Ana içeriğe atla

Başbakan, Patron ve Köşe Yazarı

En komiği Başbakanı hala savunmaya çalışanlar. Kimi susarak kimi saçmalayarak. Düşüş, yerel seçimlerde başladı, halen devam ediyor. Medya tedavi edebilir mi?

Başbakan Erdoğan’ın AKP İl Başkanlarına hitap ettiği konuşmayı, NTV stüdyolarında Ruşen Çakır ve Mirgün Cabbas’ın Yazı İşleri Programında izledim (26 Şubat, Cuma) . Bu program normal olarak 11.10 gibi yayına girecekti ancak Erdoğan’ın konuşması naklen yayınlandığı için biz stüdyoda hazır bir şekilde bekledik. Normalde konuşmadan kısa bir pasaj verilir sonra doğal yani programlanmış yayın akışına geçilir diye bekliyorduk. Bekle bekle sıra bir türlü bizim programa gelmedi. Üstelik Erdoğan İl Başkanlarına sıradan ve açık bir şekilde ajitasyon-propaganda yapıyordu. Hani öyle tüm milleti ilgilendiren bir konuşma olsa, sonuna kadar tümünü naklen yayınlamak anlamlı olabilir. Neyse biz yaklaşık bir saat bekledikten sonra, Erdoğan’ın da konuşması bitince, yayına girebildik. Çakır da çok esaslı bir giriş yaptı: ‘Burada bir saat Başbakanı dinledik. Ben de kendimi AKP Artvin İl Başkanı gibi hissettim’. Program çıkışında diğer kanallara baktık. Mesela CNN’de de Ayşenur Arslan’ın Medya Mahallesi programı henüz sürüyordu. Demek ki CNN Türk de tüm konuşmayı naklen yayınlamak zorunda kalmıştı.
Nitekim Erdoğan bu konuşmasında medya patronlarına seslenerek, maaşlarını verdikleri köşe yazarlarını hizaya sokmalarını istedi. Hatta daha da ileri giderek açık bir şekilde ’Hizaya gelmeyeni de kovun’ demeye getirdi. Anlaşılan bu açıklamanın, hepsinde olmasa da mümkün olduğu kadar fazla sayıda TV kanalında yayınlanması daha önce bir aracı vasıtasıyla sözlü olarak talep edilmiş. Medya patronları da bu isteği kırmamış. Böylelikle kendilerine yönelik bir rica ya da tehdidi de kendi kanallarından naklen öğrenmiş oldular. Medya işverenleri aslında güç durumda. Çünkü onlar sadece gazetecilik/habercilik işiyle uğraşmıyorlar. Sanayi, maliye, ticaret gibi alanlarda aktif olan medya işverenleri bu alanlarda fazlasıyla hükümete/bürokrasiye/devlete neredeyse yarı-bağımlı durumdalar. Hükümete medya organları aracılığıyla öyle sıkı bir şekilde muhalefet edemezler. Sonra yan şirketler (Aslında ana şirketler) zarar görür. SGK ya da Maliye’den müfettişler filan gelir. Siparişler ya da müşteriler aniden toz olur. İhaleler kaçar.
Erdoğan, danışmanlarının denetiminden çıktığında, metinsiz konuştuğunda rahatlıkla pot kırabiliyor, gaf yapabiliyor. Ne yazık ki danışmanlarının denetiminde ve metin okuduğu konuşmalarında da pot kırıp gaf yaptığı oluyor. Medya patronları üzerinden köşe yazarlarına yönelik son tehdidi aslında yeni değil. Daha önce de benzeri açıklamalar yapmıştı. Erdoğan’ın genel olarak medya ile sorunu var. Şimdiye kadar BBC ve Reuter’s ‘e de isim vererek çattı. Uzan Medya Grubunu berhava etti. Köşe yazarlarını daha önce de susturmaya çalıştı.
Başbakan’ın halet-i ruhiyesini n ve sınıfsal reflekslerinin faş olması açısından aslında iyi oldu bu son açıklama. Erdoğan’ın demokrasi ve basın özgürlüğü kavramlarını nasıl algıladığını da anlamış olduk böylece. Erdoğan için belli ki ana ve temel değer para’dır. Erdoğan’ın perspektifi de patron perspektifi. Ne var ki bu patron, öyle beş kuşaktır burjuva kökenli bir işveren değil, kobilikten büyük patronluğa henüz geçmiş bir patrondur. Parası var, zengindir ve bu zenginliği sayesinde, yani parası aracılığıyla, her şeyi yapabileceğine, ya da yaptırabileceğine inanan bir patron…Erdoğan’ın mantığı şu: Hem parasını veriyorsun hem de ona hükmedemiyorsun! Medya işvereni ile köşe yazarı arasındaki ilişkiyi böyle görüyor Başbakan.
Başbakan, uzunca bir süre önce, demokrasinin kendileri için neredeyse sıradan bir araç olduğunu ilan etmişti. Bu konuda henüz bir tekzip ya da özeleştiri yok. Uygulama açısından da bakıldığında Erdoğan’ın demokrasi diye bir hedefi olduğunu gösteren pek az emare var. Demokrasi, Erdoğan açısından, kendisini rakiplerine karşı korumak ya da rakiplerine saldırmak için kullanabileceği bir araç!
Basın özgürlüğü ise, Erdoğan açısından çok yeni bir kavram. Kendisi, geçmişi itibarıyla, basının ve özgürlüğün çok da önemli olmadığı bir dönemin ürünü. Basın, yani gazete, radyo ve televizyon, onun açısından, kendisini desteklemesi gereken bir dizi iletim aracı. Ayrıca da yine kendisine yakın iş adamlarının mülkiyetinde bulunması gereken bazı aracılar. Erdoğan’ın, seçicilik konusunda uzmanlığına daha önce başörtüsü ve Ergenekon olaylarında tanık olduk. Tek demokrasi meselesi başörtüsüydü. (Onu da beceremedi). Darbe karşıtı değildi, sadece kendisini devirmeye girişen darbecilere karşıydı. (O konuda bile istikrarlı davranamadı).
Basın özgürlüğü konusundaki tutumu da şöyle: Medya beni desteklediği, beni eleştirmediği sürece özgürdür. Bak Zaman ya da Yeni Şafak’a hiç vergi cezası kestik mi?
İlk açıklamadan sonra iki önemli gelişme meydana geldi: Aralarında iktidar yanlısı köşe yazarlarının da bulunduğu bir grup gazeteci, Başbakan’ın bu tutumunu nispeten sert bir ifadeyle kınadılar. Biraz da bu protesto sayesinde Erdoğan uslubunu yumuşatmak zorunda kaldı ama özünü değiştirmedi. Medya işverenlerinden ise, tıpkı Bahçeli’nin isimli açıklamasından sonra olduğu gibi pek bir ses seda çıkmadı. Oysa ki Erdoğan onlara seslenmişti. Köşe yazarları patronları adına da açıklama yapmış oldular.
Erdoğan’ın da benimseyip uygulayıp ‘Evladım senin patronun kim? Ha ben onu bir arayım da seninle sonra görüşürüz!’ yaklaşımı tipik bir ‘iktidardakiler’ sendorumudur. Medya işverenleri, bu tür uyarılar geldiğinde, kaçınılmaz olarak önce uyaranı tahlil eder, onun çapını/gücünü ölçer, sonra da bir muhasebe yapar,’Uyaran mı yoksa bizim köşe yazarını mı harcayacağım?’ diye. Aydın Doğan, vakti zamanında Genel Kurmay Başkanlığına çağrılıp haşlanınca ve eline Çevik Bir tarafından tutuşturulan listedeki meslekdaşlarımızı harcamıştı. Bilahare Aydın Doğan, Erdoğan’ı memnun etmek için Emin Çölaşan gibi çok okunan bir yazarını da kurban etmişti. Bu kez Doğan’la Erdoğan arasındaki köprüler çoktan atıldı. Doğan grubundaki AKP karşıtı köşe yazarlarını harcayacak hali yok Aydın Doğan’ın. Diğer medya gruplarında da aşağı yukarı benzer bir güç dengesi var. ‘Erdoğan’a karşı çıkarsam, Ergenekoncu ya da darbeci olmakla yaftalanırım’ endişesi de artık zayıflıyor. Hatta bu aralar giderek AKP karşıtlığı moda bile oluyor diyebiliriz.
AKP’nin içinden son zamanlarda çatlak sesler çıkıyor (Fişleme, Kansızlar ayrıca Atalay aleyhine bir oy) . Erdoğan yine sinirli. TSK’ye yönelik operasyonlara hız verip, yerel seçimlerdeki -8’lik yenilgiyi bertaraf etmeye çalışıyor Başbakan . Medyaya vurarak, aklınca kendi taraftarları nezdinde puan toplayacak. Medyanın çok güçlü olduğunu sanıyor Erdoğan. Yanılıyor. Zaman, Samanyolu, Yeni Şafak, Bugün, Kanaltürk, Taraf ve liberal aydınların çabası bile yetmez AKP’nin giderek zayıflayan gücünü derleyip toparlamaya.

Yorumlar

Emrah Dönmez dedi ki…
http://emrahdonmez.blogspot.com/2010/03/ragp-durana-ack-mektup.html

Bu blogdaki popüler yayınlar

Cumhuriyet gazetesi de Türkiye Cumhuriyeti gibidir:

  Kadim iktidar sahibi ama Cumhursuz ve bağnaz!   * Atatürk’ün emriyle kurulan Cumhuriyet gazetesi 100 yaşına bastı. Mustafa Kemal Atatürk ve T.C için olduğu gibi Cumhuriyet gazetesi için de şimdiye kadar elle tutulur, ciddi, çok yönlü, eleştirel perspektifli akademik ya da mesleki bir yayın yapılamadı. Ragıp Duran Cumhuriyet gazetesi hakkında şimdiye kadar yayınlanmış çeşitli yayınların çoğunu okudum. Büyük bir kısmı tek yanlı bir Kemalizm güzellemesi şeklinde kaleme alınmış. Kuşkusuz 100 yıllık tarihinde bu gazetenin gerçekleştirdiği sınırlı sayıda da olsa olumlu siyasi ve medyatik etkinlikler yok değil. Mesela Yaşar Kemal’in Anadolu röportajları. Ya da CUMOK’un ilk baştaki girişimleri. Okay Gönensin’in taslağını hazırladığı Vakıf yapısı. Celal Başlangıç’ın Kürt bölgesi haberleri… Cumhuriyet gazetesi herhangi bir günlük gazete değil. Adı, tarihi, mülkiyeti, yapısı, yayın politikası büyük ölçüde Mustafa Kemal Atatürk ve Cumhuriyet rejimi (1923-2002)   ile neredeyse özdeş. Gaze

Midilli’den İzlenimler: Ada değil Memleket…

  * Kitap tanıtım toplantısı bahanesiyle Türkiye’den gelen kırk yıllık arkadaşlarımla şahane 5 gün yaşadım Midilli’de. Eski ve yeni fotograf kareleri… Ragıp Duran Midilli, Ege’de Türkiye’nin hemen yanı başında kocaman bir ada. İzmir, Ayvalık ya da Dikili’den motorla en fazla 1 saatte ulaşıyorsun.   Benim Yunanca kitabımın tanıtım toplantısı için Midilli’de göçmenlerle çalışan Birarada Derneğinin davetlisi olarak adaya vardık. Yayıncım Yorgo Giannopoulos, ben ve Yiğit Bener, ‘’Selanik Sürgünü’’ kitabının Midilli’deki tanıtım toplantısında 23 Mayıs 2024 Ben 15-20 sene önce, birisi Türkiye-Yunanistan Defne Dostluk Derneği ile ikincisi mektepten arkadaşlarımla gezmeye Midilli’ye gitmiştim. Öyle turistik bir Yunan adası değil. Dağları tepeleri, yeşil vadileri olan güzel bir kara parçası. Son zamanlarda Türkiye’den günde 4-5 motorla yüzlerce turist geliyor. Ada halkı özellikle de esnaf memnun. Çünkü, ‘ ’Türkiye’den gelenler bize (Yunanlılara) çok benziyor. Alman, İngiliz ya da Fran

Ümit Kurt - Kanun ve Nizam Dairesinde / SOYKIRIM TEKNOKRATSIZ OLMUYOR!

  *Kurt’un son çalışması, bir çok yeni gerçeği belgeleriyle su yüzüne çıkarıyor. M.R.Mimaroğlu örneği,   sadece 1915’i değil günümüzü de açıklıyor.   Ragıp Duran   Tarih kitaplarının amatör bir okuru olarak, bizim kuşak, Kürt Meselesini İsmail Beşikçi’nin, Ermeni Meselesini de Taner Akçam’ın çalışmalarından öğrendi.   1915 Ermeni Soykırımı Araştırmalarının öncüsü olan Akçam’ın açtığı yolda ilerleyen tarihçi Kurt, bir önceki kitabında soykırımın Antep somutunda hem mikro analizini yapmış hem de yerel eşrafın (Aktörlerin) konum ve katkısını incelemişti.   Son çalışması olan ‘’Kanun ve Nizam Dairesinde’’ (Aras, 2023, Istanbul, 255 s.) ise, orta hatta üst düzey bürokrat Mustafa Reşat Mimaroğlu’nun (1878-1953) mesleki ve siyasi yaşamını irdelerken, 1915’in bürokrasi boyutunu sergiliyor. Kurt’un kitabını okurken altını çizdiğim bir kaç özellik var: * Akademik çalışmalarının bir bölümünü Kudüs’de gerçekleştirdiği için Kurt, 1915 ile Holokost   arasındaki benzerlik ve farklılıkla