Ana içeriğe atla

ANTAKYA’DA BİR UMUT

Geçenlerde (2 Kasım, Pazar) Umut Vakfı’nın, Alman Friedrich Ebert Vakfıyla ortaklaşa düzenlediği yerel medya eğitim seminerinde, ‘Bireysel Silahsızlanma ve Şiddet Haberleri’ başlığı altında şiddet, hukuk, medya ve çokkültürlülük gibi konuları Antakya’da tartıştık.
Nüfus kütüğünde ‘Antakya-Şehitler Mahallesi’ yazan birisi için, bu kentin kaçınılmaz olarak farklı anlamları var: Mesele kısır, cevizli biber, kadayıf ya da sac oruk gibi nefis yemeklerle sınırlı değil. Suriye’ye geçişlerde ya da düğün cenaze gibi ailevi/sosyal törenlerde yoklama listesinde mevcutlu yazılmak işin bir başka yönü. 40 yıldır gelip gittiğiniz bir kentte 41. gidişinizde ne olmalı ki ilginç, yeni olsun? Bunları anlatmaya çalışacağım:
Önce Nazire Hanımın duygulandıran bir inceliği: Otele girerken bizi karşılayan Umut Vakfı Başkanı bana, ‘Kentinize hoş geldiniz’ deyince kendimi iyice ‘Antekkeli’ hisettim.
Hatay Gazetesinin yazı işleri müdürü Mithat Kalaycıoğlu gibi bir rehberiniz olursa Samandağ’a da, Vakıflı’ya da, Müze’ye de Saint Paul’e de onuncu kez gidersiniz. Katolik ya da Protestan Kiliselerine de gidip oradaki insanlarla eski dostmuş gibi muhabbete dalabilirsiniz. Harbiye’de humusun en lezzetlisini yiyebilirsiniz. Üstelik günlerden Pazar olmasına rağmen, en kıyak özel kabak tatlısını, biber salçasını ya da zahteri de bulabilirsiniz. Hele bir de yanınızda Hatay Güney Rüzgarı dergisinden Mehmet Ali Solak da varsa - ki kendisi aynı zamanda Antakya Evi’nin yöneticisidir- Antakya daha da zenginleşir.
Beni en çok etkileyen sahnelerden biri, Mithat’ın arabada giderken, camdan başını uzatıp ‘Jozef! Kilise açıksa birazdan ziyarete geleceğiz’ demesi oldu. Galiba 1963’e kadar Istanbul’da da buna benzer cümleleri kurabiliyor ya da duyabiliyorduk. Sonra kilise kalmadı ki, çünkü gitmişti Jozefler. Öylesine kaldık bir başımıza...
Halit Çelenk, Kemal Sülker, Cemil Meriç, Ayla Kutlu gibi nice değerli yazar ve aydını yetiştirmiş olan Antakya’da (Yalçın Küçük’ü kasıtlı olarak belirtmedim!), bir dönemlerde, ilkokulların bile üç dille (Türkçe, Arapça, Fransızca) eğitim yaptığını bugün çok az insan hatırlar. Ana caddedeki dükkan sıralaması kitapçı-dershane-lokanta olan başka kaç Anadolu kenti vardır?
Istanbul’a uçak seferleri kondu konalı ilgi artmış kente. ‘Pambık’ zenginleri günü birlik Istanbul’a alış-verişe gidiyorlarmış. Hele bir de ‘Asi’ dizisinin toplumsal/kentsel etkileri konusunda doktora yapacak kadar olay, gelişme, fikriyat çıkmış Antakya’da.
Uzun Çarşı hala uzun, Anadolu lokantası ve Antakya Evi hala dimdik ayakta. Yeni yeni oteller açılıyor kentte.
İşin tarihi, turistik, kentsel daha binbir boyutu var ama uzatmadan geçelim yerel medya seminerine. Milliyet’ten Nail Güreli, Marmara Üniversitesinden Prof. Nurçay Türkoğlu, iletişim hukuku uzmanı avukat Fikret İlkiz, kadın hakları uzmanı avukat Filiz Kerestecioğlu, Umut Vakfı’ndan Dr. Ayhan Akcan, Cumhuriyet’ten Ayşe Yıldırım, Antep, Adana, Kilis ile İskenderun ve Antakya’nın diğer ilçelerinden gelen meslekdaşlarla tüm gün boyunca bireysel silahsızlanma, şiddet, kadın ve çocuk haberciliği konularını konuştuk, tartıştık.
Bu arada İskenderun’daki İletişim Meslek Yüksek Okulunun hoca ve öğrencilerinin varlığı da tartışmaları derinleştirdi.
Umut Vakfı Başkanı Nazire Dedeman’ın açış konuşmasının ardından Vali Nusret Miroğlu da ilginç bir konuşma yaptı. Devlet-medya ilişkilerine değinirken alışılmadık bir şekilde özeleştirel bir yaklaşım sergiledi. Daha da ilginç olan kentin Emniyet Müdürü Osman Cabalı’nın toplantıyı başından sonuna kadar not tutarak ve büyük bir ilgiyle izlemesi oldu.
Türkiye’de yerel medya aslında bir yandan her geçen gün gelişiyor, büyüyor ama bir yandan da ulusal/egemen medyanın tüm hastalıklarından mustarip. Ulusala oranla daha dar bir alanda çalışan yereldeki meslekdaşlarımız, kaçınılmaz olarak yerel iktidarla ilişkilerinde olsun, kendi aralarındaki ilişkilerde olsun bir dizi güçlükle karşı karşıya. Antakya’da mesela eskiden tüm basın organlarına iletilen günlük polis bülteni bir süredir dağıtılmaz olmuş. Ya da Antakya’da olup biten bir olayı, yerel makamlar yerel basına değil de ulusal basına veriyor... Bir çok Anadolu kentinde olduğu gibi, bu şehirde de birden fazla Gazeteciler Cemiyeti var. Bir tanesi tek kişilik olsa da...Yerel medyadaki arkadaşlara bir dokun bin ah işit... Sorunların büyük bir bölümü ulusal medyadaki sorunlar. Bunlar da daha iyi bir mesleki örgütlenmesiyle yani sendikayla sanki kolayca çözülebilecek sorunlar. Diğer bölümü ise ya salt politik ya da mesleğe ilişkin siyasal olumsuzluklar nedeniyle gündeme gelen sorunlar. AKPli belediye AKPli gazeteyi besliyor ötekilere sağır ve dilsiz mesela.
Antakya aslında azınlıklar cenneti: Aleviler, Katolikler, Protestanlar, Ermeniler, Araplar, Kürtler hayatta ve kimliklerini yaşatmaya çalışıyor. Bir arada olmasa da yan yana yaşıyorlar esas olarak barış içinde. Artık neredeyse numunelik ‘Türkiye’nin tek Ermeni köyü’ Vakıflı, turist gruplarınca ziyaret edilen bir mekan haline gelmiş. Kilise var ama papazı yok. Biz oradayken Diyanet Vakfı’ndan bir grup da ziyaretteydi. İki konu hoşuma gitmedi: Bu köy neredeyse metalaştırılmış, turistikleştirilmiş. İkincisi, belki Vakıflı Ermenileri değil
- çünkü onlarla özel görüşme yapmadık- ama bu Ermeni konusuna değinen yöre halkı yapay ve resmi söylemi benimsemiş görünüyor. Musa Dağı’nın 40 Gününü görmezden, duymazdan gelerek... Ermeni deyince benim aklıma önce Hrant geliyor. Vecdi Gönül’ün tüm çabalarına rağmen.
Yaşam kültürü zengin olan Antakya’da, yemek ve eğlence kültürü de gelişkin. Neşeli, rahat insanlar vesselam. Üniversiteden sonra hava alanına da kavuşmuş ya, hele bir de çok izlenen dizilerden birinin mekan kahramanı olunca kent, günlük gazeteleri, haftalık ve aylık dergilerinin yanısıra kente ilişkin tarihi ve siyasal-toplumsal araştırma kitaplarıyla da farkını belli ediyor.
Antakya’da olup bitenler yaşananlar bütün Türkiye’de gerçekleşebilse, bu memleket çok daha huzurlu olur...

Yorumlar

EDS dedi ki…
Silahlar can almak için yapılmış araçlardır. Lütfen silaha karşı sesimizi yükseltelim.
http://antibssah.blogspot.com/

Bu blogdaki popüler yayınlar

Cumhuriyet gazetesi de Türkiye Cumhuriyeti gibidir:

  Kadim iktidar sahibi ama Cumhursuz ve bağnaz!   * Atatürk’ün emriyle kurulan Cumhuriyet gazetesi 100 yaşına bastı. Mustafa Kemal Atatürk ve T.C için olduğu gibi Cumhuriyet gazetesi için de şimdiye kadar elle tutulur, ciddi, çok yönlü, eleştirel perspektifli akademik ya da mesleki bir yayın yapılamadı. Ragıp Duran Cumhuriyet gazetesi hakkında şimdiye kadar yayınlanmış çeşitli yayınların çoğunu okudum. Büyük bir kısmı tek yanlı bir Kemalizm güzellemesi şeklinde kaleme alınmış. Kuşkusuz 100 yıllık tarihinde bu gazetenin gerçekleştirdiği sınırlı sayıda da olsa olumlu siyasi ve medyatik etkinlikler yok değil. Mesela Yaşar Kemal’in Anadolu röportajları. Ya da CUMOK’un ilk baştaki girişimleri. Okay Gönensin’in taslağını hazırladığı Vakıf yapısı. Celal Başlangıç’ın Kürt bölgesi haberleri… Cumhuriyet gazetesi herhangi bir günlük gazete değil. Adı, tarihi, mülkiyeti, yapısı, yayın politikası büyük ölçüde Mustafa Kemal Atatürk ve Cumhuriyet rejimi (1923-2002)   ile neredeyse özdeş. Gaze

Midilli’den İzlenimler: Ada değil Memleket…

  * Kitap tanıtım toplantısı bahanesiyle Türkiye’den gelen kırk yıllık arkadaşlarımla şahane 5 gün yaşadım Midilli’de. Eski ve yeni fotograf kareleri… Ragıp Duran Midilli, Ege’de Türkiye’nin hemen yanı başında kocaman bir ada. İzmir, Ayvalık ya da Dikili’den motorla en fazla 1 saatte ulaşıyorsun.   Benim Yunanca kitabımın tanıtım toplantısı için Midilli’de göçmenlerle çalışan Birarada Derneğinin davetlisi olarak adaya vardık. Yayıncım Yorgo Giannopoulos, ben ve Yiğit Bener, ‘’Selanik Sürgünü’’ kitabının Midilli’deki tanıtım toplantısında 23 Mayıs 2024 Ben 15-20 sene önce, birisi Türkiye-Yunanistan Defne Dostluk Derneği ile ikincisi mektepten arkadaşlarımla gezmeye Midilli’ye gitmiştim. Öyle turistik bir Yunan adası değil. Dağları tepeleri, yeşil vadileri olan güzel bir kara parçası. Son zamanlarda Türkiye’den günde 4-5 motorla yüzlerce turist geliyor. Ada halkı özellikle de esnaf memnun. Çünkü, ‘ ’Türkiye’den gelenler bize (Yunanlılara) çok benziyor. Alman, İngiliz ya da Fran

Ümit Kurt - Kanun ve Nizam Dairesinde / SOYKIRIM TEKNOKRATSIZ OLMUYOR!

  *Kurt’un son çalışması, bir çok yeni gerçeği belgeleriyle su yüzüne çıkarıyor. M.R.Mimaroğlu örneği,   sadece 1915’i değil günümüzü de açıklıyor.   Ragıp Duran   Tarih kitaplarının amatör bir okuru olarak, bizim kuşak, Kürt Meselesini İsmail Beşikçi’nin, Ermeni Meselesini de Taner Akçam’ın çalışmalarından öğrendi.   1915 Ermeni Soykırımı Araştırmalarının öncüsü olan Akçam’ın açtığı yolda ilerleyen tarihçi Kurt, bir önceki kitabında soykırımın Antep somutunda hem mikro analizini yapmış hem de yerel eşrafın (Aktörlerin) konum ve katkısını incelemişti.   Son çalışması olan ‘’Kanun ve Nizam Dairesinde’’ (Aras, 2023, Istanbul, 255 s.) ise, orta hatta üst düzey bürokrat Mustafa Reşat Mimaroğlu’nun (1878-1953) mesleki ve siyasi yaşamını irdelerken, 1915’in bürokrasi boyutunu sergiliyor. Kurt’un kitabını okurken altını çizdiğim bir kaç özellik var: * Akademik çalışmalarının bir bölümünü Kudüs’de gerçekleştirdiği için Kurt, 1915 ile Holokost   arasındaki benzerlik ve farklılıkla