Ana içeriğe atla

MUHALEFETİ VE MEDYAYI TASFİYE GİRİŞİMİ


 AKP devleti, Ergenekon ya da KCK adı altında, uzunca bir süredir, muhalefeti tasfiye etmeye çalışıyor. Siyasi iktidar, hakiki gazetecileri de muhalefetin bir ayağı olarak algılayarak, şimdi de onları, haksız-hukuksuz bir şekilde hapsetmeye başladı. 17. büyük ekonomi, ileri demokrasi, medeniyetlerarası ittifak, dinlerarası hoşgörünün gerçek yüzü ortaya çıkıyor. Muhalefeti ve medyayı tasfiye girişimi aslında iktidarın çaresizliğin bir marifeti olsa gerek...


AKP devletinin, Pennsylvania Mescidi’nin bazen bağımsız girişimi bazen de desteği ile, önce BDP’li yerel yöneticileri KCK  gözaltı-tutuklama   kampanyasıyla içeri alması, ardından Ahmet Şık, Nedim Şener gibi gazetecileri tutuklaması, son olarak  da Kürt medyasında çalışan meslekdaşlarımızı hapse tıkaması, hem siyasi, hem hukuki  hem de medyatik olarak çok sorunlu bir süreç.
Siyasi açıdan bakıldığında, mağdur kişi ve kesimin özellikleri göz önüne alındığında, ‘düz ovada siyaset’ yapmaya çalışan, üstelik de halk tarafından Belediye Başkanı ya da Belediye Meclis üyesi olarak seçilmiş BDPliler ile  partililer tarafından seçilmiş il/ilçe yöneticilerini  aktif siyasetten men etme girişimi,  özellikle Kürt bölgelerini siyasi öndersiz bırakma planının bir parçası. KCK operasyonunun mimarları, Kürt muhalefetini bir sorun/bir pürüz olarak algıladıkları yetmiyormuş  gibi, ‘Bölgedeki BDP üst ve orta kademe yöneticilerini tasfiye edersek alan boşalır ve burası bizim adamlarımız tarafından doldurulur’ yanılsamasına düşmüş görünüyor. Oysa ki, bölgedeki muhalefet, öyle sadece BDP yöneticilerinin yarattığı, desteklediği, yönlendirdiği bir muhalefet değil. Nitekim, KCK tutuklama kampanyasından sonra bölgedeki muhalefetin dozunda ya da tarzında herhangi bir düşüş ya da farklılık ortaya çıkmadı. Çünkü, yöre halkı, BDP’nin manevi önderliğini içselleştirmiş olduğu için, belediye başkanı,  il ya da ilçe başkanı cezaevine düşmüşse , vekili aynı misyonu aynı kararlılıkla sürdürebiliyor. Siyaset bazılarının sandığı gibi liderlerle yapılmıyor, hatta esas olarak liderlerle yapılmıyor. Dünya çapında ekonomik gücünüz olabilir, gazeteleriniz, radyo ve televizyonlarınız olabilir, gönüllü savcı ve yargıç dostlarınız olabilir,  polis teşkilatında önemli bir gücünüz olabilir ama yöre halkının çoğunluğunun gönül ve bilinçleri sizden yana değilse başarılı olma şansınız çok azdır.  
KCK tutuklama kampanyasında, somut suç delilleri yerine, gizli tanıkların ifadeleri ya da sonradan üretilmiş belgeler esas alınıyor. Zaten tutuklamalardan önce de yandaş medyada ‘Kürt=BDP=PKK=KCK’ algısını yaratabilmek için çok sayıda haber tahrifatı yayınlandı.
AKP devletinin, genel olarak Kürtlere, özel olarak BDP’ye yönelik olarak sürdürdüğü bu tutuklama kampanyası, Kürt muhalefeti ile siyasi olarak başa çıkamamanın itirafı. Üstelik, bu operasyonların mimarı kim ise, PKK’nin çeşitli alanlarda elini güçlendirdiği de bir başka gerçek. O kesimin kıytırık sözcülerinden biri olan kahin polis, masa başında PKK’yi böldü,  askeri güçlerini güneye çekti, Bayık’ın bir süredir demeç vermemesini de çok ilginç bir şekilde yorumladı. Tüm bunları yazarken de hiçbir somut bilgiye dayanmadan, ‘tahmin ediyorum’, ‘düşünüyorum’, ‘öyle olması gerekir’ gibi ibareler kullandı. Doğrusu böyle iktidara böyle analist yakışır.
AKP devletinin anlayamadığı, kabul edemediği şu: Bir iktidar ancak ve ancak muhalefetin varlığına tahammül edebildiği kadar, hatta onunla barış içinde bir arada yaşayabildiği sürece  varlık nedenini koruyabilir. AKP devleti, dikensiz gül bahçesi istiyor. Kısacası muhalefet istemiyor. Oysa ki, muhalefetsiz bir iktidar olamayacağı gibi, muhalefeti böylesine  gayrı-meşru, yasa dışı ve anti-demokratik yöntemlerle tasfiye etmeye girişen bir iktidar, kendi varlığını tehlikeye atar. Ayrıca da bu tür iktidarlar, yavaş yavaş kendi içinden bir muhalefet çıkarmaya başlar. Nitekim de çıkarmaya başladı bile: Başbakan Erdoğan’ın sağlık sorunları nedeniyle sadece 10 gün kaptan köşkünden uzak kaldığı günlerde, hemen Erdoğan sonrası senaryolar yazılmaya başlandı. AKP içinde herkes  bir anda kendini 2 numara olarak görmeye başladı.
 Gazetecilere yönelik tutuklama kampanyaları da, muhalefete tahammülsüzlüğün bir tezahürü. Şimdiye kadar gözaltına alınıp tutuklanan meslekdaşlarımızın profillerine bakalım. Neredeyse hepsi, AKP’nin dayatmaya çalıştığı yayın politikalarına karşı çıkan gazeteciler. Yandaş medyadaki kalem sahiplerinin yaptığı gibi, AKP’yi öve öve bitiremeyen ayrıca  sürekli olarak CHP’ye ya da diğer muhalif odaklara vuran değil, gazeteciliğin gereği olan, kamu çıkarı adına iktidarı eleştiren haber ve yorum yazan arkadaşlarımız. Kürt meselesi konusunda, haklı olarak özel bir duyarlık gösteren gazeteciler. Zaten Zaman, Yeni Şafak, Star, Akit gibi gazetelerde çalışsalardı, ya da magazin muhabiri filan olsalardı bu başlarına gelmezdi. Bu  meslekdaşlarımız  nispeten küçük ya da orta çaplı medya organlarında çalışmalarına rağmen, yani aslında etki ve yaygınlıkları, yandaş ve kadim egemen  medyadaki  gazeteciler kadar olmasa da, yine de AKP açısından rahatsız edici bir konumdalar. Aslında iktidarı rahatsız etmeyen meslek erbabına,  gazeteci sıfatını yakıştırmak çok güçtür. Üstelik, bu meslekdaşlarımızın gözaltı ve tutuklanma süreçlerinde yandaş medyada çıkan bilgilere baktığımızda, geniş çaplı bir muhalif medyayı susturma operasyonu gerçekleştiğini kolaylıkla anlıyoruz. Ama bu girişim iktidar yanlısı medyada  bile sorun yarattı. Esas olarak yandaş medyaya yakın durduğu bilinen   Fehmi Koru ya da Alper Görmüş gibi kalemler de son tutuklama kampanyasına karşı çıktı. Yandaş medyada yer almasına rağmen,  hala profesyonel davranabilen, vicdan sahibi kalemlerin mevcudiyetine inanmak istediğim için, önümüzdeki dönemde yandaş medyadan itiraz seslerinin artması beklenir.
Son bayramdan önce söylenti şeklinde egemen medyaya da  yansıyan, ‘1400 kişi daha alınacak’ bilgisi o günden bu yana  adım adım  gerçekleşti. Burada da önemli bir sorun var: Siyasi sorunlar, insanları  tutuklayarak çözülemez. Şimdiye kadar hiçbir siyasi sorun bu şekilde çözülememiştir, bundan sonra da çözülemez. Hele  tutuklanan insan sayısı arttıkça, söz konusu siyasi sorun bırakın çözülmeyi daha da karmaşık hale gelir. Geliyor da… Somut olarak düşünelim: Ahmet’le Nedim’i içeri alınca Gülen Cemaatinin olumsuzlukları ortadan kalkıyor mu? Ragıp’la Büşra’yı içeri alıp KCK’yi mi çökerteceksiniz? Özgür Gündem muhabirlerini hapse tıkınca, Kürt meselesi barışçı bir şekilde mi çözülmüş oluyor? Tam aksine, bu hukuksuz operasyonlar, AKP’ye muhalefet cephesini genişletiyor. Mesela ‘Yetmez ama Evet’çilerin son zamanlarda pek sesi soluğu çıkmaz oldu. Çünkü onların içindeki iyi niyetli bir sürü arkadaş da artık AKP’ye destek vermenin ne büyük belalara yol açtığını görmeye başladı. Aralık’ın son haftası içinde Başbakan Yardımcısı Beşir Atalay, ‘Şiddet içermeyen görüşlerin serbestçe ifade edilmesi’ için yasal girişimde bulunacaklarını açıklarken, aslında şimdiye kadar gerçekleştirilen tutuklamaların iktidar nezdinde yarattığı sıkıntıyı itiraf etmiş oluyor. Böyle bir mevzuat değişikliğine ihtiyaç duyuluyorsa, şimdiye kadar şiddet içermeyen görüş savunan kişi ya da gazetecilerin yaptırıma uğradığı da kabul edilmiş oluyor.
Kuşkusuz, bir gazetecinin esas çalışma alanı, meşguliyet mekanı savcılık, duruşma salonları ya da cezaevleri değildir. Gazeteci, muhabir ise, olayın cereyan ettiği mekanda; editörse de masa başında bilgisayarının karşısında olmalı.
Ülke içinde, özellikle de egemen medyada,  gazetecilerin kitlesel olarak tutuklanmasına karşı mesleki düzeyde bile olsa yeteri kadar sağlam, güçlü bir itiraz çıkmadığını görüyoruz. Onlar bir yandan korkuyor. Bir yandan da,  bu tür mesleki dayanışma son yıllarda Türk basınında zaten hiç görülmedi. Özgür Gündem’in muhabirleri vurulurken de bizim yanımızda sadece bir avuç hakiki aydın, dost ve gazeteci vardı. Egemen medyanın bugün bu haksızlığa yeteri kadar karşı çıkmaması kimseyi çok üzmesin. Yandaş medyada çok sayıda kalem kendi meslekdaşlarını, tıpkı iktidar gibi terörist olarak tanımlıyor hatta henüz içeri alınmamış gazetecileri/köşe yazarlarını hedef gösteriyor.
Bu son tutuklama kampanyası, AKP’nin uluslararası alandaki prestijini de kaçınılmaz olarak yaraladı. Başta basın özgürlüğü kuruluşları olmak üzere, Batı Avrupa ve ABD’deki gazeteci örgütleri, Türkiye’nin  gazetecileri hapse tıkayan ülke ünvanının perçinlediğini kaydediyor. Hükümet yetkililerinin savunmaları yetmiyormuş gibi, yandaş medyadan bazı kalemler de, tutuklanan meslekdaşlarımızı terörist olarak itham etmekte bir sakınca görmedi. İnandırıcılıklarını büyük ölçüde yitirmiş olsalar da…   
Sonuç olarak, bir iktidar için,  tek parti zihniyeti, ülkenin spor klüpleri dahil tüm kurumlarını ele geçirme ihtirası muhalefeti siyasi olmayan yöntemlerle tasfiye girişimi, sonun başlangıcının ilanıdır. (Bkz. Bin Ali, Mübarek, Kaddafi ve Esad),
Siyasi iktidarlar geçicidir. Yurttaşların oylarıyla ya da darbe ile  başa geçerler, uzun ya da kısa bir süre sonra, iktidar makamını kanlı ya da kansız bir şekilde terk etmek zorunda kalırlar. Tarih bize bunu gösteriyor. Gazetecilik ise kalıcı bir meslek ve konumdur. Dünyada yaklaşık dört asırdır gazetecilik yapılıyor. İniş ve çıkışlarına rağmen, gazetecilik, kamu çıkarı adına, kalemle, sözle, görüntüyle, iktidarları eleştirmeye, teşhir etmeye devam edecek.
   

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Cumhuriyet gazetesi de Türkiye Cumhuriyeti gibidir:

  Kadim iktidar sahibi ama Cumhursuz ve bağnaz!   * Atatürk’ün emriyle kurulan Cumhuriyet gazetesi 100 yaşına bastı. Mustafa Kemal Atatürk ve T.C için olduğu gibi Cumhuriyet gazetesi için de şimdiye kadar elle tutulur, ciddi, çok yönlü, eleştirel perspektifli akademik ya da mesleki bir yayın yapılamadı. Ragıp Duran Cumhuriyet gazetesi hakkında şimdiye kadar yayınlanmış çeşitli yayınların çoğunu okudum. Büyük bir kısmı tek yanlı bir Kemalizm güzellemesi şeklinde kaleme alınmış. Kuşkusuz 100 yıllık tarihinde bu gazetenin gerçekleştirdiği sınırlı sayıda da olsa olumlu siyasi ve medyatik etkinlikler yok değil. Mesela Yaşar Kemal’in Anadolu röportajları. Ya da CUMOK’un ilk baştaki girişimleri. Okay Gönensin’in taslağını hazırladığı Vakıf yapısı. Celal Başlangıç’ın Kürt bölgesi haberleri… Cumhuriyet gazetesi herhangi bir günlük gazete değil. Adı, tarihi, mülkiyeti, yapısı, yayın politikası büyük ölçüde Mustafa Kemal Atatürk ve Cumhuriyet rejimi (1923-2002)   ile neredeyse özdeş. Gaze

Midilli’den İzlenimler: Ada değil Memleket…

  * Kitap tanıtım toplantısı bahanesiyle Türkiye’den gelen kırk yıllık arkadaşlarımla şahane 5 gün yaşadım Midilli’de. Eski ve yeni fotograf kareleri… Ragıp Duran Midilli, Ege’de Türkiye’nin hemen yanı başında kocaman bir ada. İzmir, Ayvalık ya da Dikili’den motorla en fazla 1 saatte ulaşıyorsun.   Benim Yunanca kitabımın tanıtım toplantısı için Midilli’de göçmenlerle çalışan Birarada Derneğinin davetlisi olarak adaya vardık. Yayıncım Yorgo Giannopoulos, ben ve Yiğit Bener, ‘’Selanik Sürgünü’’ kitabının Midilli’deki tanıtım toplantısında 23 Mayıs 2024 Ben 15-20 sene önce, birisi Türkiye-Yunanistan Defne Dostluk Derneği ile ikincisi mektepten arkadaşlarımla gezmeye Midilli’ye gitmiştim. Öyle turistik bir Yunan adası değil. Dağları tepeleri, yeşil vadileri olan güzel bir kara parçası. Son zamanlarda Türkiye’den günde 4-5 motorla yüzlerce turist geliyor. Ada halkı özellikle de esnaf memnun. Çünkü, ‘ ’Türkiye’den gelenler bize (Yunanlılara) çok benziyor. Alman, İngiliz ya da Fran

Ümit Kurt - Kanun ve Nizam Dairesinde / SOYKIRIM TEKNOKRATSIZ OLMUYOR!

  *Kurt’un son çalışması, bir çok yeni gerçeği belgeleriyle su yüzüne çıkarıyor. M.R.Mimaroğlu örneği,   sadece 1915’i değil günümüzü de açıklıyor.   Ragıp Duran   Tarih kitaplarının amatör bir okuru olarak, bizim kuşak, Kürt Meselesini İsmail Beşikçi’nin, Ermeni Meselesini de Taner Akçam’ın çalışmalarından öğrendi.   1915 Ermeni Soykırımı Araştırmalarının öncüsü olan Akçam’ın açtığı yolda ilerleyen tarihçi Kurt, bir önceki kitabında soykırımın Antep somutunda hem mikro analizini yapmış hem de yerel eşrafın (Aktörlerin) konum ve katkısını incelemişti.   Son çalışması olan ‘’Kanun ve Nizam Dairesinde’’ (Aras, 2023, Istanbul, 255 s.) ise, orta hatta üst düzey bürokrat Mustafa Reşat Mimaroğlu’nun (1878-1953) mesleki ve siyasi yaşamını irdelerken, 1915’in bürokrasi boyutunu sergiliyor. Kurt’un kitabını okurken altını çizdiğim bir kaç özellik var: * Akademik çalışmalarının bir bölümünü Kudüs’de gerçekleştirdiği için Kurt, 1915 ile Holokost   arasındaki benzerlik ve farklılıkla