Son olarak okuduğum iki Büyükelçinin anı kitabında hala resmi, devletçi, hafif megaloman ve pembe gözlüklü şahsiyetlerin anlattıkları ama özellikle de yazmadıkları rahatsız edici…
Ragıp Duran
Diplomat anıları bir kaç açıdan önemli ve değerli:
Türkiye’nin dış politikası, uluslararası ilişkiler, yabancı meslekdaşları,
farklı başkentler, sefaretlerin iç işleyişi gibi konularda yeni bilgiler,
değişik görüşler öğrenebiliyoruz. Emekli Büyükelçiler, artık resmi
görevlerinden ayrılmış oldukları için, yani herhangi bir hiyerarşiye artık tabi
olmadıkları için, teorik olarak daha rahat, daha özgür bir şekilde
geçmişlerine, mesleki pratiklerine bakabilir. Kurumun değil, yani devletin
resmi görüşünü değil, kişisel değerlendirmelerini kaleme alabilirler. Bu
beklentilerim ne yazık ki her iki kitapta da karşılığını bulamadı.
Murat-Zeynep Ersavcı ile Hasan Göğüş’ün kitapları (1)
emekli Büyükelçi anısından çok, misyon sonu raporuna benziyor. Her iki hatta üç
yazar da 40 yılı aşkın görev süreleri boyunca ne kadar başarılı olduklarını
anlatıyor habire. Ankara’nın diplomasi alanındaki ‘’zafer’’lerini ve bu
zaferlerdeki kişisel paylarını yazıp durmuşlar. Oysa ki yazdıkları yani
yaptıkları zaten bir diplomatın yapması gereken faaliyetler. Görev tanımının
gerektirdiği işler. Yanlış anlaşılmasın sorun kişisel değil. Ersavcı’ları da
Göğüş’ü de tanımam etmem. Okuduklarımdan çıkardığım, her üçünün de son derece
dürüst, çalışkan, samimi ve efendi insanlar oldukları. Ne var ki bu meziyetler
iyi bir diplomat olmak için gerekli ama yeterli değil. Bu özellikler bir aydın
olmak için de yeterli değil, hatta gerçek anlamda bir yurttaş olabilmek için de
kafi değil bence.
Bir diplomatın, bir Büyükelçi’nin devlete hizmet etmek
(Commis d’Etat) gibi asli ve asil bir görevi olduğunu herhalde hiç kimse inkar
edemez. Ben de zaten bir devlet memurundan Bakuninci olmasını bekleyemem. Burada mesele devlete
nasıl hizmet edileceği. Mevcut düzeni, sistemi olduğu gibi kabullenip, üstlerine
biat ederek, aksaklıklara göz yumarak mı hizmet edeceksiniz, yoksa diplomasi
çarkının olumsuz, aksayan yanlarını gördüğünüzde bunları eleştirerek,
düzeltmeye çalışarak mı kariyerinizi sürdüreceksiniz. Sorgulayacak mısınız
mevcut çarpıklıkları yoksa kendi şahsi kariyerinizi ön planda tutup ayak mı
uyduracaksınız hariciye çarkına?
Devlete, herhangi bir kuruma ya da kişiye en iyi hizmet,
onun olumsuzluklarını düzeltmeye çalışarak yapılır bence.
Her iki kitabı okuyan ama Ankara’nın gerçeklerini (Komşuları ve büyük başkentlerle ihtilaflı, İnsan Haklarını ihlal eden hatta işgalcilikle suçlanan ama değerli bir yalnızlığa gömülmüş durumda) bilmeyen bir kişi, ‘’Vay be, Türk diplomasisi ne kadar başarılıymış! Vay canına bu sefirler 5 yıldız!’’ der.
Öz methiye. (On
n'est jamais mieux servi que par soi-même).
Çünkü her iki anı kitabında da bir sürü olumsuzluktan ya
hiç söz edilmiyor ya da bir-iki satırla ve dolaylı bir şekilde geçiştiriliyor.
İki kitabın bir başka ortak yanı sözünü ettiği tüm ast ve üstlerinden hep ve
sadece olumlu olarak söz etmesi. İnsan 40 yıl boyunca hiç olmazsa bir tane de
olsa gıcık, tembel, uyuşuk, faullü ya da ofsayd bir meslekdaş ya da çalışanla
karşılaşmaz mı? Herkese bol bol mavi
boncuklar dağıtılmış.
İki kitabın bir başka ortak yanı daha var: Medya Şebeği
her ikisine önsöz yazmış!
Mümkün olan en iyi dünyada yaşamış iki Büyükelçi. Kimseye
eleştirel gözle bakmıyor Sefir beylerle Sefire hanım.
Gelelim işin esas yanına: Türk diplomasisinin canını uzun zamandan bu yana sıkan 3 büyük sorun var. 3 tabu: Ermeni Sorunu, Kürt Meselesi, Kıbrıs! Her iki Büyükelçi görev süreleri boyunca bu 3 sorunla karşılaştığını yazıyor ama devletin resmi görüşü olan basmakalıp sözlerin ötesine geçemiyor ikisi de.
Birkaç soru sormakla yetineceğim:
- 1915’den bu yana Hariciye kaç devleti, kaç yabancı
diplomatı Türk tezlerinin doğruluğu (Yani Soykırım İnkarı) konusunda ikna
edebildi?
- 100’den fazla ülkenin Parlamentosunun Ermeni
Soykırımını kabul eden kararları neden engellenemedi?
- Ankara’nın terörist olarak damgaladığı Kürt
örgütlerinin Suriye’nin kuzeyinde devletimsi bir ‘’entité’’ kurmaları neden
engellenemedi?
- Aynı örgütlerin temsilcilerinin mesela Elysée Sarayında
kırmızı halılarla ağırlanması neden önlenemedi?
- Belçika’nın üst düzey bir mahkemesinin PKK’yi terör
örgütü olarak kabul etmemesi karşısında Ankara ne yapabildi?
- Kurulduğundan bu yana neden bir tek devlet KKTC’yi
resmen tanımadı?
Soruları çoğaltmak mümkün. Artık emekli olunca, ununu
elemiş, eleğini asmış aydın ve mümtaz şahsiyetlerin bu sorulara yanıtlar
aramasını beklemem haksızlık değil herhalde. Çünkü bu konuları Orta Anadolu’nun
ilçelerinde yaşayan köylü yurttaşların inceleyip değerlendirmesi beklenemez.
Büyükelçiler gibi iyi eğitim almış, siyaset bilimi ve tarih konusunda bilgi ve
tecrübe sahibi insanlar bu konuları değerlendirebilir.
Yine sorayım:
- Ermeni konusunda Taner Akçam’ın, Kürt konusunda İsmail
Beşikçi’nin ya da Türk resmi tezlerini tekzip eden yerli yabancı bir tek kitap
okudunuz mu?
- PKK hakkında bilgi sahibi bir tek Kürt aydını ile
oturup sohbet ettiniz mi?
Cevapları biliyorum. 100 yıldır aynı dogmaları tekrar
eden devletin tezlerini papağan gibi yinelemekle bir adım ileriye gitmek mümkün
değil.
Sadece Ermeni, Kürt ve Kıbrıs sorunlarına değil bir çok
meseleye eleştirel bakmaktan (Esprit critique) kaçınan insanların anıları da
kaçınılmaz olarak özgünlükten yoksun. Hatta monoton, olumsuz anlamda ciddi,
mizahsız yazılar.
Ersavcı ile
Göğüş’ün kitapları tabi ki birebir aynı tornadan çıkmış eserler değil ama aynı
tezgahtan çıktıkları çok açık.
Her iki Büyükelçi, pembe de olsa taktıkları gözlüğün bakış açısının çok geniş olmamasından kaynaklansa gerek, 12 Mart, 12 Eylül ya da Başkanlık rejimine geçiş gibi bütün Türkiye’yi altüst eden olaylardan ve bu hadiselerin kendi meslek yaşamları üzerindeki etkisinden ya hiç söz etmiyor ya da bir-iki satırla geçiştiriyor.
Özellikle Saray rejimin faaliyete geçmesiyle birlikte,
Ersavcı ve Göğüş sanki farkında değil ya da hiç çaktırmıyor, diplomasi,
diplomatlık iktidarın gözünde büyük önem ve değer kaybetti. Saray’ın başı
diplomatlara hakaretler yağdırdı. Büyükelçi diye eşini dostunu, rüşvetçi
yandaşlarını atadı. Zaten önemli başkentlere ikili görüşmeler için Dışişleri
Bakanını değil Savunma Bakanı ile İstihbarat Teşkilatının Başkanını gönderiyor.
Cumhurbaşkanının ikili görüşmelerine Hariciye’nin ‘’note taker’’ları bile alınmıyor.
Ersavcı ile Göğüş’ün kitapları büyük bir ihtimalle,
Hariciye’nin klasik/geleneksel ekolünden yetişen son Büyükelçilerin kitapları
olarak kayda geçecek. Önümüzdeki yıllarda Büyükelçi anısı olarak herhalde
E.Bağış, O.Ceyhun ya da M.S.Kavakçı’nın
kitaplarını okuyacak halimiz yok!
Melahat Baydur ile Emine Esenbel’in anılarını da
okumuştum. Ersavcı’nın eşi Sefire Zeynep hanımın kitabı da bence hoş bir
girişim. Üstelik o bölümü okumaya başlarken, hanımefendinin böyle sanki biraz eleştirel
bir bakış açısına sahip olduğunu düşünüyordum. Yanılmışım. Tabi ki kadın olduğu
için, iyi bir aile kültürü ve eğitim aldığı için renkli manzaralar sunuyor
Madame Ersavcı. Hele daha ilk başta yaşadığı gördüğü her şeyi yaz(a)mayacağını
açık açık ilan etmesi çok güzel bir dürüstlük örneği. Yine de takılmadığım
noktalar yok değil. Yazar, anlaşılan herkesle çok kolay ‘’dost’’ olabiliyor.
Devlet Başkanlarının, Dışişleri Bakanlarının, bulundukları ülkelerdeki önemli
şahsiyetlerin eşleri Zeynep Ersavcı’nın hep ‘’dostu’’ oluyor. Bilemem belki de
doğrudur.
Sefir Bey ve Sefire Hanım anılarını yazmış, aynı
tarihlerde aynı ülkede yaşıyor ve çalışıyorlar. Ama anılar iki ayrı kitap gibi
yayınlanmış. Önce Sefir’in kitabını okuyoruz sonra Sefire Hanımınkini. Halbuki
aynı dönemi kapsayan anı bölümlerini birbirinin peşi sıra yayınlasalardı daha
cazip olurdu bence. Neyse…
Devletçilikten, milliyetçilikten kurtulmak, hele 40 yıl
devlet hizmetinde bulunmuş insanlar için, kabul ediyorum, kolay bir iş değil.
Eleştirel bir perspektife sahip olmak, 6 yüzyıl kul olarak yaşamış insanların
torunları için de güç bir değişim. Yine de biraz irade, biraz merak, biraz
aykırılık özgür ve özgün olmanın önkoşulları bence. Mesela Sefire hanım,
Roma’da Nato Kolejindeyken merak edip biraz Gramsci ile ilgilenseydi, egemen
ideolojinin ne olduğunu, nasıl oluştuğunu ve ona karşı nasıl mücadele
edilebileceğini hem kendisi öğrenmiş olur hem de bize aktarırdı. Çok mu
talepkârım?
Ersavcı ve
Göğüş’ün kitaplarında belki çoğu zaman doğru bir şekilde, görev yaptıkları
ülkelerin hükümetlerinin bazı politikaları eleştiriliyor. Güzel… Ama
mütekabiliyet ilkesi gereği aynı alanda Türk hükümetinin politikalarını da
eleştirmek gerekmez mi? Mesela Batı
Trakya.
Dört dil bildiğini yazan Sefire hanımın Türkçesinde bir
kaç yerde topallamalara rastladım: ‘’Yaşanan bir öldürme olayı’’ yerine ‘’cinayet’’
denmez mi? ‘’1974’lü yıllar’’ olmaz çünkü bir tane 1974 yılı var. ‘’1970’li
yıllar’’ olabilir. Sefire hanımın ‘’Rum’’ ile ‘’Yunanistanlı’’ arasında ayrım
yapmaması garip. ‘’Yahudi’’yi etnik grup saymak doğru değil. 1922 İzmir
Yangınından Rumların ‘’da’’ sorumlu olduğunu yazmak o kadar kolay mı? ‘’Eurocrat’’ bir yerde (AB Yetkilisi) olarak
geçiyor ama bir sayfa sonra düzeltiyor: Avrupalı Bürokrat. Sefire hanım,
Belçikalı Türk Bakan Emir Kır’dan övgüyle bahsediyor ama bilahare bu kişinin
kendi partisinden ihraç edildiğini yazmayı unutmuş. Çok uluslu’yu İngilizce yazarken ‘’Multi
Nationals’’diye ayrı yazmaya ve sonuna ‘’s’’ eklemeye gerek yok.
Bir de bazı yabancı sözcüklerin yazılışında gerekli özeni
göstermemiş, olabilir, gözünden kaçmıştır belki. Ama editörün bunları
düzeltmesi gerekirdi: Consierge, Ferdinand de Lessepes, petit table…
Sefire hanım haklı olarak bir yerde ‘’Şeytanın Gözü’’nden
söz ediyor ama o göz, kendi yazdığı kitabın taslağını okurken anlaşılan tatile
çıkmış. Bunlar ayrıntı…
Acaba bir gün benim idealimdeki emekli büyükelçi, Türk
diplomasisinin gerçek fotografını hatta MR’ını çekip yayınlayacak mı? On vous attend mon cher!
(1)
- İki Yarı Bir
Bütün, Diplomasi ve Yaşam, Murat Ersavcı- Zeynep Ersavcı, Türkiye İş Bankası
Kültür Yayınları, 363 s. Istanbul, Aralık 2022
- Zor Başkentlerde Diplomasi - Hasan Göğüş Doğan Kitap, 220 s,
Istanbul 2020.
(SON/RD)
Yorumlar