Ana içeriğe atla

Çirkin ve kalabalık ülkem


Sıla sendromU



“Siz tabii içeriden, bizim gördüğümüz gibi göremiyorsunuz. Durum aslında feci… Bak mesela sen yabancı basını izlersin, değil mi? Son bir yıl içinde herhangi ciddi bir gazetede Erdoğan’ı öven bir yazıya rastladın mı? Oysa ki neredeyse on yıldır yere göğe koyamıyorlardı Boğaziçi’nin bu ‘Sessiz Devrimci’sini…”
Benim mektepten kırk yıllık arkadaşım ve en az otuz yıldır yurtdışında yaşayan dostum böyle konuşuyor: “Bak benim çocuklarım, biri liseyi, biri de üniversiteyi bitirdi bu yıl, iki yıldır yazın tatile Türkiye’ye gitmek istemiyorlar.”
Sadece o değil, son olarak on günlük Lüksemburg – Brüksel gezisinde bizden kime rastladıysam kaygılı. Hem de salt memleket ya da kendileri açısından değil:
          – Hayrola, sen de buralara yerleşmek için mi geldin?
          - Kendine acımıyorsan çoluğuna çocuğuna acı, bari onlar kurtulsun.
          - Senin hanım da ateş püskürüyordur herhalde olup bitenlere.
          - Valla gel buraya, bizim şirkette iyi bir pozisyon bulabilirim sana…
Yurtdışındaki Türk ve Kürtlerin ne kadarını temsil ederler, bilemem ama, benim yakın çevremdeki insanlar, özellikle siyasî iktidarın son yıllarda zıvanadan çıktığını düşünüyor. Kürtler galiba biraz daha farklı. Onlar memleketi bırakıp rahat bir yaşam seçeneğinden çok, mücadeleyle bir şeylerin değişebileceğine hâlâ inanıyor. Yine de mesela bir Kürt meslektaşım, “orası da öyle cennet vatan filan değil ama, ben buradan ayrılacak olursam, İstanbul ya da Diyarbekir’e değil, Hewler’e (Erbil) gider yerleşirim” dedi.
Yurtdışında memleket sevgisi, sıla hasreti tavan yapıyor anlayacağınız…
Bu arkadaşlarımın siyasî tahlillerine olduğu gibi katılmam mümkün değil. Ama toplumsal ve kültürel alanda şikâyetleri var. Medya deseniz, bir başka âlem: “Eskiden televizyonlarda bu kadar çok dinî program var mıydı? Üstelik öyle sadece Ramazan’da ya da Cuma günleri yayınlanan din programlarından söz etmiyorum. Her yerde din, iman, Allah…” İlginçtir, bir sürü arkadaşım da Sözcü, Aydınlık, Yurt gazetelerini sordu bana. Kadim iktidarın liboş açık yeşillere karşı direnişi olsa da bu kadar yüksek tirajlar nasıl açıklanmalı?
Yurtdışı, benim  de en az 10-15 yılım oralarda geçtiği için az-çok bilirim, buradan farklı bir dünya. En basitinden, burada iken okumadığın saçma sapan gazeteleri bile okursun orada. Memleketten gelen birinden duyduğun bir cümle çok etkileyebilir seni. Bazen anlamsız ve şuursuzca sevinip üzülebilirsin. Orada oralı değilsindir, burada da tam olarak buralı değilsin. Öyle okumuş-yazmış ya da cahil, kentli ya da köylü, işçi ya da öğrenci olsan da farketmez, deplasmandasın.
Bir de tabii önemli bir başka ilişki var: Benim oralardaki eşim dostum oradaki büyük, önemli devlet kuruluşlarında ya da özel sektör şirketlerinde çalışıyor. Her gün Allah’ın Fransızı, Belçikalısı, Lüksemburglusu ya da kısacası Avrupalısıyla muhatap oluyor. (Eskiden bu kişilere “gâvur” denirdi, Tanzimat’tan bu yana “Avrupalı” diyoruz.) Onların da sarkastik yaklaşımları rahatsız ediyor bizimkileri:
          - Eee hadi hayırlısı, sizin Sultan yakında dört hanıma da izin verir herhalde…
          - Kars’ta yıkılan  heykel, Taliban’ın yıktığı Buda heykeline benzemiyor mu?
          - Sizinkiler İslâm Ekonomik Topluluğu kuracakmış ha?
Askeriye konusunda garip bir hayal kırıklığı var. Benim muhataplarım Bedri Baykam ya da İstanbul Barosu Başkanı ya da Prof. Süheyl Batum üslûbuyla konuşuyor. Hayret ediyorum… Ne de çok askerpervermişiz meğerse!
Bir eğilimi teyid ettim ve nispeten sevindim. Bizim kuşağın kırk-elli yıldır süregelen Avrupa macerasında (öğrencilik, uzun vadeli işler) yaz ayları merakla gözlenir, Türkiye tatili için aylar önce hazırlıklar yapılırdı: “Çocukları anneanneye bırakır, biz Bodrum’a ineriz.” Benim yakın çevremdeki insanlar son yıllarda Erdoğan barikatı / tarikatı nedeniyle tatillerde Türkiye’ye pek uğramaz olmuşlar.
          - Biz Amerika’ya gidiyoruz üç yıldır, kocaman ülke, gez gez bitmez, Washington politikasına ne kadar karşı olduğumu bilirsin ama, memleket ve Amerikalıların çoğu da gerçekten şahane…
          - Valla biz her yıl değişik bir ülkeye gidiyoruz. Geçen yıl Portekiz’di, bu yıl İspanya’ya gideceğiz. Sonra da sırada İtalya var…
          - Biz çoluk çocuk Hindistan yaptık geçen sene. Bayağı bir değişiklik oldu. Türkiye’ye benzer yanları var ama, tabii ki Türkiye değil…
İşin ilginci, tatil kültürünün gelişmesi sayesinde bu değişik ülkelere geziler sadece bizim okumuş-yazmış takımının tercihi değil. Artık köylülükten çıkıp gerçek anlamda aristokrat işçi ya da küçük burjuva elbiseleri giyen bizim Anadolu kökenli insanlarımız, özellikle üçüncü, hatta dördüncü kuşak çocuklarının da dürtmesiyle yaz tatillerini hiç bilmedikleri, ilk defa gittikleri ülkelerde geçirmeye başlamışlar. Ubeydullah Efendi’nin ruhu şâd oluyor galiba yavaş yavaş…
Bakın mesela ABD’liler de dış dünyaya pek az çıkarlar. Tüm nüfusa oranla Avrupa görmüş Amerikalı sayısı pek azdır. Çünkü kendi memleketleri zaten yeteri kadar büyük (From California to the New York island), ama bir de galiba yeteri kadar merak saiki olmayınca, kendi ölçü ve değerlerine aşırı bir bağlılık olunca ve belki de en önemlisi dışarıyı, yabancıyı, farklıyı ötekileştirince oturup duruyorsun kendi köyünde. Osmanlı, her ne kadar taa Orta Asya steplerinden  gelmiş olsa da, Semerkand – Viyana hattında bir süre çalışmış olsa da, sonuçta takılıp kalmıştır Anadolu’ya. Berlin’de Kreuzberg’den, Brüksel’de Schaerbeek’ten çıkmadan hayatını geçiren onlarca Türk vardır. Bir de geçende Barselona’da Yahudi Tepesinin orada, bir  Türk kafilesi, grup fotoğrafı çektiriyordu. Aralarından iki kişi  bordo-mavi bir bayrak açtı. Üzerinde “Bize her yer Trabzon!” yazıyordu. Düşünebiliyor musunuz,  Trabzon’dan otobüs, uçak, vapur, yüzlerce kilometre gidiyorsunuz, Akdeniz’in öbür ucu neredeyse, ama yok, boşa tepmişsiniz o kadar yolu, hâlâ Trabzon’dasınız!
Aslında hakiki bir dünya vatandaşı olan bizim Sabetay (Varol) bile, ne zaman Paris’e gitsem, alır beni Türk kebapçısına götürür!
İşte böyle… Bizim yurtdışındaki arkadaşlarımız, yurttaşlarımız oralarda yaşasalar da, hatta çoğu çoktan oraların yurttaşı olsa da, ruhen ve ideolojik olarak hâlâ aslında buradalar. Ve Erdoğan onların da canını sıkıyor. 
 PS: Canı sıkılanlardan biri de Ayşenur. Erken tatile çıkmasaydı, pazartesi ya da dün ben de Medya Mahallesi’nde dolaşmaya çıkacaktım. Geçmiş olsun ve kader utansın…
(+) www.birdirbir.org 
exprees/bir+bir sitesinde Çarşamba Mavi Daktilo'su

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Apo 1999/Öcalan 2025

* Soleimani ve Şocai, Öcalan’ın ‘’Demokratik Konfederalizm’’ ve ‘’Türkiyelileşme’’ tezlerini, PKK liderinin 1999 öncesi ve sonrası açıklama, demeç ve kitaplarına dayanarak eleştiriyor. Sonuçta sahneye çok farklı bir Öcalan portresi çıkıyor. Ragıp Duran İran Kürdistan’ı yani Rojhilatlı iki akademisyen Kamal Soleimani ve Behruz Şocai ’nin ‘’Kürtlerin Devletsizlik Paradoksu - Öcalan’ın Konfederalizm ve Türkiyelileşme Stratejileri’’ başlıklı 247 sayfalık ve 2025 tarihli kitabı Palgrave Macmillan(Springer) tarafından yayınlandı. Kitabın Türkçe çevirisi de DOZ yayınlarınca Temmuz 2025’de Türkiyeli okura sunuldu. Bu akademik çalışmanın özü, PKK lideri Abdullah Öcalan’ın Misak-ı Milli, Ulus-Devlet, Türk-Kürt ilişkileri, KCK, sosyo-politik bir araç olan Kürtçe konularında İmralı öncesi ve İmralı sonrası yayınladığı kitap, demeç ve açıklamalarının kıyaslanması. İki akademisyen, Öcalan’ın bu temel konularda son 26 yılda büyük değişimler gerçekleştirdiğini ayrıntılı alıntılarla kanı...

Kanlı hayalet aslında 104 yıldır tepemizde

* Talat Paşa’nın şahsından çok temsil ettiği ideoloji ve paradigma T.C açısından bugün hala hayati bir öneme sahip. Talat Paşa sadece İttihat Terakki ve 1915 ile organik olarak bağlantılı değil. O bugünkü T.C nebulasının belleği, kalbi ve beyni. Ragıp Duran Güncellikte sürekli olarak çıkmaza girince, ne geçmişi anlayabilir insan ne de geleceği tasarlayabilir. Osmanlı’dan T.C’ye geçiş çok sorunlu, çok zor ve çok kanlı. 102 yıl bir toplum için çok uzun bir süre değil. Ama yeni kurulan Kemalist rejim inatla ve ısrarla, bir asır boyunca iktidarın siyasi/ideolojik/kültürel/pedagojik aygıtlarını kullanarak geçmişi bağımsız, özgür ve nesnel bir şekilde değerlendirmedi. Kendi çıkarlarına uygun devletçi, milliyetçi hatta ırkçı bir ‘’hikaye’’ üretip yaygınlaştırdı. Geçiş sürecinin (1908-1923 ve sonrası) tüm olumsuzluklarını ya gizledi ya da tahrif etti. Ermeni Soykırımı, Kürt Sorunu ve Pontos Rum Konusu bu olumsuzlukların en bariz olanları. Kemalist ideoloji, iktidarının meşruiyetini sağlama...

Volkan Vural’ın Anıları: Tozpembe Gözlüklü Olağan Bir Büyükelçi

* Büyükelçi Volkan Vural anılarında, çocukluk, ilk gençlik, tahsil hayatı ile Seul, Moskova, Tahran, New York, AB Genel Sekreterliği görevlerinde bulunduğu yılları yazmış. Diğer meslektaşları gibi üstün başarılarını, diplomatik zaferlerini anlatıyor. Neyse ki iki perçem itiraz ve eleştiri de var yazdıklarında. Ragıp DURAN Volkan Vural’ın Doğan Kitap’tan çıkan, 2. baskısı 2025 Temmuz ayından yapılmış 429 sayfalık ‘’Olağanüstü ve Tam Yetkili Bir Büyükelçinin Belleğinde Kalanlar’’ başlıklı kitabını okudum. Aslında kitabın henüz ortalarına gelmeden içimden bir ses ‘’Sen bu kitabı okumuştun!’’ dedi. Yoo emindim, ilk defa okuyordum. Biraz yoklayınca belleğimi anladım: Son dönemde okuduğum sefirlerin anı kitapları, birçok bölümde, aynı tornadan çıkmışçasına birbirine çok benziyor. Hepsi çok çalışkan, çok idealist, usta diplomatların yanında yetişiyorlar, atandıkları yabancı başkentlerde hemen onur ve gururla   ‘’Yüce Devletimizi’’   temsil ederken fevkalade önemli işlere imza ...