ÖNYARGI, CEHALET, KİBİR BİR DE İKTİDARDAŞLIK (*)
·
Türkiye okuru, Suriye konusunda ne
geçmişte ne de bugün doğru dürüst
bilgilendirildi. Bu, kasıtlı olarak yapıldı. En uzun kara sınırımız olan komşumuz hakkında, bize
oranın gerçekleri değil, Ankara’nın yani
Erdoğan-Davutoğlu’nun tercihleri sunuluyor.
Arap ve Batı Medyası ise tamamen farklı bir manzara sunuyor. Hele bir de Antakya, Samandağ, Reyhanlı ya da İslahiye civarında dolaşıp insanlarla konuşsanız…
Aslında, politikada ya da diplomaside, hiç bir şey birdenbire meydana gelmiyor.
Siyasal, toplumsal, ekonomik, ideolojik her değişim ya da dönüşümün ön
belirtileri, işaret ve habercileri, okumasını bilen gözlemciler için,
değişimden/dönüşümden bir süre önce zaten su yüzüne çıkıyor.
Arap Baharı adı verilen toplumsal/siyasal patlamanın
başlamasıyla, Tunus, Libya ve Mısır’daki gelişmelerin ardından, Suriye’nin de adı listeye girmeye başlamıştı.
Daha Baba Esad döneminden beri, Suriye’de klasik anlamda bir yöneten/yönetilen
çelişkisinin varlığı bilindiği
gibi, Hafız Esad bu çelişkiyi Hama Homs
örneklerinde görüldüğü üzere olağanüstü bir şiddetle çözdüğü de yaşanmış bir gerçek. Suriye’nin azınlık Nusayri nufusunun iktidarda, çoğunluk
Sünni halkın ise genel olarak muhalefette olduğu da gözle görülen bir
gerçekti. Suriye’deki hassas
siyasal/mezhepsel dengelerin kolayca bozulabileceğini kestirmek hiç de zor
değildi.
Diplomatlar, arada sırada değişse de, haritalara bakmayı da
ihmal etmiyorlardır herhalde. Bu durumda, Suriye’nin İran’daki Şii rejimle
ilişkileri, Ortadoğu’da ABD ve İsrail karşıtı cephenin mensupları olarak Tahran
ve Şam’ın yakınlığı, Filistin meselesindeki yaklaşımları da hep bilinen, ön
veri olarak kayda geçmiş bilgi ve gözlemler. Moskova-Şam ilişkileri de zaten eskiden beri mevcut. Keza, İran ve Suriye’nin kendi Kürt azınlıklarına karşı,
yöntemde farklı olsa da, özde aynı devletçi refleksle yaklaştıklarını da bilmek
için Kürt ya da Ortadoğu uzmanı olmaya
gerek yok.
Cumhuriyet Diplomasisi ve Araplar
İşin medya/habercilik kısmına geçmeden önce, önemli bir
engeli hatırlatmakta yarar var: Ankara, 1923’den bu yana, yani Cumhuriyet’in
kurulmasından sonra, özel olarak diplomasi, siyaset ve kültür alanlarında Arap
dünyasından kasıtlı olarak uzak durdu. ‘Araplar bizi sırtımızdan hançerledi’
kalıp cümlesinde ifadesini bulan ırkçı/antisemit yaklaşım, Osmanlı dönemindeki
bu yakın Vilayetlerin ‘kaybı’nın acısını dönüştürmeye yönelik bir teselli olsa
gerek. Cumhuriyet diplomasisi, bir yandan Atatürk’ün talimatlarını çok düz bir
okumayla, kendisini ve memleketi olduğu gibi Batı’ya çevirirken, doğusunu
unutmuş hatta neredeyse görmez olmuştu. Bu bağlamda, bizim hariciyeye göre, Araplar
dinci ve gerici idi, Batı Avrupa ise laik ve modern idi. Cumhuriyetin jakoben
ideolojisi, Ankara’yı doğusundan öylesine koparmıştı ki, Cezayir’in
Kurtuluş Savaşında, Ankara, BM’de
Cezayir’e karşı Fransa’dan yana oy kullanmıştı. Gerçi Ankara’nın dolayısıyla da
Türk diplomasisinin 2. Dünya Savaşından sonra
çok büyük ölçüde ABD’nin etkisine girmesi de, Ankara’nın kendi doğusuna set çekmesine neden
olmuştu.
Türkiye’nin nispeten en modern, en Batılı (Ve kimi zaman da
en Batıcı) köklü kurumlarından biri olan Hariciye, belki de 1979 Humeyni devrimine kadar,
doğusuna sırtını dönmüş, gözlerini kapamış bir şekilde ikili ve çoklu
ilişkilerini sürdürmeye çalışırken, Turgut Özal’la birlikte, hafif din
kardeşliği görüntüsü altında ama esas olarak
Arap sermayesi hayranlığı temelinde, Arap ve Müslüman dünyaya yaklaşmaya
başladı. Teorik olarak ve resmen laik olan TC. İslam Konferansı Örgütüne üye olurken, Arap olmadığı halde
Arap Birliği’ne de yan kapıdan yan masa mensubu oldu.
Ankara’yı 80 öncesinde Arap/Müslüman dünyasından uzak tutan
önemli gerekçelerden biri de, kuşkusuz özel olarak Ortadoğu’nun aşırı kaygan zemini idi. Krallar, Şeyhler,
Emirliklerle yönetilen bu bölgede, ittifaklar her saat ya da her gün olmasa da,
bir hafta içinde bile değişebiliyor. Üstelik ABD nedeniyle mecburen resmi ilişkide bulunduğumuz İsrail ile Enver
Sedat’ın Mısır’dan çok önce teşrik-i mesaimiz vardı. İsrail Devleti henüz
kurulurken, bu devleti tanımakta bir sakınca görmeyen Ankara, bölgenin karmaşık, değişken, girift ilişkilerine girip
açıkça taraf olmamayı tercih ediyordu. Dış görünümde ise, Ankara hem ‘Arap ve
Müslüman kardeşleriyle hem de Batılı İsrail ile
iyi ilişkiler içindeydi’. Oysa
İsrail ile Araplar arasında savaş vardı.
Türk Hariciyesinin Görmediği
Tüm bu tarihi, siyasi, diplomatik altyapı, Türk hariciyesini
Arap/Müslüman dünyası konusunda
tecrübesiz, cahil, beceriksiz ve yabancı bir konuma düşürmüştü. AKP’nin iktidara gelip, AB ile ilişkilerin de
zayıflamaya başladığı dönemlerden itibaren, bu alan yeniden fethedilmeye
çalışıldı. Yeni Osmanlıcılık diriltilirken, Ankara, Hilafeti anımsatırcasına, tüm Müslüman dünyanın
liderliğine soyunur gibi oldu, ya da öyle bir görüntü vermeye başladı. Her İslami sorunda Ankara hazır ve nazır
olduğunu ilan etmekle kalmadı, kimse
talep etmemiş de olsa her soruna arabulucu olarak girmeye, amiyane tabirle
dalmaya çalıştı. Hariciye’nin rasyonel ve ulusal çıkar
temelli politika ve tercihleri yerine globalizmin de özendirmesiyle, Ankara, İslami ve dinsel çıkarlar ya da perspektifler
temelinde bir diplomasi oluşturup
uygulamaya başladı. Bosna-Hersek’ten
Afganistan’a, Endonezya’dan Burma’ya, özel olarak da Filistin’de İslami ve Sünni değerlerin patronu kılığına
büründü. Sudan’da soykırım sanığını Müslüman olduğu gerekçesiyle ağırladı, savundu. Tüm bunları gerçekleştirmeye/uygulamaya
çalışırken de, Başbakan Erdoğan’ın en büyük projesi olan Ahmet Davutoğlu kozu
gündeme geldi. Startejik Derinlik, Merkez Ülke gibi fiyakalı kavram ve
teorilerle, Komşularla Sıfır Sorun gibi
aşırı parlak bir iradeyle yola koyulan yeni
Türk hariciyesi, İslam Dünyasındaki
sorunlara uzaktan bakıp, yabancı gibi
algıladığı için, Arapça ya da diğer yerel dilleri bilen diplomatlara sahip
olmadığı için, ama esas olarak iradi dürtülerle geliştirilen emperyal kokulu
politikalar, mevcut gerçek durumla çeliştiği için, Türkiye, İsrail-Filistin
ihtilafını ya da İran’la Batı dünyası arasındaki nükleer anlaşmazlığı çözmek
için adaylığını koymuş hatta birkaç adım bile atmış olmasına rağmen her iki
girişim de hüsranla sonuçlandı.
Suriye konusunda Ankara, Arap Baharının olası yansımalarının
bu güney komşumuzdaki etkilerini öngöremedi.
Beşar Esad ile R.Tayyip Erdoğan
arasındaki özel/ailevi ilişkiler bile, resmi söyleme göre, Şam yönetiminin
gerekli reformları yapmasına katkıda bulunamadı(!).
Suriye’de bundan neredeyse bir yıl önce ayaklanmanın ilk
hamleleri başladığında, sadece Arap medyası değil Batı medyası da Suriye’yi
mercek altına almaya başladı. Ortadoğu medyası Yemen ile Suriye’deki olası
gelişmeleri, Arap rejimlerinin geleceği açısından ele alırken, ABD medyası, Esad rejimini ideolojik olarak çökertmeye
yönelik ajitasyon-propaganda ağırlıklı haber ve değerlendirmeler yayınlıyordu. Bu dönemde Türk medyasında pek ses seda yoktu. Ne Batı
medyasından iktibas ya da çeviriler, ne de Türkiye’ye özgün yorum ve analizler
yayınlandı.
En uzun sınır komşumuz
Oysa ki Suriye en uzun kara sınırımız olan komşumuzdu. Oysa ki mesela Antakya’da ya da mesela
Nusaybin’de Suriyeli vatandaşlarla
akraba onbinlerce insan vardı. Onlar sık sık Suriye’ye gidip gelirlerdi. Hatta
bir ara vize önce 24 ve 48 saatliğine kaldırılmış, Batılı Türkler de Antakya
üzerinden Halep ve Şam’a turistik gezilere katılıyordu. Vize daha sonra tamamen
kaldırıldı. Şimdilerde de sınır kapıları tamamen kapatıldı.
Bunca ortak yana, bunca yakınlığa rağmen, Türk medyası
eskiden beri Suriye ile ilgilenmedi. Türk medyası zaten tüm Arap ve Müslüman
dünyası ile özel olarak da komşularıyla
pek ilgilenmedi. Şam’a, Tahran’a, Bağdat’a kalıcı/sürekli akredite muhabir gönderilmesi sadece çok
yakın zamanların olgusudur. Bu tayinlerde de habercilik refleksinden çok din
kardeşliği etkili olmuşa benzer.
Son dönemlerde ise habercilik açısından farklı bir durum
ortaya çıktı: Suriye’de haber değeri
taşıyan olay ve olguların belki de yüzde 90’ı Ankara’nın aleyhine gelişmeler
olduğu için, egemen medya bunlara yer vermedi, veremedi. Biz bu
haberleri esas olarak Suriye, İran ya da Batı medyasından öğrendik. Antakya ve
Antep’deki Suriyeli ‘mülteci’ kampları da aslında önemli bir haber kaynağı idi ama
oralardan da sadece çatışma çıktığı zaman
söz edildi. Kampların insani amaçlardan çok, Özgür Suriye Ordusunun
karargahı gibi kullanıldığı, Kızılay ambülanslarının Suriye’ye silah
taşıdığını, El Kaide, Taliban ve Müslüman Kardeşler örgütlerinin mensuplarının Özgür Suriye Ordusunda cirit
attığını yabancı medyada okuduk. Esad’ın önce Şam ardından Halep’te
muhaliflere ağır darbeler vurduğunu da Batı medyası yazdı. Kuşkusuz bu
habercilik faaliyetinde Esad rejimini savunmak sözkonusu olamayacağı gibi, Suriye’deki muhalefetin de
baskı ve demokrasi açısından Esad’dan pek farklı olmadığını, üstelik hiç de
bağımsız olmadığını yazmak, Ankara’nın
planlarını suya düşürüyordu. AKP
iktidarı, bölgede siyasi ve ideolojik olarak başarı ve kazanç sağlayamayacağını
anlar gibi olduğunda, Sünni bilahare de Türkmen kartını öne sürmesi de egemen Türk medyasının yazabileceği, yorumlayabileceği bir gelişme değil. Bo
konuda mesela İran medyasını n yazdıklarını çevirip yayınlamak bile AKP diplomasisine çok sıkı bir muhalefet
olarak algılanacağı için, uzmanların çoğu kendi okuduklarıyla yetinmek zorunda
kalıyor. Suriye’de, Erdoğan-Davudoğlu
politikası hem sıradan yurttaşlarda, özellikle Sünnilerin dışındaki kesimlerde,
hem de devlet çapında güçlü bir Ankara
karşıtı rüzgarın esmesine neden oldu. Bunun neresini haber yapıp
yayınlayacaksınız? Dünyanın 17. Büyük ekonomisinin kaptanı var karşınızda…
Bölgenin yeni büyük gücünün Sultanı var
karşınızda… Davudoğlu oradan oraya koşarken, Iraklı yetkili kalkıp ‘Tutaklarız sizi ha, ayağınızı denk
alın’ diye demeç veriyor. Suriye resmi
basını da Türkiye aleyhinde yazıp çiziyor. İran
ağır konuştu. Bu durumda Türk egemen medyası Burma’daki Müslümanlara yapılan eziyeti uzun
uzun yazabilir tabi ki…
''Namert gazete n'olacak işte!''
Dış politikayı iç politikadan ayıran önemli bir nokta da,
orasının deplasman alanı olması. Ve oradaki muhataplarınız, Türkiye’deki medya
mülkiyetindekiler gibi devlet iş yapan şirket sahipleri değil. Diplomasi de çıkar ve güç esas. Yabancı
medyada da çıkar ve gücün etkisi olsa da, bilhassa global medyada Türkiye gibi yeni aktörleri haliyle/doğal
olarak pek ciddiye/kale almazlar.
Dolayısıyla Mavi Marmara olayında öldürülen 8 yurttaşınızı ya da Suriye tarafından düşürülen uçakta
öldürülen 2 pilotunuzu, dışarıda şehit filan diye yutturamazsınız. Her iki olay da
diplomasi fiyaskosudur. Ecnebi matbuat da bunu aynen böyle yazar. Varsın
Başbakan Erdoğan, Wall Street Journal’e
‘Namert!’ desin. (Bu açıklamayı okuyunca
WSJ’in editörlerinin şaşkınlığı garip ve komiktir aslında. Namert gazete
n’olucak işte! But what does it mean exactly ‘namert’?)
Bugün de Türk egemen medyası ile Batı ya da Arap medyasını
Suriye konusunda kıyaslayın, aynı olgular birbirine neredeyse 180 derece zıt
perspektiflerle haberleştirildiği
yetmiyormuş gibi, Batı ve Arap
medyasındaki bir çok haber ve yorum bizim medyada yer bulamıyor keza bizim
medyadaki Erdoğan ya da Davutoğlu güzellemeleri ve mersiyeleri de haliyle yabancı bir dile çevrilince kabak
tadı verdiği için sayfalara giremiyor, ekranlara yansıyamıyor.
Temmuz ayında 5 gün
Samandağ, Antakya ve İskenderun’da kaldım. Yerki ve yabancı medyada
okuduklarımdan on misli daha fazla bilgi edindim, farklı yorumları öğrenme
imkanım oldu. (Meraklısı birdirbir.org’daki mavi daktilo bölümündeki Samandağ
mahreçli iki yazıya bakabilir)
Gazetecilik/habercilik
çıkar ve güç temelinde yapıldığında, propagandaya hizmet ediyor. Gerçeği ve
gerçeğin yüz bir yönünü keşfetmeye ve göstermeye çalıştığımızda,’ ulusal çıkar’,
‘devlet sırrı’, ‘bizimkiler iyidir onlar kötü’, ‘ patron kızar’, ‘Başbakan
bozulur’ gibi gerekçe ve engeller kaale alınmaz.
(*) Bu yazı, 78liler Dernekleri Federasyonunun yayın organı olan Tükenmez dergisinin Güz 2012 tarihli 9. sayısında yayınlandı.
Yorumlar