(Bu yazı, Almanya'da yayınlanan Özgür Politika gazetesinin eki Politikart'ın 16 Şubat 2009 tarihli sayısında yayınlandı)
Apoletli Medya sadece fikren apoletli değildir. Türk egemen medyasının yapısı, çalışma tarzı da apoletlidir. Her Türk asker doğuyorsa, her gazeteci de Türkse, her gazeteci aynı zamanda asker demektir. İtiraz, eleştiri, farklı görüş önermek yasa ve tüzüklere göre ayrıca içtihad olarak ‘isyan sebebi’ sayılır. Ona göre!
Pink Floyd’un Syd Barrett’ten sonraki serok’u Roger Waters, bir şarkısında mealen
‘Askeri hayatta her şey çok rahat/ Hiç düşünme, hiç tasalanma/Sadece emirleri yerine getir/Askeri hayat çok güzel’ der.
Bir efsaneye göre ‘Her Türk asker doğduğu’ için, sadece 18-20 yaşına gelen Türk gençlerinin yaşadığı sınırlı bir süre değil, bir hayat tarzı, bir anlayış hatta bir ideoloji olarak kışla kültürü yani militarizm, Orta Asya’dan, Malazgirt’ten bu yana Türkiye toplumunun dolayısıyla da yurttaşlarının çok büyük çoğunluğunun neredeyse tüm fiziki ve fikri hücrelerine sirayet etmiş durumdadır.
Herhangi bir kentin telefon rehberini karıştırın, adında ya da soyadında ‘Er’, ‘Albay’, ‘Yarbay’,‘Savaş’, ‘Saldır’, ‘Hıncal’, ‘Öcal’, ‘Vur’, ‘Kır’, ‘Kan’ ve tabi ki ‘Türk’ sözcükleri olan ne kadar çok insan olduğunu göreceksiniz.
İlkokul çocuklarının bile askeri giysilerle kimi törenlere götürüldüğü bu ülkede, çocuklar için üretilen oyuncakların çok büyük bir oranı da askerlik yani savaşla ilgili, top, tüfek, tank...vs...
Türkiye’nin bir başka garip özelliği de, 1984’den bu yana süren savaşa rağmen, insanların arkadaşlarını ya da çocuklarını askere güle oynaya, bu arada yine milliyetçi ve militarist sloganlarla uğurlaması. Sözkonusu gencin bir ihtimal kendisi bir ihtimal cenazesi dönecek ama yine de trafiği altüst eden, tehlikeli manevralar eşliğinde ‘En büyük asker bizim asker’ nidaları atılıyor. Sanki ‘En Büyük’ ya da ‘Asker’ olmak matah/övünülecek bir şeymiş gibi...
DOĞUŞTAN İTİBAREN HATTA DAHA DA ÖNCE...
Militer ritüeller yani emir-komuta zinciri, mantıksız düzen, körü körüne itaat sadece kışlada değil kimi zaman bireysel, çoğu zaman da aile yaşantımızda ya da iş dünyasında da sık rastlanan uygulamalar ve anlayışlar. Dini taasubun hatta belki de sadece Allah’a inanmanın ve dindarlığın bu kadar yaygın ve güçlü olduğu bir ülkede akıl ile inanç arasındaki terazinin bir kefesi maalesef çok zayıf.
Kayıtlara göre Türkiye’de her üç kişiden biri, bir ötekisiyle davalı. Umut Vakfının yayınladığı istatistiklere göre Türkiye’de bireysel silahlanma nedeniyle de her yıl yüzlerce insan can veriyor. En küçük görüş farklılıkları ya da ıvır-zıvır anlaşmazlıklar bile kısa sürede tekme-tokatlı kavgalara sonra da bıçaklı-sopalı kapışmalara, nihayet ateşli silahlı öldürmelere dönüşebiliyor.
Çok milletli, çok dinli, çok etnili Osmanlı mezara göçettiğinden bu yana 1915 Büyük Felaketi, Rumların Yunanistan’a gönderilmesi, Güneş Dil Teorisi, Türk Tarih Tezi, ‘Vatandaş Türkçe Konuş!’ kampanyaları, Varlık Vergisi, 6-7 Eylül, Maraş katliamı, Kürt Savaşı gibi trajik olay ve fikirler sürecinden geçen Türkiye, demokratik bir hayatı kurmaya çalışmaktansa militarist-milliyetçiliği körüklemeyi tercih etti.
Askerlik yani savaş daha genel sosyolojik bağlamda şiddetin bu denli yaygın toplumsal (Ayrıca da kişisel) bir hastalık olmasının kuşkusuz çok farklı siyasi, ekonomik, ideolojik, tarihi, kültürel, psikolojik....nedenleri var. Keza milliyetçiliğin de, dönem dönem azgın dalgalar halinde bu ülkede egemen olması benzeri nedenlerle açıklanabilir.
Milliyetçilik ve askerseverlik, yani ‘militaro-nationalism’, Türk resmi ideolojisinin en önemli unsur ve boyutlarından biri. Ne var ki sorun salt devlet düzeyinde kalsa, yani milliyetçilik ve militarizm sadece devlet mekanizmasının bir marifeti olsa yine de vahim ama bizdeki gibi bu iki ideoloji ve pratik yansımaları tüm toplum çapında belirli bir meşruiyet buluyorsa, durum oldukça vahim demektir.
HER ÜLKENİN LAYIK OLDUĞU MEDYA
Şimdi daha dar bir alana baktığımızda, bu kışla kültürünün medya üzerindeki yansımalarına geçebiliriz. Kışla-Medya ilişkisinde iki boyut var:
- Medya’nın Kışla’ya bakışı, Medya/Kışla ilişkileri
- Medya yapılanmasında Kışla’nın konumu
İlk bölümde betimlemeye çalıştığım genel ortam/alan bağlamında, ordu, okul, hapisane...vs... gibi devletin önemli ideolojik aygıtlarından biri olan medyanın da bu militer ve milliyetçi atmosferin baskısı dışında kalabilmesi söz konusu bile değilken, tam tersine, medya, bu militarist ve milliyetçi ideolojinin hem önemli üreticilerinden biri hem de esas olarak başat taşıyıcısı/dağıtıcısı kimliğini pekiştirerek üstlendi.
Türk egemen medyası, matbuat ve basın döneminde de olduğu üzere, kışlaya, yani orduya ‘en fazla kayrılan müşteri(kaynak)’ statüsünü vermiştir. Yakın zamana kadar, Türk egemen medyasının, tartışmasız bir şekilde, en önemli ideoloji ve haber kaynağı Türk Silahlı Kuvvetleri olmuştur ve aslen bu durum bugün de büyük ölçüde devam etmektedir.
Günlük haber izleme ve yayınlama sürecinde, TSK, meslekte geçerli olan tüm ilkeler bir kenara bırakılarak, her şart altında, mutlaka ‘en önemli haber üreticisi’ olarak kabul edildi. Bu nedenle de Genel Kurmay Başkanı ya da Başkanlığının yazılı ya da sözlü açıklamalarına Türk egemen medyası özel bir muamele uygular. Bu muamele iki basamaklıdır:
- TSK ya da Genel Kurmay kaynaklı haberler, herhangi bir gazetecilik/habercilik süzgecinden geçirilmeye gereksinim duyulmaksızın (Doğrulamak ve/veya itham edilen kişi ya da kurumların itiraz, karşı görüşlerine başvurulmaksızın), baştan, ilke olarak ‘doğru ve tam’ bilgi olarak kabul edilir. Haber, çoğu zaman, basın bülteninde ya da komutanın ağzından çıktığı şekilde, olduğu gibi ‘haber’ olarak verilir. Bu tür açıklama ve demeçler, haber metni içinde, ya sade bir şekilde verilir ya da mutlaka olumlu yorum katılarak okuyucuya/izleyiciye iletilir.
- İlk basamaktaki muamelenin belki de kaçınılmaz sonucu olarak, bu tür haberler, ‘haber değeri’ denilen, aslında çok da nesnel olmayan, dolayısıyla gazeteden gazeteye değişebilen kritere rağmen, ya sürmanşetten ya da manşetten verilir. Şimdiye kadar Genel Kurmay Başkanı ya da Başkanlığının bir açıklamasının birinci sayfanın dışında bir sayfada verildiği görülmemiştir.
HEM DEVLET, HEM REJİM, HEM DE TOPLUM
27 Mayıs, 12 Mart, 12 Eylül ve 28 Şubat gibi doğrudan askeri dönemlerin dışında, yakın Türkiye tarihinde bazı bölgelerde çok uzun zaman dilimlerini kapsayan Sıkıyönetim ya da Olağanüstü Hal dönemlerinde, yukarıda belirttiğim iki basamaklı aşamanın hayat
bulması kimilerince yadırganmayabilir.Ne var ki sözkonusu iki basamak sadece bu sıradışı dönemlere ait değil.
TSK’nın Türkiye siyaset manzarasında hatta Türkiye toplumsal hayatındaki rolü, konumu yani gücü ve etkisi düşünüldüğünde, kimi uzmanların ‘Askeri vesayet rejimi’ olarak adlandırmaktan çekinmedikleri alaturka Türk demokrasisi, daha açık ve doğrudan bir betimleme ile ‘Askeri Demokrasi’ olarak da nitelenebilir. Işık saçan bir siyah misali...
Doğrudan militer dönemlerde, çok düşük rütbeli askerlerin, gazetelerin yazı işlerini arayıp, haber dikte ettirdikleri, bununla da yetinmeyip haberin kaç sütun olarak hangi sayfada yayınlanması gerektiğini de bildirdikleri dönemi, yaşı 50 civarındaki gazeteciler hatırlar.
Darbe dönemlerinde, hatta darbe planlama aşamasında, cuntacıların ilk başta, yani harekatın ilk saatlerinde radyo evini ve basını ele geçirmeyi düşündüklerini de biliyoruz. Radyo ve televizyon üzerindeki devlet tekelinin kalkması, iletişim ve haberleşme teknolojisinin gelişip çoğullaşmasıyla bu tür önlemler geçerliliğini yitirmiş olsa da, özel olarak darbecilerin, genel olarak askerlerin medyaya önem verdiklerini de biliyoruz. Son olarak Genel Kurmay Başkanı Orgeneral Başbuğ’un Basın ve Halkla İlişkilerden sorumlu askerin rütbesini yükseltmesi ve haftalık basın brifingleri düzenlemesi de bu önemin somut bir göstergesi.
TSK’nın Türk egemen medyasına egemen olma isteğinin şimdiye kadar, bir kaç istisna hariç, direnişle karşılaşmadığı bir gerçek. Daha da vahimi, TSK yetkililerinin bile, kimi zaman, egemen medyanın sınırsız, kontrolsüz dolayısıyla aşırı militarizmden şikayetçi oldukları günleri de yaşadık. ‘Askerden de askerci’ bir medya bazen askeri de kızdırabiliyor.
Bir dönemin Olağanüstü Hal Bölge Valisi Hayri Kozakçıoğlu’nun ise Istanbul’da Spor Yazarları Derneğinde düzenlediği bir basın toplantısında, gazetecilere ‘Güneydoğu olaylarını milli maç izlermiş gibi yazmalarını’ salık vermiş olduğunu da unutmuyoruz.
Dolayısıyla medya ile kışla arasında neredeyse anlaşmalı bir dayanışma, bir işbirliği doğru deyimle bir suç ortaklığı mevcut: Kışla medyayı istediği gibi yönlendirmek istiyor. Medya da kışlanın emir-komuta zincirinden çıkmak istemiyor. Kışla lokomotif, medya ise sadık bir vagon olarak seyahate devam ediyor.
MUHABİRLER ER, SERVİS ŞEFLERİ ASTSUBAY
Medyanın yapılanmasında kışlanın konumu boyutuna geldiğimizde, belki de birinci boyutun düzgün bir şekilde çalışabilmesi için gerekli olan, ama aynı zamanda, sivil toplumun, demokrasinin, eleştirinin, çoksesliliğin eksiklikleri nedeniyle olsa gerek,
medya kuruluşlarının da büyük ölçüde kışla gibi yapılandığını/örgütlendiğini dolayısıyla çalıştığını görüyoruz.
1960 öncesinde, gazetenin aynı zamanda gazeteci ve başyazarı olan patronu, bölüğün/birliğin/alayın/tugayın/ordunun komutanı gibiydi. Onun kadar yetkili, onun kadar güçlüydü.
Bilahare tamamen bir hukuki zaruretten doğan Genel Yayın Yönetmenliği müessesesi de, belki teorik olarak patron-başyazar kadar olmasa da, uygulama da yine bir komutan kadar yetkili ve güçlü bir konumda.
Sabah her gazetede yapılan yazı işleri toplantısı (İçtima), derin bir tartışma, farklı fikirlerin sergilendiği özgür bir ortam yaratmaktansa, sıradan mesleki/teknik bir işbölümü ya da çalışma programı oluşturma, bu arada da göstermelik bir münazara yaratma çabasıdır. Bu toplantının da Genel Yayın Yönetmeni tarafından yönetilmesi, komutanın gücünü ve etkisini gösterir. Yazı işleri toplantısı, aslında gazete yönetiminin ideolojik bir halkla ilişkiler gösterisidir. Komutanın sabahları astlarıyla düzenlediği toplantı ile gazetelerin yazı işleri toplantısındaki tek fark, ilkinde astların itiraz ve eleştirilerini yazı işleri toplantısına katılan servis şefi ve editörler kadar açıkça ifade edememe kısıtlamasıdır. Bu minör ve önemsiz bir farktır. Çünkü her iki toplantının sonunda da, komutanınn dedikleri olacak ve yapılacaktır.
Özellikle büyük popüler gazetelerde, 30. sayfaya girecek tek sütuna 10 cmlik bir haberin kaderi bile Genel Yayın Yönetmeninin iki dudağı arasındadır. Kışlalarda ve gazetelerde, kelimenin gerçek anlamıyla özgürlük ve demokrasi olmadığı için, astların öneri ve görüşlerinin herhangi bir değeri yoktur. Üstelik keskin anlaşmazlıkların çözümü için her iki mekan ve makam da herhangi bir yol/yöntem ya da ilke/yaklaşım öngörmemiştir. Yüksek Askeri Şura’nın kararları hukuki itiraz yoluna kapalıdır. Genel Yayın Yönetmeninin tercih ve kararları da nihai ve kesindir, istinaf ya da temyizi yoktur.
Medya kuruluşlarının organigramı da aslında kışlanınkine benzer. Uzmanlık temelinde altbölümler her iki kurumda da mevcuttur. Erler muhabir, servis şefleri de astsubay konumundadır. Her altbölüm de, altbölüm kıskançlığı içinde, rekabeti körüklerken, altbölüm ırkçılığı yapar.
Kışla ile medyanın aslında sayılamayacak kadar çok ortak yönü vardır: Askerlik, usulune uygun hatta yasal koruması olan bir adam öldürme sanatı ise egemen medya da özgür fikir öldürme sanatını icra eder.
Askerliğin gerektirdiği minimum disiplin belki de anlaşılabilir ve kabul edilebilir bir zorunluluktur. Ama temeli/esası özgür fikir ve eleştiri olan gazetecilik, kışla kültürü ile kesinlikle bağdaşmayan bir meslek. Askeri müzik ne kadar müzikse, apoletli medya da o kadar medyadır.
Önemli bir son benzerlik: Türkiye’de askerde de medyada da sendikacılık gelişmemiştir!
Apoletli Medya sadece fikren apoletli değildir. Türk egemen medyasının yapısı, çalışma tarzı da apoletlidir. Her Türk asker doğuyorsa, her gazeteci de Türkse, her gazeteci aynı zamanda asker demektir. İtiraz, eleştiri, farklı görüş önermek yasa ve tüzüklere göre ayrıca içtihad olarak ‘isyan sebebi’ sayılır. Ona göre!
Pink Floyd’un Syd Barrett’ten sonraki serok’u Roger Waters, bir şarkısında mealen
‘Askeri hayatta her şey çok rahat/ Hiç düşünme, hiç tasalanma/Sadece emirleri yerine getir/Askeri hayat çok güzel’ der.
Bir efsaneye göre ‘Her Türk asker doğduğu’ için, sadece 18-20 yaşına gelen Türk gençlerinin yaşadığı sınırlı bir süre değil, bir hayat tarzı, bir anlayış hatta bir ideoloji olarak kışla kültürü yani militarizm, Orta Asya’dan, Malazgirt’ten bu yana Türkiye toplumunun dolayısıyla da yurttaşlarının çok büyük çoğunluğunun neredeyse tüm fiziki ve fikri hücrelerine sirayet etmiş durumdadır.
Herhangi bir kentin telefon rehberini karıştırın, adında ya da soyadında ‘Er’, ‘Albay’, ‘Yarbay’,‘Savaş’, ‘Saldır’, ‘Hıncal’, ‘Öcal’, ‘Vur’, ‘Kır’, ‘Kan’ ve tabi ki ‘Türk’ sözcükleri olan ne kadar çok insan olduğunu göreceksiniz.
İlkokul çocuklarının bile askeri giysilerle kimi törenlere götürüldüğü bu ülkede, çocuklar için üretilen oyuncakların çok büyük bir oranı da askerlik yani savaşla ilgili, top, tüfek, tank...vs...
Türkiye’nin bir başka garip özelliği de, 1984’den bu yana süren savaşa rağmen, insanların arkadaşlarını ya da çocuklarını askere güle oynaya, bu arada yine milliyetçi ve militarist sloganlarla uğurlaması. Sözkonusu gencin bir ihtimal kendisi bir ihtimal cenazesi dönecek ama yine de trafiği altüst eden, tehlikeli manevralar eşliğinde ‘En büyük asker bizim asker’ nidaları atılıyor. Sanki ‘En Büyük’ ya da ‘Asker’ olmak matah/övünülecek bir şeymiş gibi...
DOĞUŞTAN İTİBAREN HATTA DAHA DA ÖNCE...
Militer ritüeller yani emir-komuta zinciri, mantıksız düzen, körü körüne itaat sadece kışlada değil kimi zaman bireysel, çoğu zaman da aile yaşantımızda ya da iş dünyasında da sık rastlanan uygulamalar ve anlayışlar. Dini taasubun hatta belki de sadece Allah’a inanmanın ve dindarlığın bu kadar yaygın ve güçlü olduğu bir ülkede akıl ile inanç arasındaki terazinin bir kefesi maalesef çok zayıf.
Kayıtlara göre Türkiye’de her üç kişiden biri, bir ötekisiyle davalı. Umut Vakfının yayınladığı istatistiklere göre Türkiye’de bireysel silahlanma nedeniyle de her yıl yüzlerce insan can veriyor. En küçük görüş farklılıkları ya da ıvır-zıvır anlaşmazlıklar bile kısa sürede tekme-tokatlı kavgalara sonra da bıçaklı-sopalı kapışmalara, nihayet ateşli silahlı öldürmelere dönüşebiliyor.
Çok milletli, çok dinli, çok etnili Osmanlı mezara göçettiğinden bu yana 1915 Büyük Felaketi, Rumların Yunanistan’a gönderilmesi, Güneş Dil Teorisi, Türk Tarih Tezi, ‘Vatandaş Türkçe Konuş!’ kampanyaları, Varlık Vergisi, 6-7 Eylül, Maraş katliamı, Kürt Savaşı gibi trajik olay ve fikirler sürecinden geçen Türkiye, demokratik bir hayatı kurmaya çalışmaktansa militarist-milliyetçiliği körüklemeyi tercih etti.
Askerlik yani savaş daha genel sosyolojik bağlamda şiddetin bu denli yaygın toplumsal (Ayrıca da kişisel) bir hastalık olmasının kuşkusuz çok farklı siyasi, ekonomik, ideolojik, tarihi, kültürel, psikolojik....nedenleri var. Keza milliyetçiliğin de, dönem dönem azgın dalgalar halinde bu ülkede egemen olması benzeri nedenlerle açıklanabilir.
Milliyetçilik ve askerseverlik, yani ‘militaro-nationalism’, Türk resmi ideolojisinin en önemli unsur ve boyutlarından biri. Ne var ki sorun salt devlet düzeyinde kalsa, yani milliyetçilik ve militarizm sadece devlet mekanizmasının bir marifeti olsa yine de vahim ama bizdeki gibi bu iki ideoloji ve pratik yansımaları tüm toplum çapında belirli bir meşruiyet buluyorsa, durum oldukça vahim demektir.
HER ÜLKENİN LAYIK OLDUĞU MEDYA
Şimdi daha dar bir alana baktığımızda, bu kışla kültürünün medya üzerindeki yansımalarına geçebiliriz. Kışla-Medya ilişkisinde iki boyut var:
- Medya’nın Kışla’ya bakışı, Medya/Kışla ilişkileri
- Medya yapılanmasında Kışla’nın konumu
İlk bölümde betimlemeye çalıştığım genel ortam/alan bağlamında, ordu, okul, hapisane...vs... gibi devletin önemli ideolojik aygıtlarından biri olan medyanın da bu militer ve milliyetçi atmosferin baskısı dışında kalabilmesi söz konusu bile değilken, tam tersine, medya, bu militarist ve milliyetçi ideolojinin hem önemli üreticilerinden biri hem de esas olarak başat taşıyıcısı/dağıtıcısı kimliğini pekiştirerek üstlendi.
Türk egemen medyası, matbuat ve basın döneminde de olduğu üzere, kışlaya, yani orduya ‘en fazla kayrılan müşteri(kaynak)’ statüsünü vermiştir. Yakın zamana kadar, Türk egemen medyasının, tartışmasız bir şekilde, en önemli ideoloji ve haber kaynağı Türk Silahlı Kuvvetleri olmuştur ve aslen bu durum bugün de büyük ölçüde devam etmektedir.
Günlük haber izleme ve yayınlama sürecinde, TSK, meslekte geçerli olan tüm ilkeler bir kenara bırakılarak, her şart altında, mutlaka ‘en önemli haber üreticisi’ olarak kabul edildi. Bu nedenle de Genel Kurmay Başkanı ya da Başkanlığının yazılı ya da sözlü açıklamalarına Türk egemen medyası özel bir muamele uygular. Bu muamele iki basamaklıdır:
- TSK ya da Genel Kurmay kaynaklı haberler, herhangi bir gazetecilik/habercilik süzgecinden geçirilmeye gereksinim duyulmaksızın (Doğrulamak ve/veya itham edilen kişi ya da kurumların itiraz, karşı görüşlerine başvurulmaksızın), baştan, ilke olarak ‘doğru ve tam’ bilgi olarak kabul edilir. Haber, çoğu zaman, basın bülteninde ya da komutanın ağzından çıktığı şekilde, olduğu gibi ‘haber’ olarak verilir. Bu tür açıklama ve demeçler, haber metni içinde, ya sade bir şekilde verilir ya da mutlaka olumlu yorum katılarak okuyucuya/izleyiciye iletilir.
- İlk basamaktaki muamelenin belki de kaçınılmaz sonucu olarak, bu tür haberler, ‘haber değeri’ denilen, aslında çok da nesnel olmayan, dolayısıyla gazeteden gazeteye değişebilen kritere rağmen, ya sürmanşetten ya da manşetten verilir. Şimdiye kadar Genel Kurmay Başkanı ya da Başkanlığının bir açıklamasının birinci sayfanın dışında bir sayfada verildiği görülmemiştir.
HEM DEVLET, HEM REJİM, HEM DE TOPLUM
27 Mayıs, 12 Mart, 12 Eylül ve 28 Şubat gibi doğrudan askeri dönemlerin dışında, yakın Türkiye tarihinde bazı bölgelerde çok uzun zaman dilimlerini kapsayan Sıkıyönetim ya da Olağanüstü Hal dönemlerinde, yukarıda belirttiğim iki basamaklı aşamanın hayat
bulması kimilerince yadırganmayabilir.Ne var ki sözkonusu iki basamak sadece bu sıradışı dönemlere ait değil.
TSK’nın Türkiye siyaset manzarasında hatta Türkiye toplumsal hayatındaki rolü, konumu yani gücü ve etkisi düşünüldüğünde, kimi uzmanların ‘Askeri vesayet rejimi’ olarak adlandırmaktan çekinmedikleri alaturka Türk demokrasisi, daha açık ve doğrudan bir betimleme ile ‘Askeri Demokrasi’ olarak da nitelenebilir. Işık saçan bir siyah misali...
Doğrudan militer dönemlerde, çok düşük rütbeli askerlerin, gazetelerin yazı işlerini arayıp, haber dikte ettirdikleri, bununla da yetinmeyip haberin kaç sütun olarak hangi sayfada yayınlanması gerektiğini de bildirdikleri dönemi, yaşı 50 civarındaki gazeteciler hatırlar.
Darbe dönemlerinde, hatta darbe planlama aşamasında, cuntacıların ilk başta, yani harekatın ilk saatlerinde radyo evini ve basını ele geçirmeyi düşündüklerini de biliyoruz. Radyo ve televizyon üzerindeki devlet tekelinin kalkması, iletişim ve haberleşme teknolojisinin gelişip çoğullaşmasıyla bu tür önlemler geçerliliğini yitirmiş olsa da, özel olarak darbecilerin, genel olarak askerlerin medyaya önem verdiklerini de biliyoruz. Son olarak Genel Kurmay Başkanı Orgeneral Başbuğ’un Basın ve Halkla İlişkilerden sorumlu askerin rütbesini yükseltmesi ve haftalık basın brifingleri düzenlemesi de bu önemin somut bir göstergesi.
TSK’nın Türk egemen medyasına egemen olma isteğinin şimdiye kadar, bir kaç istisna hariç, direnişle karşılaşmadığı bir gerçek. Daha da vahimi, TSK yetkililerinin bile, kimi zaman, egemen medyanın sınırsız, kontrolsüz dolayısıyla aşırı militarizmden şikayetçi oldukları günleri de yaşadık. ‘Askerden de askerci’ bir medya bazen askeri de kızdırabiliyor.
Bir dönemin Olağanüstü Hal Bölge Valisi Hayri Kozakçıoğlu’nun ise Istanbul’da Spor Yazarları Derneğinde düzenlediği bir basın toplantısında, gazetecilere ‘Güneydoğu olaylarını milli maç izlermiş gibi yazmalarını’ salık vermiş olduğunu da unutmuyoruz.
Dolayısıyla medya ile kışla arasında neredeyse anlaşmalı bir dayanışma, bir işbirliği doğru deyimle bir suç ortaklığı mevcut: Kışla medyayı istediği gibi yönlendirmek istiyor. Medya da kışlanın emir-komuta zincirinden çıkmak istemiyor. Kışla lokomotif, medya ise sadık bir vagon olarak seyahate devam ediyor.
MUHABİRLER ER, SERVİS ŞEFLERİ ASTSUBAY
Medyanın yapılanmasında kışlanın konumu boyutuna geldiğimizde, belki de birinci boyutun düzgün bir şekilde çalışabilmesi için gerekli olan, ama aynı zamanda, sivil toplumun, demokrasinin, eleştirinin, çoksesliliğin eksiklikleri nedeniyle olsa gerek,
medya kuruluşlarının da büyük ölçüde kışla gibi yapılandığını/örgütlendiğini dolayısıyla çalıştığını görüyoruz.
1960 öncesinde, gazetenin aynı zamanda gazeteci ve başyazarı olan patronu, bölüğün/birliğin/alayın/tugayın/ordunun komutanı gibiydi. Onun kadar yetkili, onun kadar güçlüydü.
Bilahare tamamen bir hukuki zaruretten doğan Genel Yayın Yönetmenliği müessesesi de, belki teorik olarak patron-başyazar kadar olmasa da, uygulama da yine bir komutan kadar yetkili ve güçlü bir konumda.
Sabah her gazetede yapılan yazı işleri toplantısı (İçtima), derin bir tartışma, farklı fikirlerin sergilendiği özgür bir ortam yaratmaktansa, sıradan mesleki/teknik bir işbölümü ya da çalışma programı oluşturma, bu arada da göstermelik bir münazara yaratma çabasıdır. Bu toplantının da Genel Yayın Yönetmeni tarafından yönetilmesi, komutanın gücünü ve etkisini gösterir. Yazı işleri toplantısı, aslında gazete yönetiminin ideolojik bir halkla ilişkiler gösterisidir. Komutanın sabahları astlarıyla düzenlediği toplantı ile gazetelerin yazı işleri toplantısındaki tek fark, ilkinde astların itiraz ve eleştirilerini yazı işleri toplantısına katılan servis şefi ve editörler kadar açıkça ifade edememe kısıtlamasıdır. Bu minör ve önemsiz bir farktır. Çünkü her iki toplantının sonunda da, komutanınn dedikleri olacak ve yapılacaktır.
Özellikle büyük popüler gazetelerde, 30. sayfaya girecek tek sütuna 10 cmlik bir haberin kaderi bile Genel Yayın Yönetmeninin iki dudağı arasındadır. Kışlalarda ve gazetelerde, kelimenin gerçek anlamıyla özgürlük ve demokrasi olmadığı için, astların öneri ve görüşlerinin herhangi bir değeri yoktur. Üstelik keskin anlaşmazlıkların çözümü için her iki mekan ve makam da herhangi bir yol/yöntem ya da ilke/yaklaşım öngörmemiştir. Yüksek Askeri Şura’nın kararları hukuki itiraz yoluna kapalıdır. Genel Yayın Yönetmeninin tercih ve kararları da nihai ve kesindir, istinaf ya da temyizi yoktur.
Medya kuruluşlarının organigramı da aslında kışlanınkine benzer. Uzmanlık temelinde altbölümler her iki kurumda da mevcuttur. Erler muhabir, servis şefleri de astsubay konumundadır. Her altbölüm de, altbölüm kıskançlığı içinde, rekabeti körüklerken, altbölüm ırkçılığı yapar.
Kışla ile medyanın aslında sayılamayacak kadar çok ortak yönü vardır: Askerlik, usulune uygun hatta yasal koruması olan bir adam öldürme sanatı ise egemen medya da özgür fikir öldürme sanatını icra eder.
Askerliğin gerektirdiği minimum disiplin belki de anlaşılabilir ve kabul edilebilir bir zorunluluktur. Ama temeli/esası özgür fikir ve eleştiri olan gazetecilik, kışla kültürü ile kesinlikle bağdaşmayan bir meslek. Askeri müzik ne kadar müzikse, apoletli medya da o kadar medyadır.
Önemli bir son benzerlik: Türkiye’de askerde de medyada da sendikacılık gelişmemiştir!
Yorumlar
Rahat!
Düşünmene ve üretmene gerek yok. Sen rahat ol biz senin yerine düşünürüz...