Zaman ve mekânda yaşanan radikal değişim sadece felsefi bir mesele değil, pratikte de sorun yaratıyor. Fransız protest şarkıcı Renaud’nun kızı bir parçada soruyordu: Ne zaman gidiyoruz nereye?
Ragıp Duran
Zaman ve mekân.
Ya da tarih ve coğrafya.
Yves Lacoste sayesinde coğrafyanın önemini öğrenmiştik,
hatta coğrafyanın tarihe olan üstünlüğünü. ‘’Bir milletin kaderi esas olarak
ülkesinin konumuna bağlıdır’’ değil mi? David Harvey de bize bir şey daha
gösterdi: Siyasetin coğrafi rolü ile coğrafyanın siyasi yönünü. Teşekkürler.
Yıllar önce bir Kürt arkadaşım yakınıyordu: ‘’Biz
talihsiziz. Bizim komşularımız Türkiye, İran, Irak ve Suriye. Aslında dört
diktatörlükle kuşatılmışız. Onların içinde yaşıyoruz. Benim rüyalarımdaki Kürdistan
ise, Fransa, Almanya, İtalya ve İsviçre’nin arasında bir yerde. Öyle bir
coğrafyada olsaydık sakin, huzurlu ve refah içinde yaşardık’’. Haklıydı
herhalde.
1971 yılında Fransa’da, Paris’in banliyösü Créteil’de (Jean Ferrat’nın Ma Môme şarkısındaki fabrikanın olduğu yöre) Saint Exupéry mektebinde lise 3. sınıf öğrencisiyim. Okulun başladığı ilk gün ilk ders Tarih-Coğrafya idi. Halbuki bizde Tarih ile Coğrafya iki ayrı derstir. Tarihte mesela Kanuni devri (1520-1566) okutulurken, Coğrafya dersinde Latin Amerika pampaları işlenir. İşte Altiplano, Atacama, Marchahuasi filan…
Mekân sabittir, zaman ise sürekli hareket/devinim içinde.
Zaman ve mekân zaten her zaman uyumlu değildir, ikisinin arasında armoni tutmaz
her seferinde.
Bir örnek: Istanbul’un Fatih semti koyu dindar bir semt
olarak bilinir. Fatih Sultan Mehmet’in Konstantiniye’yi fethettiği günlerden bu
yana, komutanın adını alan bu semt, 21. yüzyılın başında da yani hâlâ feodal
dönemden kalma görüntüler sunar. Başörtülü, kara çarşaflı kadınlar
çoğunluktadır, sakallı erkekler şalvarla dolaşır sokaklarda. Bu manzarada yine
de modern bir leke dikkat çeker: Yayaların elinde son model cep telefonları
görülür ve zil sesi olarak da kimi zaman dini bir melodi duyulur.
İnternet, zamanla mekân arasındaki ilişkileri, eski ilişkileri, tamamen alt üst etti: Selanik’de evdesiniz, saat 17.00 ama ekranda Los Angeles’desiniz ve orada saat 05.00.
Gazeteciler ve haber meraklısı yurttaşlar açısından durum daha da farklı: İnternet’ten önce, hatta Türkiye’de sadece 1972’den bu yana yayın yapan televizyondan önce, tek yaygın medya diyebileceğimiz, devletin resmi radyosu olan TRT bütün gün boyunca sadece üç haber bülteni yayınlardı. Ajans adı verilen bu bültenler 07.00, 13.00 ve 19.00’da pür dikkat dinlenirdi. Bugünse İnternet kullanıcısı yurttaşlar, dünyanın kendilerine göre en uzak, en ücra bölgesinde meydana gelen önemli bir olayı 3-5 dakika içinde öğrenebiliyor. Artık ana haber bülteni filan yok, kalmadı. Neredeyse saat başı hatta yarım saatte bir, her çeyrek saatte bir bülten yayınabiliyor. Ya da haber değeri taşıyan olayla ilgili bilgi gelir gelmez, saate bakmadan hemen yayına girebiliyor.
Neo-liberalizm sadece ekonomik-mali bir sistem değil,
aynı zamanda bir ideoloji hatta bir hayat tarzı. 1989’da Berlin Duvarı
yıkıldığından bu yana adım adım inşa edilip güçlenen ve artık neredeyse küresel
çapta egemen ideoloji haline gelen neo-liberalizmin temel olarak üç özelliği
var:
·
Herşey çok hızlı, çok yüzeysel olmalı.
Bu nedenle de görüntü, içeriği yani yazıyı alt ediyor ve üste çıkıyor.
·
Görsel süratin belli bir amacı var:
Düşünmeye vakit bırakmamak. Görüntü sesle birlikte hızlıca hap olarak veriliyor
yurttaşa.
·
Her şey, para ve kâr amaçlı. Böylece
ekonomik iktidar siyasal gücünü artırabiliyor, siyasal güç de mali kapasitesini
genişletiyor.
Şimdi temel sorun şu: Mekânla zaman birbirinden koptuğunda, ya da ikisi de berhava olduğunda, elimizde herhangi bir kriter kalmıyor.
Neo-liberalizmi aklamaya çalışan kimi ideologlar, ‘’Bill
Gates, Karl Marx’dan daha akıllı’’ diyor. Bu iki şahsiyet çok farklı
zamanlarda, çok farklı mekânlarda yaşamış insanlar. Ama günümüzün naylon
filozofları, bizim dahi ve Sakallı Dedeyi karalamak için olmadık sözler
sarfedebiliyor. Belki iki noktayı düşünmekte yarar var: Marx, Gates’in yaşadığı
olağanüstü rahat ve zengin bir hayat yaşamadı. Marx, bütün ekonomik, mali ve
matematik hesaplarını bilgisayarsız yapmıştı. Sonra, eserleriyle 150 yıldır
gündemde olan bir filozof/eylem insanı ile bugün var yarın yok bir iş insanı
kıyaslanır mı?
Kriter(ler)in ortadan kalkması, bilim-kurgu zihniyetini
güçlendiriyor ve onu daha da popüler hale getiriyor. Bilim demode, kurgu
manşette. Sanal gerçek artık hakiki gerçeğin üstüne çıktı, onu ezdi, ona
hükmediyor. Yani elle tutulur, somut olan, sokakta, günlük hayatta karşılaştığımız gerçek yerine,
cep telefonlarının ya da bilgisayarların ekranlarında, imal edilmiş bir
gerçekle karşı karşıyayız. Bunun bir de büyütülmüş gerçeği var, alternatif
gerçek modelleri de mevcut. Ekranlar iki hatta görsel olarak üç boyutlu hale
getirilebiliyor ama ekranlarda beş duyunun üçü yok. Dokunamıyorsun, koku yok,
tad yok. Emekli Hüseyin amca kahvede
muhabbette değil. Burada hedef, bir sınıfın hakiki gerçeğini, karşıt sınıfın
sanal gerçeğine karşı korumak, güçlendirmek.
21. yüzyılın insanı dünyaya ekranın gözünden
bakıyor. Çoğu zaman da, kendi çıkarı
açısından görmesi gerekeni göremiyor. Çünkü o ekranlar onun değil,
neo-liberalizmin emrinde. Çağdaşımız yurttaşlar, eşleri, çoluk çocukları ya da
arkadaşlarıyla geçirdikleri zamanın neredeyse 2-3 mislini ekran başında
geçiriyor. Dolayısıyla bu yurttaşların
görselliği zayıflıyor, köreliyor. Kendi istediklerini değil, ona sunulanlara
bakmak zorunda. Sunulanlar da çoğu zaman tek düze, birbirine benzer görüntüler.
İçerik de neredeyse her zaman aynı. Bu kadar uzun süre ekran karşısında kalan
yurttaşın sözcük haznesi de fakirleşiyor. Dahası düşünme yetilerini yitirmeye
başlıyor. Çünkü söylemi ve sözcükleri
sınırlı, kuşatılmış durumda. Zaten cümle ve kelimeler yerine kısaltmalara
muhatap. Ya da küçük grafiklere. İşte emojiler filan… Gazete, dergi okumaya hiç
vaktimiz yok hep! Vakit çok az. Vakit de zaten nakit ya… Nakit olabilir de,
önemli bir fark, bu nakitin Dolar ya da Euro mu yoksa Türk Lirası mı olduğu.
Küreselleşmenin artık kaçınılmaz eşanlamlısı tekleşme
(Uniformisation). Zaman ve mekân farklı olsa da, aynı ekranlar, aynı
görüntüler, aynı içerikler.
Fransız Chanson’unun arslan yeleli anarşisti Léo Ferré
1961 tarihli şarkısında ‘’Zor zamanlar’’ demişti. Uzunca bir zamandan beri mekânlar da zor
artık.
(*)Selanik’de
yayınlanan felsefe, kültür, sanat dergisi ENEKEN’in 2021 Kış sayısında
yayınlanan yazının Türkçe çevirisi.
Yorumlar