebiyatı bu gelenekten
besleniyor. Yaşar Kemal’den Bekir
Yıldız’a tüm Kürt öykülerinde, son 20 yılın gerilla hikayelerinde, ‘dağa çıkma’
refleksini yansıtan yüzlerce örnek var. Kürtlerle dağlar, bu boyutta
özdeşleşmiş durumda. Demek istediğim, PKK’nin 1978’de kurulup 1984’de ilk
silahlı eylemlere başlamasının altyapısında/arkaplanında yüzlerce yıllık bir
dağ geleneği zaten var. Bu geleneği öyle iki günde değiştirmek, silahın yerine
hemencecik siyaseti koymak kolay değil. Güçlü bir irade ve önemli bir toplumsal
destek ve mutabakat olsa bile, yavaş yavaş, sindire sindire, dolayısıyla zamana
yayarak, sağlamca, adım adım gerçekleştirilebilecek bir değişim bu.
Araya somut bir olay: 90’lı yıllar olmalı. Güney’de
dolaşıyoruz. AP’den foto muhabiri Burhan var, o zaman Cumhuriyet’te çalışan
Ergün Aksoy ve/veya daha sonra Ergenekon davasından yargılanan Vedat olabilir,
3-5 gazeteci Cemil Bayık’ın kampına gitmiştik. Benim tanıdığım PKK yöneticileri arasında, Mustafa Karasu,
Rıza Altun gibi hoşsohbet,
aklı başında, fedakar bir komutan
Bayık. Sabaha kadar sohbet etmiştik. Sadece siyaset değil, her şeyi
konuşmuştuk. Ankara Dil Tarih Coğrafya’da okurken, Gün Zileli’yi hatıladı, 4
Kürt arkadaş ilk kez Istanbul’a nasıl gittiklerini, orada nasıl yabancı
muamelesi gördüklerini filan anlatmıştı.
Ciddi, siyasi meseleler konuşulurken söylediği bir şeyi bugün yeniden
hatırlamak zorunda kaldım:
-
Önderlik, demoktratik kitle örgütlerinde de
güçlenmemiz gerektiğini bu nedenle kamplarda
bu yönde eğitim vermemizi istedi. Biz üç ayda gerilla yetiştiriyoruz.
Gelen gençler zaten dağı bilir, silah kullanmasını bilir, temel politik
eğitimden sonra, gerilla eğitimi de 2 ayda biter. Fakat bu kitle örgütlerine
siyasi militan yetiştirme işinde pek başarılı olamadık. 6 ay filan sürdü ilk
eğitim. Gönderdik arkadaşları kentlere. Oralarda işte derneklere, kurumlara
filan gidiyorlar, en fazla bir ay sonra
arkadaşın şehadet haberi geliyor. Bizimkiler o sivil dünyaya pek kolay
alışamıyor, silahını bırakamıyor, harekete yönelik en küçük eleştiriyi ihanet
sayıyor, yani anlayış silahlı mücadele anlayışı… E o zihniyetle dernek
çalışması yapamıyor haliyle…
Bayık’ın belki 20 yıl önce anlattıkları bugün artık çok daha
ciddi bir şekilde PKK’nin gündeminde. Karayılan’ın sözünü ettiği ‘Orta kademe
kaygılı’ meselesi işte tam da bu geçişin sıkıntılarını anlatıyor.
İyi hazırlanmamış, planlanmamış bir süreç, aceleye getirilen
silahsızlandırma sadece şimdilik bu tür sorunlar çıkarıyor. Oysa ki, sorun,
teröre karşı mücadele değil, Kürt meselesinin çözümü olarak ele alınsaydı, ve silahsızlandırma ilk değil, son aşama olarak
gündeme gelseydi, geçen süre içinde de işte bu silahsızlandırılacak gerillanın
köyüne ya da kentine nasıl döneceği, klasik deyimle topluma nasıl
kazandırılacağı meselesi çözülmüş olacaktı.
YASAL GÜVENCE NEDEN ŞART? – Erdoğan bu konuda ‘Meclis’e
gerek yok, bu hükümetin çözeceği bir iş’ dedi. Böylelikle bugüne kadar devletin
süreci, bundan sonra artık resmen ve nihayet hükümetin süreci oldu. Ya da
baştan beri Erdoğan’ın Süreci olan gelişmeler artık bizzat Başbakan tarafından
hükümetin süreci olduğu itiraf edildi. Eski bir Meclis Başkanı da kalkmış,
bürokratik ve tüzüksel engelleri kullanarak Meclis’i devre dışı tutmaya çalıştığı
yetmiyormuş gibi bir de ‘Başbakan’ın sözü kâfidir’ dedi. Türbandan, PKK ile müzakere konusuna kadar
Erdoğan’ın verdiği sözleri ne kadar tuttuğuna herkes şahit. PKK yönetimi, geri
çekilmesi söz konusu olan gerillalarının güvenliğini sağlamak amacıyla yasal
güvence talep ediyor. Dağdakiler kente, köye evlerine geri dönecek. 2 gün sonra
polis, jandarma gelip bu gençleri savcı, hakim sonra da gardiyan karşısına
çıkarırsa ne olacak? 1. ve 2. Barış grupları ile Habur’a dönenlerin başına
geldi. Ya da geri çekilme süresinde TSK’nin ya da JİTEM ve benzeri grupların
‘yerel inisyatif’ kullanıp çekilenlere imha operasyonları düzenlerse ne olacak?
Keza, zayıf da olsa bir başka ihtimal de, PKK içinden geri çekilmeye karşı
çıkan grupların, geri çekilenlere saldırması da gündeme gelebilir. Barış sözkonusu ise gerekli yasal düzenleme
pekala yapılabilir. Bunun için siyasi irade yeterli. Geri çekilmenin sağlıklı
ve kazasız belasız gerçekleşebilmesi için sınırlı süreli ve elirli bir
alan için geçerli yani kısmi bir af yasası, ve idarenin talimatı ile
TSK’ye ‘eylemsizlik’ emri verilebilir. PKK’nin yasal güvence talebi haklı.
Yalnız belki de süreç, iki taraf arasında yeteri düzeyde güven tesis edilmeden
(Habur, Oslo) yola devam etmek zorunda olduğu için PKK bu talebinde ısrarlı.
AKİL İNSANLAR PARODİSİ – Türk egemen medyası en ciddi
konuları bile sulandırma, magazinleştirme konusunda gerçekten uzman ve
başarılı. Sürecin ne kadar plansız, programsız ve hazırlıksız olduğunu
kanıtlayan bir başka emare de işte bu akil insanlar komisyonu. Komisyon
Meclis’te mi kurulur, İmralı’nın avlusunda mı, yoksa Cizre’de mi? Kadir İnanır
mı? Ayşen Gruda mı? Komisyon’un ne iş yapacağı bilinmeden, belirlenmeden
herkes komisyona üye atamaya başladı bile. Yaşar Kemal, mesela Cudi dağına
çıkıp geri çekilmeyi mi gözetleyecek?
Önerilen isimler arasında tanıdığım profesyonel gazeteciler
de var. Etik olarak gazetecilerin bu tür komisyonlarda görev alması yanlıştır.
Çünkü gazeteci bu tür süreçlerde taraf/aktör olmamalı, tarafların/aktörlerin
yaptıklarını yazan/yansıtan/yorumlayan insanlar olmalı. Gazeteci, komisyon
üyesi olursa, meslekdaşlarına oranla haksız rekabete girer. Ayrıca, gazetecinin
işi, süreci desteklemek değil, süreçle ilgili olarak tüm taraflar, boyutlar ve
olgular hakkında kamuoyunu bilgilendirmektir.
Toprağı bol olsun, burada Mehmet Ali Birand’ı anmama izin
verin:
PKK, Özal döneminde birkaç yabancı turisti kaçırmıştı. O
zamanlar Daily News gazetesinde çalışan nadir Kürt uzmanlarından biri olan
İsmet İmset (Kendi döneminin en kapsamlı, en önemli PKK kitabını yazdı ) bence
yanlış bir şekilde ortaya atıldı: ‘’TSK bölgedeki operasyonlarına iki gün ara
versin ben gidip kaçırılan turistleri
kurtarmak için PKK ile devlet arasında arabuluculuk yapabilirim’’
dedi. O iş olmadı gerçi ama gazetecilik
açısından İsmet’in bu tutumunun ne kadar yanlış olduğunu Birand çok güzel
açıklamıştı:
-
Sayın Birand siz turistleri kurtarmak için
arabuluculuk yapar mıydınız?
-
Yok yapmam. Ben arabulucu ile röportaj yapmak
isterim!
Gelelim komisyona. Uluslararası örnekler ve mantıklı
yaklaşım bize şunları öğretiyor:
-
Komisyonun önce misyonu belirlenir.
-
Komisyon üyeliğinin kriterleri ortaklaşa
saptanır.
-
Komisyon üyeleri, birlikte çalışacakları için,
her iki tarafça da onaylandıktan sonra göreve başlar.
Medyada yazılanlara
inanacak olursak, Beşir Atalay, söylemiş, bu konuda bazı çalışmalar
yapılıyormuş. Yine medyaya göre, Genel Kurmay da geri çekilme konusunda, henüz
bir talimat almamış ama hazırlıklara başlamışlar. İnsan bunları okuyunca,
komisyonu hükümetin kuracağını, çekilecek olanların da PKK gerillası değil TSK
mensupları olduğunu sanır. Çünkü bu aşamaya gelinmiş olmasına rağmen halen bu
tür sorunları çözmesi gereken ortak mekanizmalar, kurumlar, arabulucular
(mediateur) oluşturulmadı. Her şeyi Erdoğan ve arkadaşları yapıyor.
TOPLUMSAL DESTEK ? – Süreçle ilgili önemli sorunlardan biri
de, toplumsal destek. Dış görünüşe bakılırsa, siyasi açıdan AKP ve BDP süreci
destekliyor. İnsani açıdan ise MHP ve Ulusalcıların dışında toplumun geniş
kesimi, kan dökülmesin, analar ağlamasın diye sürece destek verir gibi. Erdoğan, teorik olarak, jakobenizme karşı olmasına
rağmen, siyasi çıkarları yüzünden aslında tepeden inmeci davranıyor. Her şeyi tek başına kendi yapmak istiyor. BDP
dahil hiç kimseyi sürece dahil etmek istemiyor.Süreç başladığından bu yana hala
CHP ve MHP’ye yükleniyor, BDP’ye takılmadan
edemiyor. Aslında, Başkanlık
sistemi/koltuğu ve yeni muhafazakar/otoriter Anayasa gibi hedefleri (Gizli
gündemi) olmakla suçlanan Erdoğan, bu iddia doğru olsa bile, aklı başında, planlı, programlı bir BARIŞ
SÜRECİ yaratabilir ve uygulayabilirdi. O zaman toplumun bugünküne oranla çok
daha geniş bir kesiminin desteğini alabilirdi. Ayrıca da süreç hakkındaki kuşku
ve kaygılar minimuma inebilirdi. Oysa ki onun acelesi var. Plansız, programsız
süreç, süreç karşıtı kesimlerde, AKP karşıtlığını yoğunlaştırmakla kalmıyor,
Kürt düşmanlığını derinleştiriyor, açık
açık şiddet taraftarlığını yaygınlaştırıyor (- Vur de vuralım, öl de ölelim!
–Onun da sırası gelecek!!!). Facebook’a Tweeter’a yazılanlardan, dolaylı olarak
haberim oluyor, gazetelerdeki okur
yorumlarına şöyle bir bakın, tüyleriniz ürperir milliyetçiliğin, ırkçılığın,
Kürt düşmanlığının düzeyinden. Barış, sadece yüzde 50 oy almış partinin lideriyle
sağlanamaz… Ki AKP içinde bu sürecin yüzde 100 desteklendiğine dair çok fazla
kanıt yok. Diyarbakır Newroz sonrası mesela bizim burada, Gelibolu AKP İlçe
Yönetim Kurulu toptan istifa etmiş… Belki başka yerlerde de bu tür tepkiler vardır.
Yeni Şafak, Zaman, Sabah ya da TRT’de yayınlanabilecek cinsten haberler değil
bunlar. Sonuç olarak toplumsal destek
teknik bir mesele değil. Siyasi, ideolojik bir sorun. Sen bu meseleyi Öcalan
ile Fidan arasındaki görüşmelerle mi çözeceksin yoksa kamuoyunu bilgilendirerek
ve önemli bir kesiminin desteğini almaya çalışarak mı?
HER ŞEYE RAĞMEN – İlk
baştan bu yana Kürtler, SÜREÇ’i tanımlarken,
‘Barış’ ya da ‘Kürt Meselesinin Çözümü’ derken, Erdoğan, ‘Terörle
Mücadele’ diyordu, şimdilerde olumlu bir şekilde sadece ‘Çözüm Süreci’ diyor.
(Zaten bu süreç sözcüğü de aslında Türkiye siyasi literatürüne Kürtlerin
armağanıdır. Süreç sözcüğü, Kürtlerde
neredeyse 1984’den bu yana, ‘PKK’nin mücadelesi’, ‘aktüalite’, ‘son gelişmeler’
hatta ‘olay’ anlamlarında kullanılırdı,
galiba halen de bu anlamları karşılıyor!). Ama Öcalan, Newroz bildirisinde
‘Ulus-devletin’ vefat ilanını yayınladı. Bir gün sonra Erdoğan ilk açıklamasında, ‘Tek devlet, tek
ulus, tek bayrak’ vurgusu yaptı. Tamam, Erdoğan’ın kalkıp ‘Serok Apo’nun
süreçle ilgili açıklamalarını tamamen destekliyoruz’ diyecek hali herhalde
yoktu ama bir gün önce TBMM’de eylem yapan MHPli milletvekilleriyle aynı dili
benimsemiş hatta onlardan kopya çekmiş olması vahim. Erdoğan, MHP ve
milliyetçilikle Kürtler arasında artık
seçimini açık ve kesin bir şekilde yapmalı. Hem MHP’yi hem Kürtleri aynı
zamanda memnun edemezsiniz. Yanlış tutum bu iki kesimi de gayrı-memnun
eder.
Bayrak konusu netameli. Şimdilik sadece Turgut Özal’ın bir
uyarısını hatırlatmakta yarar var ki, kendisi Kürt konusunda Erdoğan’dan çok daha geniş bir vizyona sahipti. Özal,
Kürt uyanışı karşısında telaşa kapılan resmi Türk milliyetçiliğinin yapa yapa
yaptığı tek kitlesel eylemin her tarafı
Türk bayraklarıyla donatması karşısında, aklı selim sahibi bir lider
olarak ‘’Bu bayrak meselesini böyle abartmayalım çünkü sonra onlar da kendi
bayraklarını…’’ demişti.
Ben baştan beri Erdoğan’ın, bilerek, kasıtlı olarak,
demokrat olmadığı için, kendi çıkarlarını ön plana koyduğu için, süreci yanlış
yürüttüğünü yazıyorum. (bkz. www.birdirbir.org’daki
Mavi Daktilo bölümündeki en az 3 yazı) Çünkü onun esas derdi Kürt meselesini
çözmek ve barışı tesis etmek değil. Olsun, her şeye rağmen, bugüne kadar
gerçekleşen aşamalar sayesinde yükselen umut çıtalarını devirmemek/yakmamak
adına, hiç olmazsa bundan sonrası için
derin, ayrıntılı ve en önemlisi iki tarafın ortaklaşa hazırlayacağı ya da
üzerinde hemfikir olacağı plan ve programlar, kamuoyu desteği sağlamak için
atılması gerekli adımlar üzerinde çalışmak gerek.
Bugüne kadar Kürt cenahı, yüksek meblağları olan açık çekler
yazdı. Çok önemli hatta tayin edici adımlar attı. İlk baştaki bir çok talebini,
süreç zarar görmesin diye geri çekti. Süreç, iki gücün dengeli bir şekilde
ilerlemesini zorunlu kılıyor. Kürt siyasi hareketi, Erdoğan’ın taleplerini
herhalde sonsuza kadar kabul edecek değil, sürekli taviz veren konumunda
olmanın bir haddi/sınırı var. Erdoğan da bunu herhalde biliyor. Onun izlediği
siyaset, ‘ne kadar geç ve ne kadar az versem o kadar iyi’ şeklinde
özetlenebilir. Bu siyasetin sonuna kadar başarılı olma ihtimali yok. Çünkü iki
taraftan biri, süreç ipini bırakırsa,
herkes yerlere yuvarlanır.
PKK’nin silahlı unsurlarının sınırdışına çekilmesi hatta
silahların bırakılması bile Kürt meselesinin çözümü için gerekli de olsa bu
aşamada yeterli değil. Çünkü silah, Kürt meselesinin yarattığı sadece bir
tezahürdür, bir üründür, ya da bir sonuçtur. Bu tezahürü/ürünü/sonucu doğuran
koşulları tartışmadan, zayıflatmadan, etkisiz hale getirmeden silahlı
unsurların geri çekilmesi hatta silahlarını gömmüş bir PKK bile Kürt
meselesinin çözüldüğü anlamına gelmez.
Bkz. Azadi, Hoybun…
Demirel, 27 Kürt İsyanından sözetmişti. PKK’nin 28. İsyanı
yürüttüğünü ama bu son isyanın da öncekiler gibi bastırılacağını öngörmüştü.
Benim çok küçük bir umudum, ‘Çatışma olan ortamda barış görüşmesi olmaz, önce
çatışmasızlık sağlasınlar sonra görüşürüz’ şeklindeki bir yaklaşımın (ki doğru
olmasa da şimdilik kabul edilebilir bir tutum)
devlet ve hükümet kademesinde egemen olması halinde, eylemsizlik
döneminde, Kürt meselesinin ciddi bir
şekilde, tüm kamuoyunda derinlemesine ve ayrıntılı bir şekilde tartışılması.
Belki o zaman Murat Karayılan’ın son açıklamasını ‘PKK sözde
ateşkes ilan etti’ başlığıyla vermez mümtaz medyamız!
Yorumlar