Ana içeriğe atla





Saray bültenleri ikna edemiyor
Medya ile savaş da kazanılmaz, savaş da kaybedilmez. Dünya tarihinde böyle bir örnek yok. Olmayacak da… Türk medyası haber vermiyor, propaganda yapıyor. Aslında Türkiye’deki egemen medya henüz medya sıfatını bile hak etmiyor. 

22 Şubat 2018 Perşembe | Dizi
FİLİZ ARGAL

Medya eleştirmeni gazeteci Ragıp Duran, Türkiye’deki egemen medyanın henüz medya sıfatını bile hak etmediğine dikkat çekti. Türk medyasının haber değil propaganda yaptığını söyleyen Duran, ‘’Saray bültenleri henüz kendi kitlesini bile tamamen ikna edememiş’’ diyor. Ragıp Duran ile iki gün sürecek söyleşimizde Türk egemen basını, alternatif medya ve Efrîn savaşını konuştuk
ERTUĞRUL BALIK GİBİDİR
Eskiden sürekli Ertuğrul Özkök’ü yazardınız. Artık yazmıyorsunuz… Durum çok mu vahim?
Tatsız bir konuyla başladık söyleşiye. Ben kimseye şahsen takmam. Ama zihniyetlerle, uygulamalarla uğraşırım. Özkök, Hürriyet’in başında iken hem gazetecilik hem de siyasi olarak iktidarla ilişkileri açısından olumsuz bir rol modeldi. Abdi İpekçi ya da Uğur Mumcu gazeteciliğini bitirmeye çalıştığını yazdı. Anglo-sakson anlamda ciddi gazeteciliği (Serious Journalism) öldürüp, gazeteyi kendi deyişiyle sit-com (Durum komedisi)  bülteni haline getirmenin peşindeydi. Makamını korumak için hem kendi patronu hem de siyasi iktidarla, ilkesiz, omurgasız bir şekilde hep iyi geçinmeye baktı. Hürriyet’in bir yazarı onun için, ‘’Ertuğrul balık gibidir, tutamazsın, elinden kaçar, acaip kıvraktır’’ demişti. Doğru herhalde. Futbolcu olsaydı, bire birde kolay adam geçen, iyi çalım atan bir santrafor olabilirdi. Öyle pek şahane goller atamasa da. 
Özkök’le ilgili iki kaydım var: İktidar yanlılığına rağmen, Aydın Doğan’la birlikte gazete yönetiminden Ankara’nın marifetiyle uzaklaştırılınca, Genel Yayın Yönetmenliğini bırakırken yayınladığı veda yazılarından birinde, beni ve bir-iki medya eleştirmeninin adını da sayarak, bizden ne kadar çektiğini, bizim ona ne büyük sıkıntılar verdiğimizi itiraf etmişti. Açıkçası sevindim. Demek ki kendisine rahatsızlık verebilmişiz, özür dileyecek halim yok tabi! İkincisi, Özkök, mealen ‘’Ben mesaimin belki sadece yüzde 10’unu gazeteciliğe ayırıyorum’’ demişti. Ben de fena yüklenmiştim bu açıklamaya. Ne var ki, yakın bir arkadaşım, bir meslekdaşım, bir süredir Hürriyet’in belki de beşte biri büyüklüğündeki bir medya organını yönetiyor. O da maalesef, zamanının büyük bir kısmını, gazetecilik/habercilik yerine, idari ve mali işlerin yanı sıra kadroların çoğu anlamsız sorunlarına ayırmak zorunda kalıyor. Yöneticilik zor iş vesselam…
Özkök, bizim kaleme alacağımız Türk basın tarihine pek parlak referanslarla geçmeyecek. Orası kesin. Bugün ise bulunduğu mevki  itibarıyla önemli, değerli, kayda değer, ciddiye alınacak bir konumda değil. A.Selvi mesela günümüzde daha ilginç bir karakter. Onunla da sağolsun bizim Ahmet Nesin, gerektiği gibi ilgileniyor….     
DİNGO BEĞENMEMİŞ ÇÜNKÜ…
The Post filmini izlediniz mi? Epey övgü aldı. Nasıl buldunuz filmi?
İzledim. Beğendim. Amerikan burjuva sınıfının bile, Anayasa’nın Değiştirilmiş Birinci Maddesi (First Amendement) bağlamında, iktidarın baskı ve tehditlerine rağmen basın özgürlüğüne nasıl sahip çıktığını görüyoruz. Ayrıca hukuk devletinin anlam ve önemi de çıkıyor ortaya. Eskiden beri çalışmalarını izlediğim patroniçe Graham’ı, yazıişleri müdürü Bradlee’yi ve özellikle bizim Maraşlı Ermeni meslekdaşımız, son dönemlerin efsanevi medya eleştirmeni Ben Bagdikian’ı (Orijinali, Bağcıyan, olsa gerek) beyaz perdede görmek beni heyecanlandırdı. İnternet öncesi dönemde, hem devlet sırrının nasıl ifşa edilebileceğini hem de binlerce sayfanın bir gecede nasıl haber haline getirildiğini göstermek önemli. 
Bizdeki bir dingo, Graham’ın ailesinde Yahudi izi keşfedip, gazete yönetiminin CİA ile ilişkilerini saptayıp, Washington Post’un bugün Suriye’de PYD-YPG’yi desteklediğini yazıp, filmden hiçbir şey anlamadığını, dahası ırkçılığını ve antisemitizmini faş etti. Dingoların özelliğidir: Dingo olduklarının farkında değildirler, kendilerini solcu, demokrat, araştırmacı filan sanırlar. 
REZİL OLURKEN GÜLÜYOR
Ravza Kavakçı’nın DW ile söyleşisindeki performansını nasıl buldunuz?
Söyleşiyi yapan kıdemli bir meslekdaş olmasına rağmen, tahminim onun da sinir uçlarına dokunmuş, fazla heyecanlı ve biraz agresif geldi bana. Kavakçı ise büyük bir ihtimalle hayatında ilk kez gerçek bir gazeteci ile karşılaştığı için acaip çuvallıyor ama onu da çaktırmamaya çalışmak için sinsi bir gülümseme kalkanının arkasına sığınmış. Bu mesele Kavakçı ile ilgili ve sınırlı değil. Hakiki gazetecinin karşısında hangi yetkili olursa olsun, Deniz Yücel’in Erdoğan tarafından esir alınmasını anlatamaz, açıklayamaz, gazeteciye inandırıcı, güvenilir, ikna edici çelişkisiz bir cevap veremez. Sorudan kaçmak, kıvırmak, konu değiştirmek, gazeteciyi bilgisizlikle itham etmek etkili yöntemler değil. Kavakçı söyleşisi, Türkiye’de hukukun ve iktidarın sefaletini kanıtlayan güzel bir örnek.
MEDYA İLE SAVAŞ KAZANILMAZ
Efrîn‘deki savas giderek şiddetleniyor ve bölgeden sayısı sürekli yükselen ölüm haberleri geliyor. Savas medyada kazanılacakmış gibi bir hava esiyor. Medya ile savaşı kazanan var mı?
‘’Efrîn’deki savaş’’ dediniz. Halbuki Türk resmi söyleminde, TSK’nın ilk helikopterinin düşürülmesine kadar, ‘’Operasyon’’, ‘’Harekat’’, ‘’Terörle Mücadele’’ gibi ibareler kullanılıyordu. Erdoğan da o gün ‘’Savaş’’ sözcüğünü telaffuz ederek, saldırının gerçek niteliğini faş etmiş oldu. ‘’Artan ölüm haberleri’’  dediniz. Doğru. Ama Türk medyasında ‘’şehitler’’ yani TSK mensupları, dünya basınında ise ‘’sivil ölüm’’ haberleri artıyor.
Evet, savaşlar sadece askeri ve teknik imkanlarla kazanılmıyor. Savaşı kazanmak için tarafların önce kendi kitlelerini sonra da dünya kamuoyunu ikna etmeleri gerekir. Çoğunluğun gönüllerini, vicdanlarını kazanıp, savaşın haklı bir eylem olduğunu, savaşın sonunda iyi şeyler olacağını kabul ettirmek gerek. İnsanların bu yönde ikna olması lazım. Bu işi de medya yapıyor. Türk medyası haber vermiyor, propaganda yapıyor. Buna rağmen, geniş bir kitle milliyetçi ve Kürt karşıtı saiklerle saldırıyı destekliyor ama K.Kılıçdaroğlu ve İ.Başbuğ gibi öyle pek de savaş karşıtı olmayan şahsiyetlerden bile, ilkeli ve köklü olmasa da, itirazlar gelmeye başladı.
Demek ki Saray bültenleri henüz kendi kitlesini bile tamamen ikna edememiş. Barış talep eden mesajları paylaşan yurttaşlar hakkında soruşturma, gözaltı gibi girişimler de aslında ikna kabiliyetinin pek yüksek olmadığını gösteriyor. Dünya medyası ise ikna olmuş durumda: TSK, terörle filan mücadele etmiyor, sınır güvenliği, ulusal güvenlik gerekçeleri de geçersiz. TSK bu bölgeyi işgal edip yerel Kürt nüfusunu göçertmek istiyor. 
Medya ile savaş da kazanılmaz, savaş da kaybedilmez. Dünya tarihinde böyle bir örnek yok. Olmayacak da…  
ELMA İLE ARMUT…
Savaşlarda egemen medyanın tavrı hep aynı mı oluyor? Amerikan medyası, İngiliz medyası vs. Türk medyasıyla ortak veya ayrılan yanlar nelerdir?
Maalesef savaş döneminde bütün dünyada savaşan tarafların egemen medya organlarının tutumu, genellikle kendi devletini/ordusunu/milletini desteklemek şeklinde tezahür ediyor. Genel eğilim bu… Neyse ki bu eğilime zıt çıkışlar da yaşandı, yaşanıyor. Size çok sayıda olumlu örnek sayabilirim: BBC’nin daha 2. Dünya Savaşındaki genel yayın politikası ve haberleri ile Falkland/Malvinas Savaşındaki yayınları tarihe olumlu örnekler olarak geçti. Keza Balkanlarda, Saraybosna’da yayın yapan günlük Oslobodenje (Kurtuluş) gazetesi çokuluslu/çoketnili ve barışçı yayın çizgisiyle takdir toplamıştı. Bugün Türkiye’de Efrîn Savaşı hakkında Özgürlükçü Demokrasi, Özgür Politika, Evrensel, The Region gibi medya organları milliyetçiliğe, militarizme karşı son derece tedbirli bir tutum almış durumdalar.  Bizim Artı Gerçek ile Artı TV, Bianet.org, Duvar gibi internet siteleri bence savaş konusunda genel olarak doğru yayıncılık yapıyor.
Sizin de bildiğiniz, Kürt konusunda bilgili ve hassas bazı haber ajansları ile TV kanallarını tek tek saymaya gerek yok herhalde. Bu mesele, yani savaşçı/milliyetçi yayıncılık meselesi, ne yazık ki sadece medya mülkiyeti ile ilgili değil. Yani sorun sadece TRT ve Anadolu Ajansı ile sınırlı değil. Aynı şekilde silah üreten şirketlerin mülkiyetindeki medya organlarının yayın politikası ile de sınırlı değil. Sorun bir ölçüde de ideolojik. Mesela ABD’de Rupert Murdoch’un (Avustralyalı, medya sahibi olabilmek için sonradan mecburen ABD vatandaşlığı aldı) mülkiyetindeki Fox TV’nin bir muhabiri, Afganistan saldırısı sırasında elinde otomatik tüfekle ‘’Usame Bin Ladin’i vurmaya gidiyorum’’ diye yayın yapmıştı. Hoş bizde de, yine Balkan Savaşında Türkiye gazetesinin bir muhabiri, silahla cepheye gitmiş, sonra da ‘’Bir Sırp’ı vurdum’’ manşetiyle haber yapmıştı.
Geçmiş tecrübeler gösteriyor ki, bir savaş, ancak savaşın taraflarından biri olmayan bir medya ya da gazeteci tarafından nispeten iyi ve doğru bir şekilde izlenip aktarılabiliyor. John Reed’in Bolşevik Devrimini anlattığı ‘’Dünyayı Sarsan 10 Gün’’ ya da Ernest Hemingway’in Balkan Savaşı (1912) notları/haberleri bu konuda iyi birer örnek. 
Değişik ülkelerin medyası arasında kıyaslamalar yapan hem mesleki hem de akademik-çalışmalar mevcut. Ama elma ile armut kıyaslanamayacağı için Batı medyası ile Türk medyasını karşılaştırmak mümkün değil. Çünkü Türkiye’deki egemen medya henüz medya sıfatını bile hak etmiyor.
MİLLİ VE YERLİ YALANLAR
Savaş veya kriz dönemlerinde alternatif medya da ağır bedel ödüyor, günümüz açısından Türkiye‘de muhalif ve alternatif basının yaşadıkları hakkında neler söylemek istersiniz?
Bu sorunuzda aslında cevap sorunun içinde. Can Dündar neden yurtdışına çıkmak zorunda kaldı? Cumhuriyet’in yöneticileri neden hala tutuklu? Özgür Gündem’in nöbetçi eş genel yayın yönetmenlerine neden cezalar veriliyor? Alternatif ya da özel olarak muhalif, solcu olmaya gerek yok. Bugün egemen medyada bile Efrîn savaşına karşı çıkmak hatta hafifçe eleştirmek bile linç kampanyasının hedefi haline gelmek anlamında. 
Efrîn savaşının haksızlığı, yasadışılığı ve gayri meşruluğunu gizlemek/örtmek için barış yanlıları, doktorlar, avukatlar, sendikacılar, gazeteciler ağır baskılar altında. Halbuki bizim yazıp çizip söylediklerimizi yabancı basında neredeyse aynen okuyabiliyoruz. O gazeteler kendi ülkelerinde özgürce yayın yapabiliyor. Çünkü ellerinden geldiğince savaşı doğru bir şekilde izleyip aktarıyorlar. 
Yarın: Alternatif medya ve sürgünde gazetecilik   YENİ ÖZGÜR POLİTİKA


Sıfırı çoktan aştık eksi 40lardayız

Sadece 1980’den bu yana değil, benim bildiğim okuduğum kadarıyla, halen Türkiye Cumhuriyeti’nin en karanlık günlerini yaşıyoruz. 1923’den bu yana hiç bu kadar çok meslektaş hapse atılmadı, hiç bu kadar gazete, radyo, televizyon kapatılmadı, hiç bu kadar meslektaş işsiz kalmadı.

23 Şubat 2018 Cuma | Dizi
FİLİZ ARGAL

Ragıp Duran, 12 Eylül darbesini, Kürdistan ve Türkiye’de 90’lı yılların karanlık günlerini görmüş, yaşamış bir gazeteci. Dönemler arasında kıyaslama yapmayı sevmediğini ama şu an yaşananların Türkiye Cumhuriyeti’nin en kötü dönemi olarak ifade ediyor. Duran’a göre ‘’1923’den bu yana hiç bu kadar çok meslektaş hapse atılmadı, hiç bu kadar gazete, radyo, televizyon kapatılmadı, hiç bu kadar meslektaş işsiz kalmadı. 94 yıldır hiç bu kadar çok siyasi tutuklanmadı’’ diyor.
Şu an sürgünde yaşayan Ragıp Duran, Türkiye’de basın özgürlüğü berhava edildiği için bağımsız gazeteciliğin bugün ancak yurtdışında yapıldığına dikkat çekiyor. ‘’En iyi gazeteci, hayatta kalan ve özgürce çalışabilen gazetecidir’’ diyen Duran sorularımızı yanıtladı.
GERÇEK SİZİ TEKZİP EDER
Ağırlaşan baskıların aşılması için muhalif, alternatif basın ne yapmalı?
Bugün internet çağında, baskılar aslında pek de etkili olamıyor. Bunu Gezi’de gördük. Mısır’da Mübarek son çare olarak interneti kesti yetmedi elektriği de kesti ama tüm bu önlemler iktidardan düşmesini engelleyemedi. Bizde de çoğu zaman resmen erişim yasağı getirilen onlarca site ve gazete var. En çok 15 dakika içinde sözkonusu site ya da gazete yayınına devam edebiliyor. 
Ben ‘’muhalif medya’’ terimine karşıyım. Çünkü medya, doğal olarak, işlev olarak zaten muhalif olmak zorunda. Gazetecilik bir toplumda iyi gitmeyen, aksayan, yasadışı, gayrı meşru, usulsüz uygulamaları teşhir etmek ve işin doğrusunu, yasal, meşru, usulüne ve kamu çıkarına uygun olanı göstermek için yapılan bir meslek. Dolayısıyla temel gazetecilik ilke ve kuralları, aslında egemen medyada ya da sol medyada çalışan her gazeteci için aynıdır. Gazeteci bir savaşı izleyip aktarırken, Türk, Kürt, Arap, Amerikalı ya da Rus değildir. Sadece gazetecidir. İşini yaparken milliyetçi/militarist/şoven duygu ve itkilerle değil sadece gerçeklerle başbaşa kalmalı. Bu gerçekler kimi zaman mensubu olduğu milletin ya da vatandaşı olduğu devletin çıkarlarına aykırı olabilir.
Biz gazeteciler, burada milli ya da devletli kimliğimizi değil, mesleki kimliğimizi seferber edeceğiz. Yazması kolay, gerçekleştirmesi kolay olmayan bir tutum. Sizin mesela kardeşiniz, babanız, amcanız bir arkadaşınız askerde, cephede, siz muhabir ya da editör olarak çatışmaları izleyip aktaracaksınız. Mesleki kimliğinize sımsıkı sarılmazsanız, çevredeki milliyetçi/militarist atmosferden etkilenirseniz, yakınlarınızı düşünürseniz okurunuza gerçeği değil ‘’milli ve yerli’’ propagandayı aktarırsınız. Ki bu da kısa süre sonra patlayan bir balon gibi söner. Gerçek sizi bir süre sonra fena halde tekzip eder. O zaman siz, hem mesleğinize ihanet etmiş olursunuz hem de okurlarınıza gerçeği aktarmamış olursunuz. 
Savaşın çok değişik cepheleri var. Türk egemen ve ‘’yan sanayi muhalif’’ medyası, tek kaynaktan beslendiği için bu farklı boyutlar gündeme pek gelmiyor. Her iki taraftan yaşamını yitiren gençlerin aileleriyle yapılacak ayrıntılı söyleşiler ilginç ipuçları verebilir. Savaşın ekonomik bedeli/maliyeti konusunda uzman iktisatçılardan görüş alınabilir. Savaşın yarattığı ahlaki çöküntü üzerinde durmak gerek. Efrin nasıl bir bölgedir? Savaştan önce kim orada nasıl yaşıyordu?  Iraklı ya da İranlı Kürt, Efrin’de olup biteni nasıl algılıyor? Bunlar önemli konular. 
Savaşlarda insanlar ölüyor. Geri gelmeyecek tek şey insan hayatı. Bu nedenle ölü yaralı sayısı üzerinde yoğunlaşmak yanlış. Savaşın nedenleri ve olası barış olanak ve girişimleri üzerinde ısrarla durmak gerek. 
Mesleki ve akademik literatürde, bir savaşın nasıl izlenip aktarılacağı konusunda zengin çalışmalar var. Bütün mesele perspektif: Ne için gazetecilik yapıyorsunuz? Kime hizmet etmek için habercilik yapıyorsunuz? Amacınız ölüme karşı hayatı, savaşa karşı barışı savunmak ise ilk başarılı adımı attınız demektir.  
  YERLİ YABANCI DEĞİL HEPİMİZ GAZETECİYİZ
Uluslararası demokratik kamuoyunun ve medyanın Türkiye‘deki baskı altındaki basın organları ve gazetecilerle yeterince dayanışma içinde olduklarını söyleyebilir misiniz? Daha fazla, etkin bir dayanışma için neler yapılmalı?
Bizim Türk ve Kürt medyası olarak eskiden beri uluslararası medya cemaati ile çok yoğun ve sıkı ilişkilerimiz maalesef olmadı. Bizde yabancı dil bilen, global medyanın sorunlarıyla ilgilenen, o dünyayı izleyen maalesef çok az sayıda gazeteci ve akademisyen var. Bu tür ilişkiler esas olarak kişisel değil kurumsal temelde gelişir. Bizim Cemiyet’in, Sendika’nın, ÇGD’nin, Kürt gazeteci derneklerinin uluslararası ilişkileri çok güçlü değil. Gerçi son zamanlarda bu açık yavaş yavaş gideriliyor. Karşılıklı bilgilendirme, haber ve bilgi akışı sağlanabilirse, RSF, CPJ, IPI, EFJ gibi kuruluşlarla daha sıkı ve düzenli ilişkiler geliştirilir. Benim izleyebildiğim kadarıyla son dönemlerde özellikle RSF’deki arkadaşlar, Türkiye ile yakından ilgilendiler. Arkadaşlarımızın duruşmalarını izlemeye Türkiye’ye geldiler. Düzgün bir şekilde Türkiye’de basın özgürlüğü ihlallerini raporlaştırdılar. Yurtdışındaki meslektaşlarımıza da ellerinden geldiğince yardım ediyorlar. Yabancı meslektaşlarımız bilgilendirildiği zaman gerekli dayanışmayı göstermekte tereddüt etmiyorlar. Kuşkusuz, bu ilişki iki eşit arasında bir ilişki olmalı, genelde de öyle oluyor zaten. Yine de ast-üst ilişkisine, oryantalist eğilimlere izin vermemek gerekir. 
İSTEYEREK DEĞİL ZARURETTEN
Son yıllarda artan baskılar nedeniyle alternatif basın yine yurtdışı ağırlıklı olarak yayın yapmaya başladı. Bu süreçleri yakından bilen biri olarak yurtdışı yayıncılığın, avantajları, dezavantajları nedir?
Gazetecilik/habercilik çok yerel, saha ile birebir ilişkili bir meslek. Türkiye’de basın özgürlüğü berhava edildiği için, özgür ve bağımsız gazetecilik bugün ancak yurtdışında yapılabiliyor. Çünkü Türkiye’de Saray’ın ürettiği ‘’hukuk’’ ya da faşizan polis, savcı ve hakimlerin yasak ya da suç saydığı eylemlerin neredeyse hepsi Batı Avrupa demokrasilerinde yasak ya da suç değil. 
Ben 1983-87 yılları arasında Londra’da BBC’de çalışmıştım. Oradan hatırlıyorum: O zaman bir yandan Türkiye’de yapamayacağımız haber, röportaj ve söyleşileri Londra’dan yayınlayabiliyorduk. Bu, işin olumlu yanı. Ayrıca tabi ki İngiltere gazetecilik ortamı mesleki, teorik ve akademik olarak Türkiye’den çok daha zengin ve rahattı. Ama bir yandan da Londra’dan Türkiye’yi izleyip topladığımız haberleri sonra  yeniden Türkiye’ye iletmek de bir garipti yani… 
Haberin konusu ve kahramanı ile doğrudan temasa geçememek, bugün telefon, Skype, mail  gibi aracılar kullanmak zorunda kalmak haberin kalitesini, içeriğini kaçınılmaz olarak etkiliyor. Yurtdışında, hele uzun sürgün hayatı yaşamak zorunda kalmış insanlar için olumsuz bir durum da bu diaspora ideolojisine esir düşmek. Memleket gerçekleri ile farklı, çok da doğal olamayan bir bağlantı kurmak zorunda kalıyorsunuz. 
Bu aralar yurtdışında gazetecilik/habercilik/yayıncılık yapmak bir zaruret. Kimse, dilini, adetini, kültürünü bilmediği, bizim doğal dünyamız olmayan mekanlarda yaşamaya ve çalışmaya hevesli değil. Ama Türkiye’de kalsanız, ya doğru dürüst gazetecilik yapamayacaksınız, yaparsanız da işsiz kalacaksınız büyük bir ihtimalle de hapse düşeceksiniz. O bakımdan amaç gazetecilik yapmaksa, Batı Avrupa’nın olanaklarını atmosferini iyi değerlendirip mesleğimize devam etmek hatta mesleğimizi güçlendirmek, daha iyi yapmaktan başka çare yok. En iyi gazeteci, hayatta kalan ve özgürce çalışabilen gazetecidir.       
BUNDAN KÖTÜSÜ OLMADI
12 Eylül darbesini, 90‘lardaki topyekün savaş sürecini de gazeteci olarak yaşadınız, bugünle bir kıyas yapacak olursanız?
Evet bu sorunuz sayesinde yaşımız da ortaya çıkmış durumda. Teşekkürler… Bir de ayrıntı vereyim, tam olsun: 27 Mayıs’da ilkokul, 12 Mart’ta da lise öğrencisiydim. 
Doktora olmasa da en azından bir master konusunu oluşturuyor bu sorunuz. 
Kötü dönemlerin kıyaslamasını yapmak hoş değil. ‘’O mu daha kötü idi bu mu?’’ tartışması bana pek doğru gelmiyor. Ayrıca her dönemi kendi öznel/özgül koşulları içinde değerlendirmek gerek.   
Bu büyük soruya kısaca yanıt vermeye çalışayım: 
Sadece 1980’den bu yana değil, benim bildiğim okuduğum kadarıyla, halen Türkiye Cumhuriyetinin en karanlık günlerini yaşıyoruz. Gazetecilik açısından bu söylediğimi kanıtlamak kolay. 1923’den bu yana hiç bu kadar çok meslektaş hapse atılmadı, hiç bu kadar gazete, radyo, televizyon kapatılmadı, hiç bu kadar meslektaş işsiz kalmadı.
Siyaset alanı için de aynı kriterleri kullanabiliriz herhalde. 94 yıldır hiç bu kadar çok siyasi tutuklanmadı, hiç bu kadar çok siyasi hakkında soruşturma ve kovuşturma açılmadı. Siyaset dünyasına hiç, bugünkü kadar geniş kapsamlı yasaklar uygulanmadı.
AKP, herhalde 2006’dan itibaren Türkiye’de hukukta, eğitimde, sağlıkta, konutta, medyada… tüm alanlarda olağanüstü tahribatlar gerçekleştirdi. Kendi islami görünümlü vahşi neo-liberal düzenini kurmak için mevcut ve kadim bütün resmi, kamusal ve toplumsal yapıları dejenere etti, kimisini tamamen yıktı.
Askeri vesayete ve kemalizme karşı mücadele adı altında gerçekleştirdikleri bu yıkım harekatı, ancak kemalizmden daha ileri bir rejimin ve zihniyetin başarılı eseri olabilirdi. Bugünkü tek adam vesayeti de bunların sözümona milli ve yerli rejimi de askeri vesayetten de kemalizmden de geri bir zihniyet. Yanlış anlaşılmasın, tabi ki askeri vesayeti ya da kemalizmi savunmuyorum. Sadece bunların ikiyüzlülüğüne vurgu yapmak için bu kıyaslamayı yaptım.
Artık 3. sınıf bir Ortadoğu ülkesi haline geldik. Bu nedenle kısa ve orta vadeli gelecek tasarımları yapmak giderek zorlaşıyor. Çünkü savaş halindeyiz, çünkü istikrarsızlık diz boyu, çünkü kimsenin yakın vadeli inandırıcı/güven verici bir planı-programı yok. 
Eskiden beri, Erdoğan’ın çıkmazdan kurtulmak, iktidarını sürdürebilmek için ya iç savaş ya dış müdahale formülünü gündeme getirebileceğini yazıyorduk. Dış müdahale başladı. İç savaş potansiyeli/tehlikesi sürüyor. 
‘’Düzlüğe çıkmak için her şeyin dibe vurması gerekir. Sonra sıfırdan yukarı çıkarız’’ diyenler var. İki itiraz: Halen sıfırı çoktan aştık, eksi 30larda ya da eksi 40lardayız.  Bir de, acaba Türkiye’nin dibi var mı?
YENİ ÖZGÜR POLİTİKA

http://www.yeniozgurpolitika.org/index.php?rupel=nuce&id=83524
http://www.yeniozgurpolitika.org/index.php?rupel=nuce&id=83575  



Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Cumhuriyet gazetesi de Türkiye Cumhuriyeti gibidir:

  Kadim iktidar sahibi ama Cumhursuz ve bağnaz!   * Atatürk’ün emriyle kurulan Cumhuriyet gazetesi 100 yaşına bastı. Mustafa Kemal Atatürk ve T.C için olduğu gibi Cumhuriyet gazetesi için de şimdiye kadar elle tutulur, ciddi, çok yönlü, eleştirel perspektifli akademik ya da mesleki bir yayın yapılamadı. Ragıp Duran Cumhuriyet gazetesi hakkında şimdiye kadar yayınlanmış çeşitli yayınların çoğunu okudum. Büyük bir kısmı tek yanlı bir Kemalizm güzellemesi şeklinde kaleme alınmış. Kuşkusuz 100 yıllık tarihinde bu gazetenin gerçekleştirdiği sınırlı sayıda da olsa olumlu siyasi ve medyatik etkinlikler yok değil. Mesela Yaşar Kemal’in Anadolu röportajları. Ya da CUMOK’un ilk baştaki girişimleri. Okay Gönensin’in taslağını hazırladığı Vakıf yapısı. Celal Başlangıç’ın Kürt bölgesi haberleri… Cumhuriyet gazetesi herhangi bir günlük gazete değil. Adı, tarihi, mülkiyeti, yapısı, yayın politikası büyük ölçüde Mustafa Kemal Atatürk ve Cumhuriyet rejimi (1923-2002)   ile neredeyse özdeş. Gaze

Midilli’den İzlenimler: Ada değil Memleket…

  * Kitap tanıtım toplantısı bahanesiyle Türkiye’den gelen kırk yıllık arkadaşlarımla şahane 5 gün yaşadım Midilli’de. Eski ve yeni fotograf kareleri… Ragıp Duran Midilli, Ege’de Türkiye’nin hemen yanı başında kocaman bir ada. İzmir, Ayvalık ya da Dikili’den motorla en fazla 1 saatte ulaşıyorsun.   Benim Yunanca kitabımın tanıtım toplantısı için Midilli’de göçmenlerle çalışan Birarada Derneğinin davetlisi olarak adaya vardık. Yayıncım Yorgo Giannopoulos, ben ve Yiğit Bener, ‘’Selanik Sürgünü’’ kitabının Midilli’deki tanıtım toplantısında 23 Mayıs 2024 Ben 15-20 sene önce, birisi Türkiye-Yunanistan Defne Dostluk Derneği ile ikincisi mektepten arkadaşlarımla gezmeye Midilli’ye gitmiştim. Öyle turistik bir Yunan adası değil. Dağları tepeleri, yeşil vadileri olan güzel bir kara parçası. Son zamanlarda Türkiye’den günde 4-5 motorla yüzlerce turist geliyor. Ada halkı özellikle de esnaf memnun. Çünkü, ‘ ’Türkiye’den gelenler bize (Yunanlılara) çok benziyor. Alman, İngiliz ya da Fran

Ümit Kurt - Kanun ve Nizam Dairesinde / SOYKIRIM TEKNOKRATSIZ OLMUYOR!

  *Kurt’un son çalışması, bir çok yeni gerçeği belgeleriyle su yüzüne çıkarıyor. M.R.Mimaroğlu örneği,   sadece 1915’i değil günümüzü de açıklıyor.   Ragıp Duran   Tarih kitaplarının amatör bir okuru olarak, bizim kuşak, Kürt Meselesini İsmail Beşikçi’nin, Ermeni Meselesini de Taner Akçam’ın çalışmalarından öğrendi.   1915 Ermeni Soykırımı Araştırmalarının öncüsü olan Akçam’ın açtığı yolda ilerleyen tarihçi Kurt, bir önceki kitabında soykırımın Antep somutunda hem mikro analizini yapmış hem de yerel eşrafın (Aktörlerin) konum ve katkısını incelemişti.   Son çalışması olan ‘’Kanun ve Nizam Dairesinde’’ (Aras, 2023, Istanbul, 255 s.) ise, orta hatta üst düzey bürokrat Mustafa Reşat Mimaroğlu’nun (1878-1953) mesleki ve siyasi yaşamını irdelerken, 1915’in bürokrasi boyutunu sergiliyor. Kurt’un kitabını okurken altını çizdiğim bir kaç özellik var: * Akademik çalışmalarının bir bölümünü Kudüs’de gerçekleştirdiği için Kurt, 1915 ile Holokost   arasındaki benzerlik ve farklılıkla