Besleme Basından Lağım Medyasına
* 12 Eylül 1980'den bu yana bütün Türkiye toplumu çok olumsuz bir
dönüşüm sürecine girdi . Sağcılık, dincilik, milliyetçilik, yozlaşma
egemen hale geldi. Medya da bu dalgadan nasibini aldı.
(Tükenmez Dergisi, Sonbahar 2020, sayı 37, sayfa 10-11)
Ragıp Duran
Meşum 12 Eylül darbesinden bu yana 40 yıl geçmiş. Bugün 50 yaşını aşmış
insanlar için aslında dün kadar yakın bir tarih Evren Paşa'nın devlet
yönetimine tankları ve toplarıyla el koyması. Sonra da işkenceleri ve
cezaevleriyle bütün ülkeyi karanlığa sokması. 40 yıl, bir çoğumuza bir başka
nedenle çok yakın bir geçmiş gibi görünüyor. Yani 12 Eylül 1980'den bu güne
geçen süre kısaymış gibi geliyor. Çünkü 40 yıl önceki baskılar ve iktidar
söylemi bugün hala revaçta, yani moda, çünkü aynı zihniyet hala iktidarda.
Ben meselenin gazetecilik ve medya ile ilgili kısmına odaklanmaya
çalışacağım. Tartışma platformlarında hatta günlük konuşmalarımızda sık sık
gündeme geliyor: Bugünkü baskılar 12 Eylül dönemini aratır...O
zamanlar, bu kadar vahşi değildi devlet...Askeri dönemde bile mahkemelerde bu
kadar rezalet yaşamamıştık... Kötü dönemlerin hangisi daha kötüydü
tahlilleri pek cazip değil. İki nedenle: Birincisi, her dönemi kendi koşulları
içinde değerlendirmek gerekir. İkincisi de, böyle bir kıyaslama yaptığımızda,
anakronik ve nispi olarak olsa da, ''12 Eylül bugünden daha iyiymiş'' gibi
formüle edilebilecek bir sonuca varma riski. Kötüler arasında nispeten kötü
diye bir şey olmamalı.
Diğer alanlar, yani siyaset, eğitim, sağlık, diplomasi...vs... için de geçerli
olsa gerek, Türkiye'de medya, Tek Adam rejiminde bütün tarihinin en kötü, en
karanlık dönemini yaşıyor. 1831'den de 1923'den de başlasak, bu coğrafyada
gazetecilik ve gazeteciler hiç bir zaman bu kadar devasa, derin, çok boyutlu
baskılarla karşılaşmamıştı.
Yukarıdaki cümleler, sübjektif bir değerlendirme değil. Bir ülkede
medyanın durumunu saptarken, tahlil eder ve değerlendirirken, kullandığımız,
evrensel çapta da geçerli bir dizi somut kriter var. Ülkenin siyasi, toplumsal,
ekonomik ve medyatik gerçeklerini sözkonusu kriterlere vurduğumuzda, ortaya
çıkan manzara ve sonuçlar bize somut bir gerçeği yansıtıyor.
Kriterleri saymak gerekirse, önem sırası gözetmeden başlayalım:
+ Hapisteki gazeteci sayısı: Bu kriter sıradan bir ceza
hukuku normu değil. Gazetecilik ancak özgür bir ortamda yapılabildiği için,
hapisdeki gazeteci sayısı o ülkenin medyasının özgürlük kavramı ve uygulaması
hakkında bize esaslı bir ipucu verir. Uluslararası gazetecilik meslek
örgütlerinin (RSF, CPJ,IPI) yayınladığı basın özgürlüğü listelerinde,
İsveç, Norveç ya da Finlandiya gibi ülkeler genelde ilk üçe giriyorsa, bu
İskandinav ülkelerinin hapisanelerinde bir tek gazetecinin bile
bulunmaması tesadüf değil. Bu iki olgu arasında, yani basın özgürlüğünün
düzeyi ile hapisdeki gazeteci sayısı arasında doğrudan bir ilişki var. Çin,
Kuzey Kore, Rusya ya da İran gibi yine Tek Adam rejimiyle yönetilen ülkelerin
cezaevlerinde de çok sayıda gazeteci bulunması da anlamsız değil. Çünkü
demokrasi olmayan ülkelerde ''Gazetecilik Suçtur'', demokratik ülkelerde ise
gazetecilik, yurttaşları bilgilendirmek için icra edilen bir meslek
olduğu gibi kamuoyunun, yönetimi gözetleyip denetlediği mekanizmalardan
biridir, dolayısıyla da suç değildir.
Türkiye tarihine hiç bir zaman bugünkü kadar çok sayıda gazeteci hapse
girmedi. 1923-38, 1939-1950 ve sonraki dönemlerde de Ahmet Emin Yalman'dan
Çetin Altan'a çok sayıda gazeteci hapse girmişti ama meslek erbabının toplam
nüfusuna oranla da baksak, salt sayı olarak da baksak, o eski dönemlerde
bugünkü gibi sayı hiç bir zaman üç haneli olmamıştı.
+ İktidar tarafından kapatılan, yasaklanan medya organı sayısı:
Devlet, Osmanlı'dan bu yana, yasadışı ya da gayrı meşru faaliyetlerini, kamu
karşıtı politikalarını somut olarak olaylara belgelere dayanarak teşhir
eden gazetecilikten hiç hoşlanmaz. Ve en kısa zamanda bazen polis ya da mahkeme
marifetiyle, bazen linç örgütleyerek (Tan gazetesi), kimi zaman da ekonomik ya
da idari yaptırım ve baskılarla o tür gazeteleri, işini hakkıyla yapmaya
çalışan gazetecileri susturmaya çalışır. Türkiye, bir yandan kapatılan ve
yasaklanan siyasi partiler mezarlığı olduğu gibi, bu memleket bir açıdan da
yasaklanmış/kapatılmış matbuat-basın-medya organları mezarlığı sayılır.
Atatürk, İnönü, Menderes dönemlerinde olsun 1960 darbesinden sonraki yıllarda
olsun, özellikle Darbeler mevsiminde hükümetler çoğu zaman geçici
olmasına rağmen çok sayıda gazete ve dergiyi kapattı, yasakladı. Bu
yasaklamaların çok az bir bölümü yargı eliyle yapılırken ezici çoğunluğu
idari kararla yapıldı. Yani siyasi saiklerle gerçekleştirildi. Memleketin medya
manzarasını, ki doğal olanı çiçek bahçesi gibidir, çölleştiren bir girişim,
basın özgürlüğünün varlığını/yokluğunu ya da derecesini gösterir. Türkiye
özellikle 1971'den bu yana sık sık bu tür kapatma ve yasaklar yaşadı. Ne var ki
döküm yapıldığında AKP iktidarının kapatıp yasakladığı medya organı sayısı
kendisinden önceki tüm iktidarların yasakladığı toplam medya organı sayısının
en az bir kaç mislidir.
+ Basın özgürlüğü ile medya mülkiyeti arasında doğrudan bir bağ
vardır: Medya mülkiyeti bu alanda önemli bir kriter. Mevcut medyaya kim
hükmediyor? Kimin kaç gazetesi, dergisi, radyosu, televizyonu var? soruları
tayin edici. Toplumda doğal olarak var olan farklı görüşler, yaklaşımlar,
ideoloji ve politikalar söz konusu ülkenin medya organlarına ne derece
yansıyor? 12 Eylül öncesindeki medya mülkiyeti manzarası ile bugünkü tablo çok
farklı. 1980'den önce küçük, orta ve büyük çaplı gazeteler vardı, aşırı-sağdan
Parlamento dışı sola kadar çok farklı siyasi kesimlerin hem kendi medya
organları vardı hem de ana akım dediğimiz merkez medyada kimi zaman kendilerine
az da olsa yer bulabiliyorlardı. Keza, özellikle İsmail Cem döneminde, kamu
radyo ve televizyon istasyonları da mevcut toplumun tüm renklerini yansıtmaya çalışıyordu.
Bugün ise toplam medya mülkiyetinin yüzde 90'ına ulaşan bir kesiminin
doğrudan ya da dolaylı olarak Beştepe Saray'ına olduğunu biliyoruz, görüyoruz.
Medya mülkiyeti künyelerinde gördüğümüz değişik isimli işverenlerin ise konu
mankeni oldukları da malum. Bugün mevcut Türk egemen medyası, mülkiyet ve
siyaset açısından Tek Adam'a, Tek Adam rejimine göbekten bağımlı hale
getirildi. Toplumun bugün artık neredeyse yüzde 60'ını oluşturan rejim
karşıtlarının seslerini duyuramadığı bir ortamda, mevcut medya mülkiyeti şeffaf
da olmadığı için, Saray bülteni gibi yayınlanıyor.
+ Önemli bir kriter de tabi ki içerikler. İletişim
akademisyenleri, master ya da doktora öğrencileri, meseleyi daha iyi kavramak
ve anlatmak için, inanılır ve güvenilir olmak zorunluluğu nedeniyle, bir dizi
somut bilgiye, olguya ihtiyaç duyar. İşte dökümler de, yani bir gazetenin
toplam içeriklerinin dökümü ve bu dökümün sistematik bir şekilde
kategorilendirilmesi de, bize sözkonusu gazetenin bir çok niteliğini (Yayın
politikası, ağırlık verdiği konular, siyasi, ekonomik, kültürel hatta
sportif konulara yaklaşımı) gösterir. 40 yıl ara ile yayınlanan aynı
gazetenin iki farklı tarihlerdeki içeriklerini döküp farkları tahlil
ettiğimizde, 12 Eylül öncesinde egemen basının bile muhalefete, toplumun
iktidarı dışındaki kesimlere ne kadar çok (Bugüne kıyasla) yer verdiğini
göreceğiz. Çünkü bugün ''Saray Bülteni'', ''Yandaş Medya'', ''Yalaka Medya''
gibi çeşitli sıfat ve ünvanlarla anılan gazeteler, muhalefete, sola hele Kürt
siyasi akımlarına tamamen kapalı.
12 Eylül darbesinden sonraki süreçte, aslında biraz Turgut Özal
döneminde (2.5 gazete kalacak) başlayıp Erdoğan'la zirveye çıkan yeni ve
ancak demokratik olmayan 3. Dünya ülkelerinde rastlayabileceğimiz bir uygulama
devreye girdi: İktidar, doğrudan müdahale ederek, medya mülkiyetini değiştirdi.
Eskiden muhalif olan gazeteleri yandaş iş insanlarına satın aldırdı, inşaat
sektöründen elde ettikleri gayrı meşru kazançlarla kendilerine yeni medya
organları kurdu. Aydın Doğan'ın başına gelen mesela, dünya basın tarihinde
nadir bir vakadır. Bir medya imparatorunun yayın organları gaspa yaklaşan bir
yöntemle sahip değiştirdi.
Bugün Türkiye'de bir yurttaş, bayiden gidip gazete alıp okusa ya da
İnternet'e girip günlük gazeteleri incelese, Türkiye toplumunun gerçekleri
hakkında bilgi sahibi olamaz. Olsa olsa Erdoğan, Tek Adam rejimi ya da AKP
konusunda bilgi sahibi olabilir. Bu ''bilgilerin'' de tek yanlı bilgiler,
kısacası ajit-prop'tan başka bir şey olduğunu kolayca anlar. Sonuç
olarak bir gazetede yayınlanmış olan bütün haber ve köşe yazıları, bu
metinlerin renk, yaklaşım, ideolojik çeşitliliği ve toplumda karşılık bulup
bulmaması o gazetenin kimliğini oluşturur, amacını ortaya çıkarır. Saray rejimi
bütün medyayı hizaya çekip sadece müstebitin konuşmalarını yayınlar,
uygulamalarını aktarırsa, muhalafete sansür, ambargo, baskı uygularsa o ülkede
basın özgürlüğünden söz edilemez.
Kuşkusuz bu 3 temel kriterin yanısıra okur-yazarlık oranı, medya
okur-yazarlık oranı, gazetelerin toplam tirajları, gazetecilerin sendikalaşma
oranları, basın emekçilerinin ortalama gelirleri, haber ve yorumların
doğruluğu, keza tüm içeriğin öngörülerinin gerçekleşme oranı, gazete fiyatları,
radyo-televizyon harç bedeli, İnternet abone tutarı gibi başka bir çok kriteri
hesaba katarak da tahlil yapabiliriz. Ne var ki, hangi kriteri
kullanırsak kullanalım her değerlendirme, başta belirttiğimiz, ''Gazetecilik
tarihinin en kötü dönemi'' saptamasından kurtulamayız.
Bir de yaşı müsait olan her okur hatırlamaya çalışsın: 12 Eylül'den önce
bayiye gittiğimizde kendini solcu olarak tanıtan Cumhuriyet, Demokrat,
Politika ve Aydınlık(?) başlıklı gazeteler vardı ve bunların toplam tirajı
hatırı sayılır bir düzeydeydi. Bugün durum, İnternet'i hesaba katsak bile çok
farklı, yani çok gerideyiz. Bu gazetelerde çalışan meslekdaşlar, 80 darbesi
öncesinde, zaman zaman Adliye koridorlarını aşındırmak zorunda kalsalar
da, bugüne oranla çok daha az sayıda cezaeviyle tanışmışlardı.
12 Eylül öncesi dönemde Nadir Nadi'den Dinç Bilgin'e, Kemal Ilıcak'tan
Karacan'lara kadar çekirdekten yetişmiş gazete patronları vardı. Bugünkü
gazetelerin teorik sahiplerini kaç kişi tanır?
80 öncesi dönemde de yazıları, haber ve yorumlarıyla iktidarı
destekleyen gazeteciler vardı. Ama hiç biri bugünküler kadar çapsız,
süfli, pespaye ve yüzsüz değildi.
Kapatırken tartışmalı bir konuya da değineyim: Bugün sadece Türkiye'de
değil bütün dünyada, mesleğini korumak için çalışan gazeteciler, onurlu
iletişim akademisyenleri keza bilinçli yurttaşlar arasında, bu kadar bozulmuş,
çürümüş, yozlaşmış medyanın geleceğini tasarlarken ya da düşlerken yani
geleceğin iyi, doğru, demokrat medyasını inşa etmeye çalışanlar arasında, bazen
''İyice batsın, rezil olsun da, sonra düzlüğe daha iyi çıkarız'' görüşünü
savunanlar var. Karamsarlık olacak ama bu yaklaşımı benimseyenlere sormak
gerekecek: Türkiye'de kötülüğün sonu var mıdır? (SON/RD)
Yorumlar