Merhaba,
Aşağıdaki
yazılardan da anlayacağınız üzere
7 Şubat 2017
tarihinden bu yana haftada iki gün (Pazartesi ve Perşembe) Artı Gerçek (www.artigercek.com) sitesinde yazıyorum.
Şimdiye kadar
yayınlanan tüm yazıları bir seferde Apoletli Medya sayfalarına koyuyorum.
Bundan sonra da Artı
Gerçek yazılarını burada iktibas edeceğim. Böylelikle tüm yazıları bu blogda
bir araya getirmiş oluyorum.
Bilginize,
selamlar
Global sağın
ikinci büyük medya saldırısı
07 şubat 2017 - 23:01
- Trump’un ABD’de iktidara gelmesi, Avrupa’da zaten
bir süredir yükselen ırkçı, milliyetçi, yabancı, kadın ve mülteci düşmanı,
popülist, korumacı akımların güçlenmesini sağladı. Siyasetteki sağcılık
kaçınılmaz olarak medyaya da yansıyor. Egemenler artık doğrudan doğruya
GERÇEK’i hedef almaya başladı.
Donald Trump’un ABD’de seçimle işbaşına
gelmesi aşırı-sağın, yabancı düşmanlığının, popülizmin, kadın
karşıtlığının, içe kapanmanın, milliyetçiliğin, korumacılığın önemli bir
başarısı olarak kayıtlara geçti. Zaten bir süredir Avrupa’da da ırkçı
akımların yükselişine tanık oluyorduk. Fransa’da Le Pen ana muhalefet konumuna
geçerken, Almanya’da mülteci ve yabancı düşmanları manşete çıkıyor, Macaristan
ve Polonya’da zaten iktidarda olan yönetimler aşırı-sağcı, dinci ve milliyetçi
motiflerle dikkat çekiyordu.
Duymuşsunuzdur, Amerikan Başkanının
siyasetlerinden son derece rahatsız olan Donald Duck (Vak Vak Amca), Nüfus
İdaresine başvurup ismini değiştirmek için girişimlere başlamış.
Siyaset ile medya arasındaki ilişki
diyalektik bir yöntem içeriyor. Bu nedenle, bilim insanları ve gözlemciler
için, siyasal ortamı medyadan, medyayı da siyasal ortamdan anlamak/yorumlamak
mümkün. Medya, yayın yaptığı ortamı, kenti, bölgeyi, memleketi yansıtmaya
çalışırken, söz konusu ortam, kent, bölge ya da memleket de, biraz da olsa, bu
medyadan etkileniyor. Medya açık açık, kendi çevresini etkilemeye hatta
yönlendirmeye çalışırken, belki farkında değil ya da çaktırmamaya çalışıyor ama
bu çevreden de kaçınılmaz olarak etkileniyor. Hangisi tayin edici? Tabi ki
toplum ya da siyaset burada lokomotif konumunda. Medya, hiçbir zaman hiçbir
mekanda lokomotif olup siyasetin, toplumun, memleketin önüne geçmemiştir,
geçememişti, yapısı/doğası itibarıyla da zaten geçemez.
Siyasi arenadaki değişimler/gelişmeler,
bazen önceden bazen bir süre sonra, kaçınılmaz olarak medyaya yansıyor.
Mesela 1975-80 döneminin (Anarşi Yılları) Türk basını ile bugünkü (2002-2017)
medya ortamı çok farklı. Demokrasisi gelişmiş bir Batı ülkesinin gazetesi ile
diktatörlükle yönetilen demokrasisi gelişmemiş bir ülkenin gazetesi de hem
içerik hem de biçim açısından birbirinden çok farklı.
Medyaya kılık-kıyafetini giydiren ayrıca
içeriğini de saptayan esas aktör siyasettir diyebiliriz. Bu aktörün, zaman ve
mekana göre değişen iki adı daha var: İktidar ve toplum.
Dünyada yaklaşık olarak dört asırdır
gazetecilik yapılıyor. Her dönemin siyasal, ekonomik, ideolojik, teknolojik
özelliklerine göre gazetecilik gelişti, değişti. Çok eskileri şimdilik bir
kenara bırakalım. 80’lere kadar büyük ölçüde bir zenaat olarak var olan
gazetecilik, neo-liberalizmin yükselişi ile bir sanayi haline gelmeye başladı.
Bu değişim kendisini önce medya mülkiyetinde gösterdi. Ortam da isim
değiştirmişti. Basın, medya olmuştu. Medya ortamında, gazeteciliğin
yapılış şekli, habercilik, içerik, habere yaklaşım hatta genel olarak mesleğin
amacı, işlevi ve tanımları da erozyona ve enflasyona uğrayıp bozuldu,
çürüdü.
Mesleğe yönelik bu İlk saldırı
Reagan-Thatcher-Özal dönemindeki Yeni Dünya Düzeni adı altında neo-con/neo-lib
ideoloji ile başlamıştı. 80’ler… Medya mülkiyeti adım adım finans-kapitalin
eline geçerken, ‘Tek Düşünce’nin hegemonyasında bilahare ‘Tarih Bitti’,
‘Medeniyetler Çatışması’ tezleri piyasaya sürüldü. Gazeteler de artık kamu
çıkarı arka sayfalara, tek sütunlara düştü. Özel çıkarlar ön plana çıkıyordu.
Toplum haberi değil ‘People’ (Magazin) değer kazanıyordu. Siyasi haber değil
ekonomi haberi adı altında finans-kapital haberleri sayfaları doldurmaya
başladı. Yazı İşleri ya da Haber Müdürlerinin önem ve değeri azaldı, reklam,
promosyon, satış müdürleri kral tahtına oturdu basın kuruluşlarında. Artık
haber değil tiraj tayin edici idi. Kaliteden vazgeçildi, kantite tayin edici
unsurdu.
80’lerden itibaren çift kutuplu dünya
gitmiş yerine, başını ABD’nin çektiği neo-liberal evren hem ekonomik hem de
siyasi-ideolojik olarak bütün yerküreye egemen olmaya başlamıştı. Medyadaki
değişikliklerin temeli, nedeni, gerekçesi işte bu neo-lib zihniyetler ve ortam
idi.
Bu uzun hatırlatmadan sonra bugüne,
2000’lere gelelim hemen. Medya dünyasının hem mesleki hem de akademik önemli
yayın organları olan ABD’de CJR (Columbia Journalism Review) olsun
Nieman Report (Harvard’daki Nieman Fellowship’in yayın organı) olsun ya
da Batı’da Acrimed (Action-Critique-Medias) olsun bir süredir 3 temel yeni
kavram üzerinde tartışıyor:
- Post-truth (Gerçek ötesi)
- Alternative-truth (Alternatif gerçek)
- Post-fact (Olgu ötesi)
Twitter ya da Whatsapp’da da
meslekdaşların paylaşımlarında bu üç kavramın sık geçtiğini görüyoruz. Konuya
ilişkin tahliller de sosyal medyada dolaşıyor. Ben elimden geldiğince
okuduklarımı Twetter’da yaymaya çalışıyorum. Bu konularda Türkçe’de de 1-2
iyi derlenmiş makaleye rastgeldim.
Neo-liberalizmin medyaya yönelik birinci
saldırısı, yani kamu çıkarı yerine özel çıkar, siyaset yerine ekonomi, toplum
haberi yerine magazin/eğlence yaklaşımı anlaşılan yeteri kadar başarılı olmadı
ki, şimdilerde yaşadığımız 2. Dalga saldırıyı başlattılar. Çünkü, ne olursa
olsun, hele İnternet’in sağladığı teknolojik olanaklar sayesinde, sayıları
gittikçe azalsa da, gazeteciler, mesleğin esası olan gerçeğin peşinde koşmaktan
vazgeçmediler. Ve aslında iktidarların/egemenlerin engellemelerine rağmen, bu
gerçekleri bir şekilde haberleştirip kamuoyuna ilettiler. Neo/con+neo/lib’lerin
birinci saldırısına rağmen iktidar karşıtı gerçekler, kapitalizm muhalifi
hakikatler hala ortalıkta dolaşıyordu. Gerçeği gizlemek, onu tahrif etmek, bozmak,
yok saymak demek ki o kadar da kolay değildi. Lenin, Pravda gazetesinin yayın
hazırlıkları sırasında sarfettiği ‘Gerçek devrimcidir’ düsturu bir kez
daha doğrulanmış oldu.
Bugünkü saldırının 3 ayağına/3 teorik
silahına baktığımızda son derece açık bir şekilde gerçeğe karşı yeni tahkimat
mevzileri kurulduğunu görüyoruz.
- Gerçekle başa çıkamayanlar, gerçek ötesi
kavramıyla, zamanda ve mekanda boyut atlatarak, gerçeğin olmadığı bir
evrende at koşturmak istiyor. Mümkün mü?
- Alternative truth dedikleri de aslında gerçeğin
inkarı: ‘’Bak şimdi sen buna şişe diyorsun. Ama bu senin gerçeğin. Ben
buna masa diyorum. Bu da benim gerçeğim. Yani senin gerçeğine karşı bir
alternatifim var!’’.
- Post-fact dedikleri de yine, iktidarın mevcut
olumsuz gerçeklerini inkâr eden yaklaşıma akıllarınca köklü bir çözüm
bulmuşlar. Olgu dediğin nedir ki? Biz olgu ötesindeyiz, ve senin gerçek
olgu dediğin şeyi görmüyoruz, duymuyoruz, senin olguna değmiyoruz bile,
dolayısıyla senin olgun yok ki…Benim dediğime gel sen iyisi mi!
Bu yaklaşımların
gazeteciliğe/haberciliğe uygulandığını tahayyül edin… Aslında biz bu
uygulamaları Türk matbuat-basın ve medyasında eskiden gördük, hâlâ da
görüyoruz. Yabancımız değil. Tıpkı Donald Trump’un yerli versiyonunu, Trump
Beyaz Saray’a girmeden önce Türkiye’de gördüğümüz gibi…
Övünmek gibi olmasın ama ben galiba en
az 20 senedir, üniversitede derslerde, yazıp çizdiklerimde, konferans ve
toplantılarda medyaya ilişkin gözlem ve tahlilleri hep bir ana yaklaşım
üzerinden kurdum: Medyatik ya da Sanal Gerçek/ Hakiki Gerçek. Bugün, ‘Gerçek
ötesi’, ‘Olgu ötesi’, ‘Alternatif gerçek’ olarak adlandırılan kavramlar
Medyatik Gerçeğin farklı isimleri.
Bu yeni ortamda gazeteci olarak biz ne
yapacağız? Rakiplerimizin tüm hile, desise, oyun ve tuzaklarını hesaba katarak,
klasik/geleneksel meslek ilke ve kurallarında ısrar ederek, okur yurttaşların
maruz kaldığı medyatik ortamı düşünerek, mevcut teknolojik olanakları en iyi
şekilde değerlendirerek, gazetecilik ve habercilik yapmaya devam edeceğiz.
Yani, gerçeğin peşinden koşmayı sürdüreceğiz. Gerçeğin tüm boyutlarını
anlayarak, kavrayarak, doğruluğunu kanıtlayarak, denetleyerek, taraftar
ve karşıtların görüş ve düşüncelerini de alarak, gerçeği/gerçekleri
sayfalarımıza, ekranlarımıza, mikrofon ve kameralarımıza yansıtacağız.
Zordur Türkiye'de akademisyen
olmak
08 şubat
2017 - 23:01
Son KHK ile yine onlarca akademisyen görevinden
alındı. Bu bilim insanlarının ne ‘FETÖ’ ne de PKK ile ilişkisi var. Ama benim
tanıdıklarımın hepsi de konularının gerçek uzmanı ayrıca sağlam demokrat,
özgürlükçü bilim insanları. Egemenlerin bu tasfiyesi, bilim karşıtlığı ile
korkunun sentezi…
Her sabah kötü haberlerle uyanıyoruz: Ya bir
milletvekili, bir gazeteci gözaltına alınıyor ya da bir grup
akademisyeni, kamu görevlisini görevinden uzaklaştırıyorlar.
Sorgusuz sualsiz, somut suçlama olmadan, mağdurların savunması alınmadan…
‘FETÖ’cü ya da PKKli oldukları zannıyla.
Savcı, ifade vermek için çağırsa, gidip hukuk’un
gereğini yerine getirecek insanlar, sabahın köründe, eşlerinin çocuklarının
gözleri önünde evlerinden alınıp karakollara, emniyet müdürlüklerine
götürülüyor. Hukuk… Pardon!
Söz konusu akademisyenler, yıllardır çalıştılar,
öğrenci yetiştirdiler, bilimsel faaliyet yürüttüler, kitaplar,
makaleler yazıp, konferanslara katıldılar… İşte bu hocalar, ya bir dost
telefonundan ya da bir meslekdaş mailinden öğreniyor fakülteyle ilişkisinin
kesildiğini. Resmi Gazete’nin mükerrer nüshasında yayınlanan listede kendi
adını kuşkuyla ve sinirli bir halet-i ruhiye içinde arayan insanlar…
Son KHK’da yine onlarca üniversite mensubu görevinden
alındı. Aralarında tanıdıklarım var. İbrahim Hoca, Ankara’dan Murat Hoca,
Marmara İletişim’den Uraz… Terörizmle en küçük ilişkileri olmayan parlak
akademisyenler. Yalnız kabul edelim, birkaç defoları var:
- Çoğu Barış Akademisyenleri. Devletin Kürtlere reva gördüğü baskı,
zulüm ve katliam suçlarına ortak olmayacaklarını haykırmışlardı.
- Bir de bu arkadaşlar, pek öyle fırıldak familyasından değil. Özü sözü
bir, boyun eğmeyen, dik duran, inandığını savunan, savunduğuna inanan
ciddi bilim insanları.
- Şan şöhret, para pul, iktidar ya da mevki makam peşinde koşan insanlar
değil. Öyle olsalardı zaten görevden alınmaz tam aksine dekan, rektör
filan olurlardı.
Halen yaşadığımız dönem, etliye sütlüye karışmayan,
iktidarı tartışmasız onaylayıp destekleyen, cübbesinde ilik olmasa bile
egemenler karşısında ceket ilikleyenlerin dönemi. Eskiden Gülen Cemaati üyesi
ya da taraftarı olsa bile, hemen dönüp yeni Hoca efendiye biat edenlerin resmi
geçit yaptığı günleri yaşıyoruz.
İşten el çektirilenlerin bir başka özelliği de şu:
Hiçbiri imzasını geri çekmedi, pişman olmadı, nedamet getirmedi, yanlış bir şey
yapmamış olduğu için özür filan dilemedi. Heykel gibi dimdik durdular ayakta.
Öğrencileri onları zaten omuzlarında yolcu etti. Kocaeli’ndekiler mesela hemen
alternatif akademilerini kurup eğitime, yazmaya devam ettiler. ‘Kovulma
kararını onur madalyası gibi göğsümde taşırım’ dediler. İşsiz güçsüz belki de
parasız pulsuz kaldılar ama onur ve vicdanlarından milim taviz vermediler.
Aydın olmak kolay değil bu memlekette.
Beni rahatsız eden bir nokta, – Prof. Mine Gencel Bek,
istifa gerekçesinde belirtti- geride kalanlar, yani atılmayanlar, eski meslekdaşları
nasıl oluyor da susup, atılan arkadaşlarının yerine onların derslerine girip
hiçbir şey olmamış gibi eğitime devam edebiliyor. Çünkü Doç. Dr. Esra Arsan’ın
istifa gerekçesinde belirttiği üzere, mevcut ortamda, akademide artık bilim
üretmek olanaksız.
Türkiye’de üniversite tarihi, aslında büyük ölçüde
tasfiyeler tarihidir. Kürt mücadele tarihinin de ihanet tarihine çok benzemesi
gibi…
Darülfunun’da 1933 ‘Reformu’, 1947-48 Tasfiyesi, 27
Mayıs’tan sonra 147’ler, 1980’den sonra 1402’likler… Ne zengin bir bilim insanı
kaynağıymış ki, neredeyse 85 yıldır profesörleri, doçentleri, asistanları kes
biç at yolla yine de bitmiyor. Bilimin, gerçeğin kökü sağlam demek ki. Bir
şekilde yeniden filizleniyor. 48’de tasfiye edilenlerden Boratav, Boran,
Berkes ve Şerif gibi dünyaca ünlü isimler çıktı. 147’lerin arasında da Tunaya,
Abadan, Mengüşoğlu, Çambel, Giritli, Benk, Duru, Taner, Ozankaya gibi
konusunun uzmanı değerli akademisyenler vardı.
48 mağdurları haklarını mahkemelerde arayabildi. 147
meslekdaşlarının ihracı karşısında dört büyük üniversitenin (Istanbul, Ankara,
İTÜ ve ODTÜ) rektörleri ve bazı fakültelerin dekanları istifa
etmişlerdi. O dönem dayanışma bugünkünden daha güçlüymüş demek ki… 147lerin
önemli bir kesimi bir süre sonra görevlerine geri döndü. 1402likler de sıkı
mücadele ettiler. Tarih, tasfiye edenleri değil, haksızlığa uğrayıp boyun
eğmeyenleri kaale alır.
Üniversitenin her bakımdan özerk olması lüks bir talep
değil. Bilimin bağımsızlığı, yapısı ve doğası gereği bir zorunluluk. Üniversite
yönetimlerinin dışarıdan herhangi siyasi bir makam tarafından değil, bizatihi
akademisyenler ve çalışanlar tarafından seçilmesi söz konusu olsaydı,
öyle gelişigüzel, hukuk ve akıl dışı bir şekilde, isteyen istediğini
üniversiteden atamayacaktı. Üniversitelerde bilimin nasıl yapılacağına da,
Latin Amerika’nın faşist dönemlerinin ürünü YÖK benzeri kurumlar değil, bizzat
akademisyenler karar verseydi, bu aralar medyada rastladığımız garip ilahiyat,
sosyoloji ya da siyasal bilgiler profesörlerini tanımayacaktık.
İktidar, referandum kampanyasında evet’i savunamayacak
durumda olduğu için, sadece hayır’a karşı çıkmaya çalışırken, aslında
inisyatifi muhaliflerine kaptırdığını itiraf etmiş oluyor. Bu akademisyen
kıyımı konusunda da, öyle bir duruma düştü ki iktidar, gazeteci kılıklı yandaş
tetikçi bir kalem bile ‘Bu işte bir provokasyon var’ diye yazdı.
Birkaç AKPli yazar da kıyıma karşı çıktı.
İhraç edilen akademisyenler arasında özel olarak
hukukçuların ve iletişim bilimcilerinin yer alması da manidar. İktidar,
meydanın sadece Kuzu’ya kalmasını istediği için İbrahim Hoca ve Murat Hocayı
uzaklaştırıyor. Tek Adam, Tek Hukukçu istiyor. Yalnız burada bir sorun var:
İkisi de Tek olmasına Tek de…
Son dönemde istifa eden ya da KHK ile görevlerine son
verilen İletişim hocalarını ya şahsen tanıyorum ya da yazdıklarını okudum. Hiç
biri yandaş medyayı savunmaz, hepsi de bağımsız, özgür gazetecilikten yana
öğrenci yetiştirmiş, kitap, makale yazmış insanlardır. Bu durum da, iktidar
için bir engel. Egemenlere, Kaplan, Küçük, Selvi gibi ‘gazeteci’ yetiştirecek
hoca lazım. Bu iş, iletişim akademilerinde olmuyor zaten…
Olağanüstü Hal, resmi gerekçe olarak ‘FETÖcü darbe
girişimine’ karşı ilan edilmişti değil mi? Bu hocaları akademiden ihraç ederek
‘FETÖ’ye karşı nasıl mücadele edilebilir ki? ‘Darbe başarılı olsaydı bunlar
olurdu’ diyoruz hep… aslında darbe başarılı oldu da resmi olarak hala
açıklamadılar galiba…
The Turkish Trump
12 şubat
2017 - 23:38
Amerikalılar Trump’la, biz de burada onun milli ve
yerli versiyonuyla uğraşıyoruz. Büyük bir ihtimalle kendi aralarında
anlaşamayacaklar ama yine de ruh ikizi gibiler.
Ragıp Duran
Tanzimat’tan bu yana Batı dünyası ile bir aşk-nefret
ilişkisi içinde Türkler ve Türkiye. Bir yandan Batı’ya özenilir, bir yandan da,
komplo teorileri ve aşağılık kompleksleri nedeniyle, Batı’dan nefret edilir bu
memlekette.
Akademik çalışmalarda ya da kahve sohbetlerinde, Batı ile sürekli olarak kıyaslarız kendimizi: Batı’dan neden geriyiz? Batı bizi sevmiyor mu? Ancak kabul edelim, neredeyse bütün alanlarda Batı’dan geride olsak da, iki konuda Batı’dan ileriyiz. Birincisi saat! Hele son kış saati düzenlemesiyle Türkiye, mesela İngiltere’den (GMT) tam tamına 3 (Yazıyla üç!) saat ileride… İkincisi de siyasi baskılar, sansür konusunda.
İngilizlerin liberal-sol, bağımsız ve ciddi gazetesi ‘The Guardian’da, 30 Ocak tarihli nüshasında, ‘ABD’nin geleceğini görmek istiyorsanız, (bugünkü) Türkiye’ye bakın’ başlıklı bir haber-yorum yayınlandı.
Akademik çalışmalarda ya da kahve sohbetlerinde, Batı ile sürekli olarak kıyaslarız kendimizi: Batı’dan neden geriyiz? Batı bizi sevmiyor mu? Ancak kabul edelim, neredeyse bütün alanlarda Batı’dan geride olsak da, iki konuda Batı’dan ileriyiz. Birincisi saat! Hele son kış saati düzenlemesiyle Türkiye, mesela İngiltere’den (GMT) tam tamına 3 (Yazıyla üç!) saat ileride… İkincisi de siyasi baskılar, sansür konusunda.
İngilizlerin liberal-sol, bağımsız ve ciddi gazetesi ‘The Guardian’da, 30 Ocak tarihli nüshasında, ‘ABD’nin geleceğini görmek istiyorsanız, (bugünkü) Türkiye’ye bakın’ başlıklı bir haber-yorum yayınlandı.
Liz Cookman imzalı yazıda, İngiltere’nin iki müttefiki
ABD ve Türkiye, daha doğrusu Donald Trump ve R.Tayyip Erdoğan
karşılaştırılıyor.
Bu yazının tam metin Türkçe çevirisine bir yerde rastlayamadım, özetler ve alıntılar çıktı bazı internet sitelerinde. Türkiye’de çalışan ‘free lance’ gazeteci Cookman, Trump’ın bugünlerde yaptıklarını ve yapacaklarını, Erdoğan’ın zaten önce Türkiye’de yapmış olduğunu hatırlatıyor ve Brexit sonrası İngiltere’nin ‘Trump ya da Erdoğan gibi dostlara ihtiyacı olup olmadığını’ sorguluyor. Yazara göre, Trump ve Erdoğan, ‘ülkelerinin çıkarlarını ön planda tutmayan iki egomanyak’(!).
Gerçekten de bu iki lideri kıyasladığımızda, Cookman’ın yazdığı ayrıca benim eklediğim olağanüstü benzer hatta ortak özellikler sahneye çıkıyor.
Bu yazının tam metin Türkçe çevirisine bir yerde rastlayamadım, özetler ve alıntılar çıktı bazı internet sitelerinde. Türkiye’de çalışan ‘free lance’ gazeteci Cookman, Trump’ın bugünlerde yaptıklarını ve yapacaklarını, Erdoğan’ın zaten önce Türkiye’de yapmış olduğunu hatırlatıyor ve Brexit sonrası İngiltere’nin ‘Trump ya da Erdoğan gibi dostlara ihtiyacı olup olmadığını’ sorguluyor. Yazara göre, Trump ve Erdoğan, ‘ülkelerinin çıkarlarını ön planda tutmayan iki egomanyak’(!).
Gerçekten de bu iki lideri kıyasladığımızda, Cookman’ın yazdığı ayrıca benim eklediğim olağanüstü benzer hatta ortak özellikler sahneye çıkıyor.
- İkisi de muhalefette iken, yerleşik düzene, elitlere karşı kampanya
yürütüp iktidara geldiler
- İkisi de sağcı, dindar görünümlü ve çok zengin insanlar
- İkisi de milliyetçi
- İkisi de toplumun eğitim ve kültür olarak en az gelişmiş kesimlerinden
oy ve destek alıyor
- İkisi de kadın haklarına, kürtaja ve LGBTİ bireylere karşı
- İkisi de damatlarını devlette önemli mevkilere getirdi.
- İkisi de kendisine yönelik eleştirileri, ‘vatan hainliği’ ya da
‘teröristlikle’ suçlayıp, muhaliflere saldırıyor.
- İkisi de komedyenlerin, karikatüristlerin mizahi oklarına karşı
insafsızca davranıyor.
- İkisi de yargı denetime karşı. Trump, ABD Anayasa’sını ihlal eden
kararını iptal eden yargıçlara ‘sözümona hakim’ diyor, Erdoğan aleyhinde
karar veren hakim ve savcıları tutukluyor, meslekten ihraç ediyor.
- Trump, CİA’nın işkence yöntemlerini açıkça desteklerken, Erdoğan
özellikle 15 Temmuz sonrası medyaya yansıyan işkence vakaları konusunda
susarak destek verdi.
Beni en çok ilgilendiren alan medya.
Trump da Erdoğan da, aslında yapısı/doğası itibarıyla
zaten muhalif/eleştirel olması gereken medyaya karşı çıkıyor. Dolayısıyla,
medya, iki lider için de tehlikeli, tehdit içeren, yani kendi iktidarını
sorgulayan bir mecra.
Trump, açık açık mesela CNN İnternational’i, somut kanıt olmadan,‘Yalan Haber’ yapmakla suçluyor. Kendi düzenlediği basın toplantılarında soru sormak isteyen muhabirleri şiddet kullanarak salondan attırıyor. Erdoğan da, kendisini övmeyen, BBC’den Reuters’a, New York Yimes’dan Der Spiegel’e, Cumhuriyet’ten Özgür Gündem’e kadar çok sayıda medya organını alenen kınadı. Kendisi sadece yandaş medya mensupları ile görüşüyor. Çünkü zaten egemen medyanın belki de yüzde 90’ını ele geçirmiş durumda. Hakiki gazetecileri hapse attırıyor. Bağımsız habercilik yapmak isteyen medya kuruluşlarını da kapatıyor, yasaklıyor, el koyuyor.
Erdoğan, 2002’den bu yana adım adım, yandaş iş adamları ve pek yasal ve meşru olmayan yöntemlerle, medya mülkiyeti haritasını çok büyük ölçüde değiştirdi ve kendisine bağımlı büyük bir medya ordusu yarattı.
Trump, bu konuda Erdoğan’dan geri. Çünkü, mevcut Amerikan medyasından son derece rahatsız olan Trump, ancak Başkanlık seçimlerini kaybetseydi, damadı aracılığı ile Trump TV’yi kurma planı yapmıştı. Kuşkusuz, Başkan da olsanız, ABD’de, Türkiye’de olduğu kadar kolay bir şekilde, New York Times, Washington Post ya da CBS, ABC, CNN gibi egemen medya organlarını satın da alamazsınız, susturamazsınız da. Trump henüz, muhalif medya şirketlerine kayyım atanabileceğini de bilmiyor.
Trump, açık açık mesela CNN İnternational’i, somut kanıt olmadan,‘Yalan Haber’ yapmakla suçluyor. Kendi düzenlediği basın toplantılarında soru sormak isteyen muhabirleri şiddet kullanarak salondan attırıyor. Erdoğan da, kendisini övmeyen, BBC’den Reuters’a, New York Yimes’dan Der Spiegel’e, Cumhuriyet’ten Özgür Gündem’e kadar çok sayıda medya organını alenen kınadı. Kendisi sadece yandaş medya mensupları ile görüşüyor. Çünkü zaten egemen medyanın belki de yüzde 90’ını ele geçirmiş durumda. Hakiki gazetecileri hapse attırıyor. Bağımsız habercilik yapmak isteyen medya kuruluşlarını da kapatıyor, yasaklıyor, el koyuyor.
Erdoğan, 2002’den bu yana adım adım, yandaş iş adamları ve pek yasal ve meşru olmayan yöntemlerle, medya mülkiyeti haritasını çok büyük ölçüde değiştirdi ve kendisine bağımlı büyük bir medya ordusu yarattı.
Trump, bu konuda Erdoğan’dan geri. Çünkü, mevcut Amerikan medyasından son derece rahatsız olan Trump, ancak Başkanlık seçimlerini kaybetseydi, damadı aracılığı ile Trump TV’yi kurma planı yapmıştı. Kuşkusuz, Başkan da olsanız, ABD’de, Türkiye’de olduğu kadar kolay bir şekilde, New York Times, Washington Post ya da CBS, ABC, CNN gibi egemen medya organlarını satın da alamazsınız, susturamazsınız da. Trump henüz, muhalif medya şirketlerine kayyım atanabileceğini de bilmiyor.
Araya sıkıştıralım: Liderlerin bu kadar çok birbirine
benzemesine rağmen, ABD’de Trump’un Beyaz Saray’a (Neden Saray ki? White House,
Beyaz Konut demek sadece. Yoksa Akkonut mu?) yerleşmesinin hemen ardından yarım
milyon kadın sokaklara dökülüp Trump’a güzel bir mesaj verdi. Hele, bilahare,
bir yargıcın kalkıp da ‘Başkan dahi olsa, kimse Anayasa’nın üstünde değildir’
açıklaması Erdoğan’ı çok kızdırmıştır herhalde: ‘Yahu Mustafa bunlarda HSYK yok
mu? Ne biçim ülke böyle, Başkan’a laf ediyorlar…’
Trump ile Erdoğan’ın farklı düşünüp, farklı uygulama
yürüttüğü bir başka medyatik alan Twitter, daha genel deyişle sosyal medya.
Erdoğan, Kaplan/Selvi/Küçük üçlüsü kadar kendisine sadık olmayan Twitter’i,
yanılmıyorsam ‘Çağımızın belası’ olarak nitelemişti. Trump ise kelimenin gerçek
anlamıyla bir ‘Twitter Manyağı’. Başkan olmadan önce de bugün de, Trump,
uzmanlara göre, Twitter’i son derece etkili ve yoğun bir şekilde kullanıyor.
Kendi kişisel hesabından, Washington saatiyle sabahın 3’ünde öyle bir mesaj
atıyor ki, o andan itibaren, bütün sosyal medya, üstelik egemen medya da (Radyo,
TV ve ertesi günkü gazeteler) bu twiti paylaşıyor, çoğaltıyor, eleştirel bir
şekilde yaklaşsa bile, bir yerde meşrulaştırıyor. Trump, Başkan olarak, normal
devlet işleyişinde, danışmanlarını, bakanlarını, Ulusal Güvenlik Konseyini
hatta bazen Temsilciler Meclisi ve Senato’yu bilgilendirip ikna etmesi gereken
konularda, pat diye atıveriyor twitini, bir delinin kuyuya taş atması gibi,
sonra uğraş bunun yankılarıyla, etkileriyle, sonuçlarıyla… Danışmanları,
‘Yapmayın etmeyin’ demiş ama tıpkı Erdoğan gibi o da sadece kendi sesini
duyan/dinleyen bir lider olduğu için twitlere devam.
Erdoğan, hem muhafazakar olduğu hem de bilim ve
teknoloji dostu olmadığı için, ayrıca Türkiye’de, ABD’deki kadar sosyal medya
kullanıcısı olmadığı için, sosyal medyaya bizzat kendisi kara çalsa da,
yurttaşların vergisi ile oluşturulan Aktroll havuzundan sosyal medyaya iktidar
propagandası şırıngalanıyor. Bu cenah, bu aralar referandumda Evet’i pek
savunamadığı için olsa gerek, susmuşsa benziyor. ‘Efendim talimat gelmedi, ne
yazacağımızı pek bilemiyoruz. Şimdilik Hayırcılara saldırıyoruz sadece’.
N’est-ce pas?
Başta ABD’de olmak üzere bu aralar iletişim
akademileri, meslek örgütleri ve medya uzmanları, Trump twitleri bağlamında,
önemli bir konuyu tartışıyor. Çünkü ABD’de ve galiba bütün dünyada, artık
yurttaşların çok büyük bir bölümü HABER ihtiyaçlarını, Facebook, Twitter,
Whatsapp, İnstagram…gibi sosyal medya mecralarından alıyor. Aslında ilk başta
esas olarak insanların kendi aralarındaki iletişimi hızlandırmak ve belki biraz
da toplumsallaştırılmak (ya da galiba bu iletişimi ticarileştirmek) üzere
tasarlanmış olan bu sosyal medya mecraları, şimdilerde eskinin
geleneksel/klasik gazete-radyo-televizyonlarının yerini almış gibi görünüyor.
Sosyal medyada isteyen istediğini, haber ya da yorum kılığında sunma imkanına
sahip iken, dolaşan bu bilgiler, klasik gazetecilikte çok önemli olan tarayıp
seçmeden, editoryal denetimden, double check’den (her haberi en az farklı 2
kaynaktan doğrulamak) , şimdilerde moda olan fact checking’den (olgunun
doğruluğunun denetimi) geçmeden anında binlerce, milyonlarca insana
ulaşabiliyor. Gazeteciliğin/haberciliğin ölümüne olmasa da bayılmasına yol
açabilecek bir gelişme bu… Bilgi daha demokratikleşirken, bilgi ve haber daha
kolay, daha hızlı ve daha çok insana ulaşırken, bilginin özellikle haberin
içeriği ve kalitesi de büyük erozyona uğruyor sosyal medyada.
Bitirirken, nereden aklıma geldiyse… Pink Floyd’un ikinci lideri Roger Waters’ın şahane bir şarkısı vardır: Fletcher Memorial Home.
Mütekait kralların, tiranların, diktatörlerin yaşlılık dönemini geçirdikleri bir evi anlatır. Evin sakinleri arasında, şarkının yazıldığı dönem itibarıyla, (Bu şarkı, Waters, Pink Floyd’dan ayrılmadan önce kaydettikleri son albüm olan Final Cut’da yer alır.1983) Reagan, Haig, Begin, Thatcher, Paisley, Brejnev, McCarthy, Nixon, Latin Amerika’dan ünlü ve zengin mezbaha sorumluları vardır. Sadece birkaç dize:
(…)
Her gün kapalı devre tv ekranlarında
Seyrederler kendilerini
Böylelikle hala gerçek olduklarından
Emin olabilirler
Hayatla hissedebildikleri tek bağlantıdır bu
(…)
Bizim onlara saygı göstermemizi mi bekliyorlar?
Parlatsınlar madalyalarını, sırıtsınlar haşin haşin
Bir süre daha oyun oynayıp eğlendirsinler kendilerini
Bum bum bang bang, öldün olm sen uzan yere
(…)
Herkes burada mı?
Nasılsınız? Eğleniyor musunuz?
Şimdi artık işin sonuna geldiniz!
Bitirirken, nereden aklıma geldiyse… Pink Floyd’un ikinci lideri Roger Waters’ın şahane bir şarkısı vardır: Fletcher Memorial Home.
Mütekait kralların, tiranların, diktatörlerin yaşlılık dönemini geçirdikleri bir evi anlatır. Evin sakinleri arasında, şarkının yazıldığı dönem itibarıyla, (Bu şarkı, Waters, Pink Floyd’dan ayrılmadan önce kaydettikleri son albüm olan Final Cut’da yer alır.1983) Reagan, Haig, Begin, Thatcher, Paisley, Brejnev, McCarthy, Nixon, Latin Amerika’dan ünlü ve zengin mezbaha sorumluları vardır. Sadece birkaç dize:
(…)
Her gün kapalı devre tv ekranlarında
Seyrederler kendilerini
Böylelikle hala gerçek olduklarından
Emin olabilirler
Hayatla hissedebildikleri tek bağlantıdır bu
(…)
Bizim onlara saygı göstermemizi mi bekliyorlar?
Parlatsınlar madalyalarını, sırıtsınlar haşin haşin
Bir süre daha oyun oynayıp eğlendirsinler kendilerini
Bum bum bang bang, öldün olm sen uzan yere
(…)
Herkes burada mı?
Nasılsınız? Eğleniyor musunuz?
Şimdi artık işin sonuna geldiniz!
Medyatik istilaya cevap: Yavaş
gazetecilik
15 şubat
2017 - 23:01
Haber adı altında çok yoğun ve hızlı bir bilgi
bombardımanına tabi tutuluyoruz. Ne doğru ne yanlış, ayırdedebilmek zorlaşıyor.
Egemen medyanın saptadığı gündemi izlemek şart mı? Gazeteci olarak, okur olarak
bu kadar hızlı ve yüzeysel olmak zorunda mıyız? Bugün hangi muhabir/editör bir
habere en az 2 ayını verebiliyor?
Ragıp DURAN
İnternet’in hayatımıza ve dolayısıyla
gazetecilik/habercilik dünyasına girmesiyle çok şey değişti, çok şey bozuldu.
Gazetecilikte yapılan hataları zaten eskiden beri
zamansızlıkla ya da zamana karşı yarış bahanesiyle aklamaya çalışırdık.
Zamansızlık aynı zamanda yüzeyselliğin de mazareti olarak ön plana çıkardı.
Sürat ve yüzeysellik, sadece gazeteciliğin değil,
80’lerden sonra bütün dünyada hem ekonomik bir rejim hem de ideolojik
bir engel olan neo-liberalizmin de önemli iki boyutu.
Sürat ve yüzeysellik yüzünden haber üretimi de,
nicelik olarak, olağanüstü bir şekilde arttı. Bir Fransız uzman, ‘Son 30
yılda üretilen haber miktarı, 5 bin yılda üretilmiş haber miktarını aştı’
diyor. Gerçekten de eskiden, 24 saat boyunca bir tek gazete okuyup, radyo ve
televizyonlarda, günde bilemediniz üç rekat haber bülteni izlerken, şimdi
bilgisayar özellikle de akıllı cep telefonları marifetiyle, 24 saat ‘non
stop’ habere maruz kalıyoruz. Miktar arttıkça kalite düşüyor, haliyle…
Nispeten yeni iki kavram dolaşıyor Fransa’da iletişim
konusundaki akademik ve mesleki literatürde: İnfobesité ve İnfaux.
İnfobesité, ‘information’ ve ‘obesité’ sözcüklerinden
oluşan bileşik isim. Yani ‘AşırıHaber’ diye çevirebiliriz.
‘Çokfazlahaber’ de diyebiliriz. Gereğinden fazla her halükarda.
İnfaux, Fransızca yazılımı, ‘Fake News’ün yani yalan
haberin Fransızca kelime oyunuyla doğmuş versiyonu. Fransızcada haberin
kısaltılmış şekli ‘ İnfo’ diye yazılır,‘Enfo’ diye okunur. ‘Faux’ da sahte,
yalan, yanlış demek. Dolayısıyla ‘İnfo’ sözcüğünü ‘İnfaux’ şeklinde yazınca, ki
o da ‘Enfo’ diye okunur, ‘Yalan Haber’ demiş oluyoruz.
Yurttaş olarak, okur olarak gün boyunca çok fazla
sayıda, üstelik çoğu gereksiz haber iletiliyor bize. Gereksiz olduğu
yetmiyormuş gibi bu haberlerin önemli bir kısmı da, klasik anlamda haber değil.
Yani toplumu, kamu çıkarını ilgilendiren, doğru, çokboyutlu, dengeli,
inandırıcı, güven verici, hızlı bilgi değil. Bize ulaşan/ulaştırılan bilgilerin
önemli bir kısmı propaganda, ajitasyon, manipülatif haber, désinformation (Çarpıtılmış
haber) ya da misinformation/mésinformation (Haber gizleme). Yani kısacası yalan
ya da yarım gerçekler…
Bu durumda, gazeteciliğin/haberciliğin esas işlevi
olan, yurttaşı, içinde yaşadığı toplumun aktif/katılımcı bireyi olabilmesi
için, söz konusu toplum hakkında doğru, bilgili ve bilinçli tercihleri
yapabilmesi, kararları verebilmesi için, kendisine gerekli olan bilgi ve
fikirleri, olup biteni ayrıntılı olarak aktarmak ya çok zor hale geliyor
ya da imkansız.
Çünkü gazetecilik sadece olup biteni aktarmak değil.
Onu ulak oğlanları/kızları ya da bugün robotlar da yapabiliyor.
Gazetecilik/habercilik akıl, fikir, bilgi, deşme, tahlil yani analiz ve sentez
yapma yeteneği isteyen bir meslek. Hatta artık salt bir meslek olarak da
tanımlanması yetersiz kalıyor. Çünkü gazetecilik, tıpkı avukatlık ya da
doktorluk gibi, icra mekanı ve zamanı ile koşulları sınırlandırılamayan bir
uğraş, hatta bir yaşam tarzı haline geliyor/gelmeli.
Gazetecilik artık görünen arkasında gizleneni
göstermek, olguyu/ olayı tüm boyutlarıyla açığa çıkarmak, gelişmenin
nedenlerini, diğer olgularla ilişkilerini faş etmek, yurttaşın düşünce ufkunu
genişletmek, okuru aktif yurttaş haline getirmek için dürtmek gibi işlevlere de
sahip.
Bugün, okumuş yazmış, toplumsal bilinci ortalamanın
üzerinde, aktüaliteyi izlemek isteyen bir yurttaş, radyo, gazete, TV ve
İnternet’ten gelen, üstelik çok hızlı ve çok yüzeysel bir şekilde gelen binbir
haber ve bilgiyi nasıl eleyecek, seçecek, işine yarayabilecek (News to
use) olanlar ile safraları nasıl ayıredebilecek?
Şimdilik bulunan çözüm, Yavaş Gazetecilik (Slow
Journalism).
- yüzyılın sonlarına doğru, ‘Fast Food’un (Ayaküstü ve sağlıksız
besinlerin atıştırılması) yaygınlaşmasına tepki olarak, önce mide
zevkine önem veren İtalyanlar tarafından icad edilip, Avrupa’ya sonra da
bütün dünyaya yayılan yavaş ve sağlıklı beslenme yöntemi, bilahare ‘Yavaş
Kentler’ ibaresiyle, günlük yaşam modeli haline de getirildi. Çevreyi
kirletmeyen taşıt araçları, çevre dostu enerji üretim ve tüketim
yöntemleri, dayanışmacı komşuluk, katılımcı yönetim… Belediyelerin bazı
önemli ilkeleri haline geldi. Milan Kundera’nın ‘Yavaşlığa Övgü’ başlıklı
romanında/denemesinde belirttiği üzere yavaşlık haz almak ya da alınan
hazzı uzatmakla da ilgili bir kavram.
Yavaş gazetecilik nasıl oluyor?
Adı üzerinde, hali hazırda piyasada, neredeyse
yıldırım hızıyla ve 24 saat boyunca, aralıksız haber üretimi derinlikten yoksun
olduğu için red ediliyor. Zaman önemli ve değerli olduğu için, haber haline
getirilecek olan olayların seçimi, incelenmesi, irdelenmesi, yazımı, sunumu hep
yavaş yapılıyor. Aktüalite eski önemini yitiriyor çünkü maksat esas olarak
hızlı olmak değil, doğru olmak. İlle de şu bültene şu haberi yetiştireceğim
diye bir derdi olmayan muhabir ve editör, haberi derinlemesine, gerekirse uzun
uzun verebiliyor. Üstelik haber seçiminde de, egemenlerin, egemen medyanın
saptadığı gündeme (Agenda setting) uymak zorunda da değil Yavaş Gazeteci.
Egemen medyanın çoğu zaman kasıtlı olarak ilgilenmediği, dışlanmışlar, kenarda
kalmışlar, aykırılar, dikbaşlılar, garipler (Galiba 2. Yeniciler!) Yavaş
Gazetecinin değerli konu hazinesi.
Yazım da farklı. Yaşar Kemal’in röportajlarına bakın,
Hemingway’in ya da Marquez’in yazdığı ‘feature’ları gözden geçirin, oralarda
okura bilgi vermenin, bir şey anlatma ve aktarmanın ötesinde, renkli, canlı,
huzurlu, yumuşak, haz veren bir edebi uslup görürsünüz. Bu yöntem sıradan bir
biçem pazarlaması değil.
Yavaş Gazetecilik sanıldığı kadar yeni bir yöntem
değil. Batı’da mesela aylık ‘National Geographic’ dergisinin her bir sayısının
hazırlanması en az 3 yıl, evet yazıyla üç yıl, alıyor. Keza yine Batı’da önemli
gazetelerin özel haber araştırma birimleri de, bir habere kimi zaman 2 yıl
zaman harcayabiliyor. Bakınız Boston Globe’un Spotlight ekibinin
kilisedeki pedofili skandalı haberi…
Yavaş Gazetecilik, genel olarak ‘Généraliste’ tabir
edilen, konu ve uzmanlık ayrımı yapmadan bir seferde her haberi vermeye teşne
değil. Çünkü kadrolar ve zaman sınırlı, sınırlı olmasa bile
derinlik sağlamak için, belirli alanlara yoğunlaşmak gerekiyor. Mesela Yavaş
Gazeteciliğin Fransa’daki kalelerinden biri olan haftalık 1 dergisi. Le
Monde’un eski yöneticileri ile bilgisayar ‘freak’ gençlerin bir araya gelip
oluşturduğu bu dergi, her hafta sadece bir tek konuyu işliyor. Muhabiri,
editörü, uzmanı, akademisyeni, sanatçısı bir tek konunun farklı yönlerine
eğiliyor.
Yavaş Gazeteciliği önümüzdeki yazılarda yavaş yavaş
anlatmaya devam edeceğim.
(1) Caroline
Sauvajol-Rialland, ‘İnfobesité’nin yazarı, Le Monde des Médias,
Octobre-Novembre 2016, p5.
TSK, Hande Fırat, siyasi
iktidar ve tetikçiler: Hürriyet Sıkıntılı
27 şubat
2017 - 06:00
Hürriyet’in ‘Karargâh Sıkıntılı’ haberi sorunlu. Bir
Yakup Cemil zaten hemen kendi cephesinden sert bir tepki gösterdi. Komplo
teorisyenleri çeşitli senaryolar üretti. Hürriyet de başka işi gücü yokmuş gibi
cevap vermek zorunda. Hürriyet hakikaten gazetecilik yapıyor mu?
Ragıp DURAN
Ragıp DURAN
Elimizde, irdelenmesi/tartışılması gereken üç metin
var: Hürriyet Ankara temsilcisi Hande Fırat’ın imzasıyla yayınlanan ‘Karargâh
Sıkıntılı’ başlıklı haber; iktidarın medyadaki Yakup Cemillerinin bu habere
tepkileri ve nihayet Hürriyet gazetesi yönetiminin bu tepkilere verdiği yanıt.
Söz konusu üç metni, mevcut siyasi durum yani TSK-AKP ilişkileri ve
Hürriyet-AKP ilişkileri bağlamında tahlil etmek mümkün.
Önce Fırat imzalı haber. Bu haberin yazım tarzı, içeriği, birinci sayfadan ‘Karargâh Rahatsız’ başlığı ile verilmesi, sıradan bir gazetecilik/habercilik faaliyetinin ürünü olmadığını gösteriyor. Haberde, yedi konu hakkında, ‘Karargâh’ın kimi yerde ‘askeri kaynakların’ yanıtları yer alıyor. İlginçtir, eleştirilerden nispeten ayrıntılı bir şekilde söz edilmesine rağmen, bu eleştirilerin kim ya da kimler tarafından yapıldığına dair bir bilgi ya da ima bile yok. Böylesine önemli konularda bir açıklamayı ancak Genel Kurmay Başkanının yapabileceğini herhalde herkes bilir, kabul eder. Ne var ki Hulusi Akar, bu kez doğrudan ve açık bir şekilde demeç vermek ya da söyleşi yapmak yerine, ‘Karargâh’ ya da ‘Askeri kaynaklar’ gibi kod isimleri kullanmayı tercih etmiş. Çünkü Türkiye’de siyaset genel olarak doğrudan siyasi, ideolojik, fikri temelde yapılamıyor. Bu aralar da kimse, Genel Kurmay Başkanı dahil, iktidarı rahatsız edecek bir şey söyleyemiyor, söylese bile sorumluluğunu üstlenmek için kendi adıyla söylemiyor. Ya da belki, bu yöntem, TSK’nın bu konularda tam bir birlik ve beraberlik içinde olduğunu göstermek için tercih edilmiş olabilir.
Önce Fırat imzalı haber. Bu haberin yazım tarzı, içeriği, birinci sayfadan ‘Karargâh Rahatsız’ başlığı ile verilmesi, sıradan bir gazetecilik/habercilik faaliyetinin ürünü olmadığını gösteriyor. Haberde, yedi konu hakkında, ‘Karargâh’ın kimi yerde ‘askeri kaynakların’ yanıtları yer alıyor. İlginçtir, eleştirilerden nispeten ayrıntılı bir şekilde söz edilmesine rağmen, bu eleştirilerin kim ya da kimler tarafından yapıldığına dair bir bilgi ya da ima bile yok. Böylesine önemli konularda bir açıklamayı ancak Genel Kurmay Başkanının yapabileceğini herhalde herkes bilir, kabul eder. Ne var ki Hulusi Akar, bu kez doğrudan ve açık bir şekilde demeç vermek ya da söyleşi yapmak yerine, ‘Karargâh’ ya da ‘Askeri kaynaklar’ gibi kod isimleri kullanmayı tercih etmiş. Çünkü Türkiye’de siyaset genel olarak doğrudan siyasi, ideolojik, fikri temelde yapılamıyor. Bu aralar da kimse, Genel Kurmay Başkanı dahil, iktidarı rahatsız edecek bir şey söyleyemiyor, söylese bile sorumluluğunu üstlenmek için kendi adıyla söylemiyor. Ya da belki, bu yöntem, TSK’nın bu konularda tam bir birlik ve beraberlik içinde olduğunu göstermek için tercih edilmiş olabilir.
Haberde sadece yedi konu var. Ama kamuoyunun
gündeminde, egemen medyaya da yansıdığı üzere eleştiri konusu olan başka
meseleler de var. Mesela Akar’ın 15 Temmuz darbe girişimindeki konumu hala net
bir şekilde ortaya çıkarıl(a)madı. Mesela, Akar’ın ve Genel Kurmay’ın, Cizre,
Şırnak, Nusaybin, Silopi, Gever’de gerçekleştirilmiş olan operasyon adı verilen
kıyım ve yıkımlardaki hukuki sorumluluğu gündeme getirilmiyor. Keza, kısaca
‘TSK’nın Suriye’de ne işi ne var?’ cümlesiyle ifade edilen eleştiri de, yedi
konunun dışında tutulmuş. Gazeteci iseniz, bu konuları da gündeme getirip
muhatabınızdan cevap almak durumunuzdasınız. Gazetecilik, haber kaynağının
hazırlayıp size sunduğu metni, haber şekline sokup yayınlamak değildir. Aynı
şekilde gazetecilik, sadece bilgi/görüş aldığınız kişinin saptadığı ve istediği
konuları kamuoyuna aktarmak değildir. Siz gazeteci olarak bu soruları sormak
zorundasınız. Muhatabınız arzu etmez ise yanıtlamayabilir. O zaman da bu durumu
okura bildirmekle görevlisiniz.
Konunun önemi itibarıyla, bu haberin yazı işlerinde
uzun uzun tartışıldığını, patronun onayının alınarak yayınlandığını kestirmek
de güç olmasa gerek. Hürriyet, 1 Kasım seçimlerinden bu yana, iktidar yanlısı
editoryal çizgisini derinleştirdi. Belki henüz tam olarak Saray’ın ya da
AKP’nin yarı-resmi yayın organı haline gelmedi ama şimdilik gazete sayfalarını
magazin haberleriyle doldurarak inkitaları oynuyormuş izlenimi veriyor. Tayin
edici konularda ise susmayı tercih ediyor. Yazılı basında belki çok açık seçik
bir şekilde belli olmayabilir ama bir haber radyosu düşünün, 21 dakikalık bir
haber bülten, sunuyor, 7 dakikası sessizlik!
Hürriyet bu haberin yankı tepki yaratacağını mutlaka biliyordu. Farklı şekillerde algılanacağını da kestirmiştir mutlaka.
Hürriyet bu haberin yankı tepki yaratacağını mutlaka biliyordu. Farklı şekillerde algılanacağını da kestirmiştir mutlaka.
Yakup Cemilgillerin salvoları. Adı, Hürriyet’in
bordrosunda yer almamasına rağmen, yazılarında ve TV programlarında kendisini
Hürriyet’in patronundan da güçlü göstermeye çalışan bir zat var. Yenimahalle
nüfusuna kayıtlı olduğu söyleniyor. Nereli olduğu pek mühim değil ama özgüven
patlaması yaşayan bir şahsiyet, önüne geleni Hürriyet’ten atabileceğine hatta
cezaevine tıkabileceğine inanıyor. Fırat imzalı haber karşısında kızgınlıktan
kudurmuş durumda kendisi. Aydın Doğan darbeci, Hürriyet darbe üssü, Fırat’ın
haberi suç, ve bu iki kişi tutuklanacak…gibi şeyler yazmış. Benzer birkaç tepki
daha okudum Twitter’da ama en güçlüsü yukarıda verdiğim örnek. Şimdi bu
yaklaşımın yanı sıra, Türk milletinin en sevdiği spor olan komplo teorileri üretme
alanında zengin malzeme var. Efendim, bu haber, Evet’lerin gerilediği bir
dönemde, darbe ihtimalini yeniden canlandırmak ve dolayısıyla Evet’i
güçlendirmek için yayınlanmış. Kimisi de diyor ki, ‘Aydın Doğan baktı Hayır güç
kazanıyor, o zaman TSK vasıtasıyla Saray’a bir taş da ben atayım’. Rivayet
muhtelif…
Burada önemli olan bence yine Hürriyet. Çünkü bir gazetenin bağımsız bir yayın politikası yok ise, iktidar odakları tarafından daha kolay bir şekilde manipüle edilebilir. Bir gün Erdoğan bastırır, senin atman gereken manşeti o atar, ertesi gün Akar bastırır o da kendi manşetini senin gazetene çakar. Yakup Cemilgillere fırsat doğar böylece…
Burada önemli olan bence yine Hürriyet. Çünkü bir gazetenin bağımsız bir yayın politikası yok ise, iktidar odakları tarafından daha kolay bir şekilde manipüle edilebilir. Bir gün Erdoğan bastırır, senin atman gereken manşeti o atar, ertesi gün Akar bastırır o da kendi manşetini senin gazetene çakar. Yakup Cemilgillere fırsat doğar böylece…
Hürriyet kendi habercilikle savunmaya kalkışınca… Bir
gün sonra, belli ki Karargâh’tan sonra onlar da rahatsız olmuşlar, Hürriyet,
salvolara karşı kendini savunmaya kalkıştı. Haberin kaynağını ‘Genel Kurmay
İletişim Dairesi’ diye açıkladı, ki gereksiz. Üstelik senin sorumluluğunu da
azaltmıyor. Yetmiyormuş gibi, kendini iktidar yanlısı göstermek amacıyla,
eleştirilerin ‘ hükümete muhalif kesimlerden’ geldiğini ilan etti. İyi de kim
bu muhalifler? Biraz mağduriyet (İftira, Linç) biraz reklam, biraz propaganda,
demokrasi, özgürlük vs’yi de ihmal etmemiş Hürriyet. Geldik şimdi de anahtar
cümleye:’Hürriyet bu haberde yalnızca gazetecilik saikleriyle hareket
etmiştir’. Ne kadar inandırıcı değil mi? Hürriyet zaten Cizre, Sur yakılıp
yıkılırken de gazetecilik saiklerini harekete geçirmişti değil mi? Hürriyet,
Kürtler, HDP, Suriye, IŞİD, bombalı saldırılar, akademisyen ihraçları
konularında yayınladığı dört dörtlük haberlerde de hep ‘ sadece gazetecilik
saikleriyle hareket etti’ değil mi? Yalan söylüyorsunuz, üstelik de beceriksiz
bir şekilde söylüyorsunuz. Gazetecilik, bir süredir Hürriyet’in umurunda bile
değil. Gazete yönetimi, aklınca, bir yandan iktidara şirin görünmek derdinde,
ama bir yandan da yandaş olmamak derdinde. Çok zor hatta imkansız bir seçenek.
Bunca kutuplaşmış bir ülkede, siz hem sözümona orta yolcu bir yayın siyaseti izleyeceksiniz, hem de medya dışındaki şirket ve yatırımlarınızı koruyacaksınız. O da çok zor.
Bunca kutuplaşmış bir ülkede, siz hem sözümona orta yolcu bir yayın siyaseti izleyeceksiniz, hem de medya dışındaki şirket ve yatırımlarınızı koruyacaksınız. O da çok zor.
Saray-Hürriyet-TSK: Kim
kazandı? Kim kaybetti?
01 mart 2017
- 23:01
Hürriyet’in haberinin içeriği, yani 7 konunun
ayrıntısı/geçmişi/nedenleri tartışma gündemine gelmedi, getirilmedi. Varsa
yoksa o ‘meşum’ başlık konuşuluyor. Biri ‘terbiyesizlik’ dedi, öteki ‘editoryal
hata’. Olan Hürriyet’e oldu sanki. Hulusi Paşa da galiba hala rahatsız…
Ragıp DURAN
Hürriyet gazetesinde çıkan Hande Fırat imzalı
‘Karargâh Rahatsız’ başlıklı haber nedeniyle bir süredir Saray’dan,
Hürriyet’ten ve TSK’dan açıklamalar yapıldı. Mesele şimdilik kapanmış görünüyor
ama medya ile iktidar arasındaki çatışma ile siyasi iktidar ile TSK arasındaki
çekişme kolay kolay sona ermez. Önümüzdeki dönemde bu iki alanda önemli yeni
gelişmeler kaçınılmaz.
Şimdi bugüne kadar meydana gelen gelişmelerde kimin ne
kazandığına, kimin ne kaybettiğine bakalım.
SARAY, HEM MEDYAYA HEM DE TSK’YA AYAR VERDİ
Genel olarak iktidara özel olarak da kendisine yönelik
en küçük eleştiriden nem kapıp etrafı velveye veren bu siyasi iktidar, haberin
hem iç sayfadaki başlığından hem de içeriğinden kaçınılmaz olarak işkillendi.
Saray, bu haberi, Aydın Doğan’ın merkezi ya da ikincil bir askeri güçle
ittifakının bir hamlesi olarak gördü. Ve Doğan ile Fırat’a alabildiğince
yüklendi. Oysa ki, belli ki, bu haberde Hürriyet sadece bir aracı. Haberin
içeriğini yazan ya da son onayı veren büyük bir ihtimalle bizzat Genel Kurmay
Başkanı. Saray’ı ve medyadaki destekçilerini aslında kızdıran, bu haberin
doğruluğu. Sadece karargâh ve askeriyenin büyük bir kısmı değil, kamuoyunda da
başörtüsü konusunda bir hassasiyet var. Diğer 6 konu da öyle eften püften
konular değil. TSK’da Kemalist geleneğin erozyona uğratılmasına yönelik
tepkiler bir şekilde ifade ediliyor. Haberde, yani 7 konu arasında bulunmayan,
ama toplumun özellikle Kürt dünyasının vicdanını/gönlünü/aklını yaralayan
Çökertme Planı’nın somut olarak uygulanmasında Karargâh’ın rolü ve tutumu
meselesi var. Bir de bütün Türkiye’yi yakan, asker cenazelerinde somutlaşan
‘Bizim Suriye’de işimiz ne?’ sorusu ile somutlaşan ihtilaf evde sokakta
tartışılıyor. Saray ile TSK arasındaki sorunlar, ki hiçbir taraf bu sorunların
varlığını inkar ya da tekzip edemiyor, önümüzdeki dönemde başka fırsatlar
vesilesiyle yeniden gündeme gelecek. Çünkü karşılıklı açıklamalarla sorun henüz
çözülmüş değil.
Referandum kampanyası sırasında meydana gelen bu
hadise sayesinde, Saray-AKP-Kiralık/Satılık Kalemler Ordusu, anlaşmazlığı iyi
bir propaganda konusu/aracı haline getirme konusunda, kabul edelim, nispeten
başarılı oldu. AKP yine mağdurları oynama şansı elde etti. Ama sanki bu sefer
kendi kitlesi dahil kimse bu mağdurla dayanışma göstermiyor…
Yine de bir başlık aracılığıyla, neredeyse aynı
zamanda hem Hürriyet’e hem de Karargâh’a ayar vermiş oldu Saray. İkisine de diz
çöktürdü. Hürriyet de Karargâh da bundan sonra (Hiç olmazsa 17 Nisan’a kadar)
Saray’ın tepkisini çekebilecek herhangi bir eyleme girişmez.
Gerçi Erdoğan, Hulusi Akar’a karşı hala nazik
görünüyor ama hıncını da Hürriyet’ten almış oldu. Aslında Saray açısından
burada eleştirilecek/kınanacak biri varsa o da Hürriyet değil, Karargâh
olmalıydı. Ama bu aralar o biraz zor görünüyor sanki…
HÜRRİYET, ESKİDEN DE KAYBEDİYORDU BU SEFER DE
KAYBETTİ
Hürriyet, evladım, maalesef şamar oğlanı konumuna
düştü. Bir Erdoğan vurdu, bir de Akar… Bu arada Doğan Holding’in hisselerinde
yüzde 12’lik düşüş de cabası. 15 Temmuz’un çakma Jeanne d’Arc’ı Hande Fırat,
iktidar yanlısı tutumu ile terfi etmişken, patronu ‘Aydın Bey’in başına yeni
büyük işler açtı. Kimileri, Fırat’ın bu dümeni Saray’ın plan ve teşvikiyle
gerçekleştirdiğini yazdı üstelik hala görevde kalmasını da buna bağladı ama ben
bu komplo teorisine pek inanmıyorum. Siyaset güç dengelerinin ayarlanması
olarak bilinir. Hürriyet, Karargâh ile Saray arasında kaldı. Önce Karargâh’a
açtı sayfalarını, sonra çuvalladığını anladı, binbir özür, hemen Saray’dan yana
tavır koymaya başladı ama bu bile Saray’ın kızgınlığını gidermedi. Hürriyet,
bağımsız bir yayın çizgisine sahip değil. Yöneticisinin iddia ettiği
üzere ‘sadece gazetecilik saikleriyle’ yayın yapmıyor. Hürriyet, kendi
özel çıkarlarını savunmaya çalışıyor. Kadim bir iktidar aparatı olarak, yeni
iktidarın gözüne girmeye çalışırken onunla uzlaşıyor. Aslında kendi ayağına
kurşun sıkıyor.
Hürriyet, hem iktidarla iyi geçinecek hem de iyi
gazetecilik yapacak. Mümkünatı yok. Çünkü iyi gazeteciler Silivri’de ya da
yurtdışında.
Vuslat Doğan, Ergin-Bila devir teslim töreninde
yaptığı konuşmada, ‘Geçen hafta Columbia Üniversitesinde yaptığım konuşmada
söylediğim gibi…’ diye bir ibare geçiyor. Bu söylem aslında görmemişlerin
söylemidir, bir. İkincisi, mesele orada burada konuşmak değil, konuştuğunu
yapmaktır/yapabilmektir. Çünkü sonra sorarlar size: ’Geçen hafta Columbia
Üniversitesinde iken, Amerikan medyasının patronuyla, yöneticisi, yazarı ve
muhabiri ile Trump iktidarına nasıl karşı çıktığını gördünüz mü?’
Yeni GYY Bila, bilirmiş anlarmış ve daha da önemlisi
uygularmış gibi Le Monde’un kurucusu Hubert Beuve-Méry’nin ünlü tanımı
‘Gazetecilik temas ve mesafe mesleğidir’ sözünü alıntılamış. Daha üstadın adını
doğru dürüst yazamıyorsun (Marry!), hakkında bir şey okumadığın belli, kalkıp
bir de temas ve mesafeden söz ediyorsun. İnandırıcılık sıfır!
Hürriyet ayrıca beceriksiz. Çünkü tam bu fırtına
koparken Genel Yayın Yönetmenini görevden alır mı akıllı bir yönetim? Yok
efendim Şubat ortasında kararlaştırılmış da, Sedat Bey yorulmuş da… Bu kadar
beklemişsin 2-3 hafta daha bekler insan. Sedat Ergin gibi ciddi bir gazeteciyi,
magazin gazetesinin yarı yandaş gazetenin başında tutmanın anlamı yoktu ama
zamanlama manidar… Yerine getirilen şahıs ise Mesut Yılmaz döneminden beri
iktidarla iyi geçinme uzmanı olarak tanınıyor. Aydın Doğan, yeni GYY Bila’yı bu
görev için biçilmiş kaftan sanabilir. Yanıldığını yakında görecek. Çünkü
Saray’ın o koltuğa adayı Cem Küçük profilinde biridir.
Bir değini de Hande Fırat’a: Siz, Cumhurbaşkanından
ödülü kabul ettiğiniz anda mesleki olarak öldünüz. Gazeteci, meslek
kuruluşu dışında kimseden, ödül kabul etmez, etmemeli. Çünkü siz o ödülü
alırsanız, ödülü veren kuruma karşı mesafenizi koruyamaz, o kuruma karşı nesnel
davranamazsınız. Darbe girişimi gecesi, iktidarın bir numarasına cep telefonu
tutmanız çok abartıldı. Sizi kahraman ilan ettiler. Oysa ki siz ödülü red etme
cesareti gösterseydiniz, o zaman normal bir gazetecilik refleksi göstermiş
olurdunuz. Gazetecilik, Madagaskar’da halef selef sokakta dans etmenin
ötesinde bir şeydir… Ki ben bu dans sahnesini sevmiştim.
SİVİL HULUSİ BEY PEK BİR MAHÇUP
Genel Kurmay Başkanı Hulusi Akar, Hürriyet’de
haberin yayınlanmasının ardından önce Başbakan bilahare Cumhurbaşkanı
Erdoğan’la görüşmek durumunda kaldı. Her iki siyasi yetkilinin Akar’a ne
söylemiş olduğunu kestirmek pek güç değil. Bu iki görüşmeden sonra Akar’ı,
Ankara Havaalanında protokol salonunda, Erdoğan’ın sağında sivil kıyafetler
içinde gördük. Cemali, yaramazlık yapmış, bilahare babasından papara yemiş 10
yaşındaki çocuk cemali görünümündeydi. Hele bir de Erdoğan, basın
toplantısında, ‘Zaten Genel Kurmay Başkanlığı da bu konuda bir açıklamayı kendi
sitesinde yayınlayacak’ deyince, Akar’ın konumu daha da belirgin hale
geldi. Karargâhın rahatsızlığı aslında devam ediyor. Çünkü haberi tekzip
edemiyorlar. Bakmayın siz ‘Hükümetle ordu arasında sorun yoktur’ demelerine.
Mecburen öyle dediler. İhtilaf konusunda 7 maddenin hiç birinden dönüş yok,
tekzip yok. Mesele galiba basit bir tefsir meselesi. Başlığa takılmış
üniformalı arkadaşlar: ‘‘Yahu biz aslında 7 maddede rahatsızlıklarımızı tek tek
anlattık, döktük. Ama ‘Rahatsızız’ demedik. Siz o başlığı atınca biz de
haliyle rahatsız olduk’’ gibi bir durum var ortada.
Apoletliler artık medya sahibi değil. Biraz da bunun
sıkıntısı var Akar’ın cemalinde.
Deniz Yücel’le
mutlaka dayanışmak gerek yoksa!..
05 mart 2017 - 23:01
Die Welt Türkiye muhabiri Deniz Yücel’in
yazdığı haberler nedeniyle tutuklanması, Ankara-Berlin ilişkilerini gerdi.
Ayrıca medya dünyasında önemli bir tartışmaya yol açtı: Türk kökenli Alman
yurttaşı bir gazeteci, Alman gazetesi için Türkiye’yi nasıl izleyip aktarmalı?
Empati ve dayanışma eksikliği ile ilkesizlik çok tehlikeli!
Ragıp DURAN
Ankara ile Berlin arasındaki ilişkiler
gerginleşirken, Die Welt muhabiri Deniz Yücel’in tutuklanması, Almanya’da ve
bütün dünyada, Türkiye’de gazetecilik yapmanın ne denli zor olduğunu bir kez
daha somut bir örnekle sergiledi. Bu yetmiyormuş gibi, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın,
henüz hakkında iddianame bile hazırlanmamış olan Deniz Yücel’i, ‘Alman
ajanı’ ve ‘PKKlı’ olarak itham etmesi de konuyu iyice vahim hale
getirdi. Bir Alman yetkili, Erdoğan’a kısaca ‘Saçmalamayın!’ anlamına
gelen bir cümle sarfetti. Bir başka Alman yetkili de ‘Türkiye’de yargının
bağımsız olduğuna inanmıyoruz’ mealinde bir açıklama yaptı. Erdoğan,
Pazar günü yaptığı konuşmada da ‘Nazi’ sözcüğünü kullandı ki, bu durum sadece
diplomatik anlamda bir skandal değil, Almanya’nın hassasiyetlerine karşı ciddi
bir saldırı.
Adalet kültürü alanında çok donanımlı
olmadığını ayrıca çifte standart konusunda uzmanlığını her açıklamasında faş
eden Adalet Bakanının, Türkiye’de rutin olarak gerçekleşen ancak bu sefer
Almanya’da cereyan eden bir uygulamayı, ‘faşist’ olarak
nitelemesi de bir başka felaket oldu. Almanya’da toplantı salonu talep ederken,
Bakan’ın konuşma yapacağını gizleyenler, Tek Adam propaganda toplantısını Özay
Gönlüm Anması diye yutturmaya çalışanlar, yalanları ortaya çıkınca sinirlendi.
Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın, Alman
devletini terörizme yardım ve yataklıkla suçlayan ve yargılanması gerektiğini
iddia eden açıklaması, siyasi bir açıklamadan çok, galiba Freudien bir
kayma olarak algılandı.
Türkiye, bu gidişle, uluslararası
camiada, bir zamanlar İran, şimdilerde de Kuzey Kore gibi ‘Haydut Devlet’ ithamı
ile karşı karşıya kalabilir. Ankara’nın uluslararası arenadaki zaten çok sağlam
olmayan prestiji ve ciddiyeti ağır yara almış durumda.
Tüm bunlar, işin diplomatik ve siyasi
yanı.
Beni esas ilgilendiren işin medyaya,
Deniz Yücel’e ilişkin yanları.
Ayrıntılarını henüz bilmiyoruz ama
Yücel, sorguda, gazetesinde yayınlanan haberleri nedeniyle gözaltına alındı,
bilahare tutuklandı. Bu haberler arasında Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın damadı
Enerji Bakanı’nın, internete erişebilen herkesin ulaşabileceği maillerinden
yola çıkılarak yapılmış haberler ile PKK yöneticileri ile yapılmış bir söyleşi
var.
Bir gazetecinin yazdıklarıyla hemfikir
olmayan bir devlet, o gazeteciyi tutukluyorsa aslında o haberlerin doğruluğunu
teyit etmiş oluyor. Üstelik bu haberlerin söz konusu devleti ne kadar güç
duruma düşürdüğünün de bir işareti. Çünkü Yücel’in haberleri, diyelim ki,
yanlış, uydurma, propaganda, asparagas… Ki Die Welt bunlara kesinlikle zaten
izin vermez. Böyle bir durumda bile, gazeteci tutuklanmaz. Bu aralar çok
moda olan ‘Fake News’un (Yalan Haber’in) panzehiri, polis,
mahkeme, cezaevi filan olamaz. Yalana karşı en etkili çare, okurun güvenini,
muhabirin inandırıcılığını kaybetmesidir. Yurttaş o gazeteyi almaz, boykot
eder. Meslek kuruluşu da, eğer haber kasıtlı olarak yalan ise, muhabire,
editöre belki de gazeteye yaptırım uygulayabilir. İletişim akademisyenleri de
olayı inceler, deşer, eleştirir, teşhir eder. Kasıtlı olarak yanlış haber yapan
gazeteyi, devlet değil, toplum cezalandırır. Ki burada böyle bir durum söz
konusu değil. Araya polis, savcı, yargıç, gardiyan girdiği zaman,
bumerang etkisi boy gösterir, hem haber, hem gazeteci daha çok popüler hale
gelir. Belki de kimsenin okumayacağı, ya da şöyle bir okuyup geçeceği
haber, binlerce, on binlerce kez okunur. Hakkında saatlerce konuşulur,
sayfalarca yazı yazılır. Yani devletin istediğinin tam tersi gerçekleşir. Basın
özgürlüğü mücadelesi yaygınlaşır.
Deniz Yücel’in tutuklanması sadece
Türkiye ve Almanya’da değil bütün Avrupa’da hatta bütün dünyada büyük tepki
doğurdu. Yücel’in tutuklandığı günden bu yana protesto gösterileri ve kınama
bildirileri ve dayanışma toplantıları gündemde. Çünkü, Yücel’in sadece gazeteci
olduğunu, sadece gazetecilik yaptığını, Alman ajanı ya da PKK militanı
olmadığını herkes biliyor.
Herkes dedim ama galiba Türkiye’den bir
zat tamamen zıt görüşte, Almanya’dan da iki gazetecinin de kuşkuları var.
ABD’de Boston’daki Harvard
Üniversitesinin Gazetecilik Okulu Nieman Fellowship’ın dergisi Nieman Report’da
28 Şubat tarihinde yayınlanan Georg Diez imzalı bir yorumda iki Alman gazetecinin tutumu
eleştiriliyor. ‘Şimdi basınla dayanışma zamanıdır, meslekdaşları
suçlama değil’ başlıklı yazının spotu da şöyle: ‘Türkiye’de
bir gazetecinin tutuklanması konusunda iki Alman gazetesindeki muhabirlerin
tutumu, yazı işlerinde çeşitlilik ve dayanışma sorununu gündeme getirdi’.
Diez, 1969 doğumlu gazeteci-yazar, halen
Nieman’da. Der Spiegel’de çalışıyor. Tarih ve felsefe diploması var. Daha önce
Frankfurter Allgemeine Zeitung (FAZ), Süddeutsche Zeitung(SZ) ve Die
Zeit(DZ)’da Kültür Servilerinde muhabirlik, editörlük yapmış. Berlin, Beatles,
Rolling Stones hakkında kitapları var. Bu aralar Martin Luther konusunda bir
kitap hazırlıyor. Diez, Christopher Roth ile birlikte, 11 ciltlik bir
tarih derlemesinin de yazarı: 1980-81’de Global Paradigmanın Değişimleri.
Diez, Yücel’in başına gelenleri
aktardıktan sonra, bu konuda gazetelerin, gazetecilerin ve meslek
kuruluşlarının gerçekleştirdiği protesto, destek ve dayanışma etkinliklerine
değiniyor ve FAZ’dan Michael Martens ile SZ’dan Mike Szymanski yazılarını
aktarıyor.
FAZ muhabiri Martens, muhafazakar
gazetede mülteci karşıtı tutumuyla tanınıyor. Martens, Die Welt’in Türkiye
muhabiri Deniz Yücel’in yanısıra DZ’ın zaman zaman Türkiye haberleri yapan
muhabiri Özlem Topçu’yu da örnek göstererek, ‘Türk kökenli birisinin
Türkiye’ye gönderilmesinin yanlış olduğunu’ savunuyor. Martens’e göre,
bu durum hem söz konusu Türk kökenli muhabirleri tehlikeye atıyor hem de ‘sadece
Türkler ve Türkiye’ye ilişkin haber yapanların’ bakış açılarının dar
olacağı görüşünde. Diez, ise gerek Yücel’in gerekse Topçu’nun sadece Türkler ve
Türkiye konusunda haber yapmadığını, şimdiye kadar Alman iç politikasına
ilişkin çok sayıda haber yayınladığını hatırlatıyor. Martens’e göre, ‘Türk
kökenli olmasaydı bir muhabir, olayları böyle mi izleyip aktarırdı’
diyerek, haberin kalitesi ile muhabirin etnik/milli kökeni arasında garip bir
ilişki kuruyor.
SZ’dan Szymanski ise galiba AKPli!
Gazetesinin hem Yunanistan hem de Türkiye muhabiri olan Szymanski, herhangi
somut bir kanıt göstermeden, Yücel’in gazeteciden çok ‘aktivist’
olduğunu iddia ediyor ve sanki bir suçmuş gibi ‘Türkiye’de tutuklanan
onlarca gazetecinin safında yer aldı’ diyor.
Nieman Report’daki yorumunda, Alman
basınını ayrıca Türkiye’yi bildiği belli olan gazeteci Georg Diez, Yücel ve
Topçu’nun Almanya’da doğup büyüyen 3. ve 4. Kuşak Türk kökenli gazeteciler
olduğunu hatırlatıyor. Almanya’da yaklaşık 5 milyon Türkiye kökenli insanın
yaşadığını, bu nedenle Türkiye meselelerinin aslında biraz da artık Alman iç
politika meseleleri haline geldiğini yazıyor. Diez, Alman basınının etnik köken
olarak çok homojen olduğunu, Yücel ya da Topçu gibi Alman vatandaşı da olsa
yabancı kökenli gazetecilerin çok az olduğunu hatırlatıyor ve ‘Bir
görüşe göre, Almanya’da doğup büyümüş olmak, Alman vatandaşı olmak kimilerine
göre yetersiz, tam Alman olmak gerekir’ diye yazıyor. Oysa ki Diez,
haklı olarak, Yücel ve Topçu’nun Alman vatandaşlığını global bir yorumla ele
aldığını hatırlatıyor. Diez, Almanya’da Hitler dönemine gönderme de yaparak,
Nazilerin iktidar karşıtı basını o zamanlar ‘Lügenpresse’(Yalancı Basın)
olarak nitelediğini hatırlatıyor.
ABD’de özellikle yazı işlerinde
çeşitliliğin (Farklı etnik, milli ya da dil gruplarından gazetecilerin bir
arada çalışması) Almanya’da pek söz konusu olmadığını yazan Diez,
ayrıca ABD’de son dönemlerde Trump’un gazeteci karşıtı tutum ve politikalarına
karşı mesleki dayanışmanın önemine vurgu yapıyor.
Yazının son paragrafı şöyle:
“Eğer Almanlar, neredeyse suç ortaklığı
diyebileceğimiz bu tutuma ve ilkesizliğe yeniden düşerse bu
durum tehlike yaratır. Avrupa olsun, ABD olsun keza Türkiye, otoritarizm
tehditi ile karşı karşıya. Dolayısıyla mevcut durum, mesleğimizin ahlakı ve
mücadele etme iradesi açısından hem bir karakter hem de cesaret sınavı
niteliğindedir. İşte bu nedenle Süddeutsche Zeitung ve Frankfurter Allgemeine
Zeitung’un göstermekten imtina ettiği empati sadece hayal kırıklığı yaratmıyor
ayrıca bir tehlikeye işaret ediyor.”
‘Damarlarındaki
asil kan…’
09 mart 2017 - 06:34
Keşke bütün meselemiz sadece Erdoğan
olsaydı. Oysa ki sosyal-demokrat, muhalif hatta solcu olduğunu sanan bazı
şahsiyetler/kurumlar var ki, devletten de devletçi, milletten de milliyetçi.
Hele mesele Kürt konusu olunca…
Ragıp DURAN
Yakın geçmişte meydana gelen üç olay,
kendisini solcu sanan Türklerin bile olağanüstü bir şekilde milliyetçi ve
devletçi reflekslere sahip olduğunu göstermesi açısından ilginç…
Avrupa Konseyi Parlamenter Asamblesinin
(AKPA) son oturumunda, Türkiye’deki gelişmelerden rahatsız olan
milletvekillerinin çoğunluğunun isteği üzerine, Türkiye’deki demokrasinin
gerilemesi konusunda acil bir tartışma oturumu açılması gündeme gelmişti.
Başkanlık Divanı, Ankara’nın baskısı ve mali şantajıyla bu öneriye karşı
çıkınca, AKPA Genel Kurulunda önerinin ancak 3/5 çoğunlukla geçmesi mümkündü.
Oylamada çoğunluk sağlandı, ancak 3/5’e ulaşılamadı. AKPA’da AKP, CHP ve HDP
milletvekilleri var. AKPli milletvekillerinin çoğu, TBMM’deki Anayasa tartışmaları
nedeniyle Strasbourg’a gelmemişlerdi. CHPliler ve HDPliler vardı. HDP, tabi ki
lehte oy kullandı. CHPliler ise oylamaya katılmadı. Ayaküstü bir görüşmede bir
CHP milletvekili sorum üzerine dedi ki: “Bu Avrupalıların çoğu Türkiye düşmanı.
Biz bu oyuna gelmemek için oylamaya katılmadık. Ayrıca HDP ile aynı safta oy
kullanmayı Türkiye’de tabanımıza anlatamayız”. Oylama konusunun Türkiye
olmadığını Erdoğan rejimi olduğunu anlatmaya çalıştım ama nafile. Artı, bir
siyasi hareket, kendi başına özgürce siyaset belirleyemeyip, başkasının ya da
rakibinin tutumuna göre pozisyon alıyorsa, o siyasi hareket zaten değersiz ve
önemsizdir.
Kendisini sosyal-demokrat hatta solcu
sanan bir çok insanda, bu ‘Türkiye’ yani aslında devlet ve millet sevgisi var.
Kendileri Türkiye’de, zaman zaman da olsa, Erdoğan rejimini bazen sıkı bir
şekilde eleştirse de, deplasmanda, Avrupa’da, ‘Türkiye’yi savunuyorum’ adı
altında, Erdoğan rejimini destekliyor. Kol kırılır, yen içinde kalır! Biz bize
kavga ederiz ama gavurun önünde birbirimize destek olmamız gerekir!
Türkiye hâlâ kapalı bir toplum, hâla 21.
yüzyıla geçememiş durumda ve hâlâ birey kavramından çok sürü anlayışına prim
veriyor. Çok milli ve çok yerliyiz yani…
Buna rağmen, son yapılan bir araştırmaya
göre Türkiye’de her 3 gençten biri Türkiye dışında yaşamak istiyor. Ayrıca 70
milyonu aşkın nüfusa sahip bu memlekette pasaport sahibi yurttaşların sayısı 5
milyonu geçmiyor. Bildiği yabancı dili işinde kullanabilen insan sayısı ise
nüfusun sadece yüzde 1’i! Bu istatistikler bile neden bu kadar milliyetçi ve
devletçi olduğumuzu göstermiyor mu?
İkinci vaka: Çok şaşırtıcı olmasa da CHP
lideri Kılıçdaroğlu’nun Erdoğan-Berlin ihtilafında yine Erdoğan’ın safında yer
alması. Kılıçdaroğlu, HDPli eşbaşkanların tutuklanmasına, milletvekilliğinin
düşürülmesine, parti yöneticilerinin haksız hukuksuz bir şekilde gözaltına
alınmasına sessiz kalır hatta desteklerken, AKP’li Tek Adam
propagandacısı Bakanların Almanya’daki ifade özgürlüğünü savunuyor.
Bravo! Çünkü Erdoğan, Bozdağ ve Zeybekçi Türk ve bu devletin temsilcileri…
Karşı taraf ise ya “Allah’ın Alman’ı” ya da “Kürt”. Kılıçdaroğlu’nun
Erdoğan-Berlin anlaşmazlığında Berlin’i savunması beklenmez. Ama ‘Eyy
Cumhurbaşkanı, siz Türkiye’de o kadar insanın ifade özgürlüğünü kısıtlarsanız,
Almanya’da da size aynısını yaparlar!’ diyebilirdi.
Son olay ise sosyalistliği tartışmalı da
olsa Sosyalist Enternasyonal’in son toplantısında, Başkan Yardımcısı CHP’li
eski milletvekili Umut Oran’ın PYD’ye karşı kahramanca savaşması. Aslında
okumuş-yazmış, efendi bir zat olan Oran, CHP’li kimlik, hele de uluslararası
arenada ‘Türk sosyal-demokratı’ kimliği su yüzüne çıkınca, değme Kürt
düşmanlarına parmak ısırttırıyor. Oran’dan beklenen, Ertuğrul Kürkçü’nün
belirttiği üzere, Türkiye’deki baskıları Sosyalist Enternasyonal’e taşımak,
demokratik-özgürlükçü dayanışma ve desteği sağlamak olmalıydı. O ise,
kesinleşmemiş gayrı-resmi raporlara dayanarak, PYD’nin İnsanlık Suçu işlediğini
öne sürüp, Suriyeli Kürtlerin siyasi temsilcisinin Sosyalist Enternasyonal’e
tam üye olmasını engellemiş. IŞİD sözcülüğüne soyunmuş bir açıdan… Aynı
karakterdeki Sözcü gazetesi de zevkten dört köşe, ‘AKP’nin yapamadığını CHPli
yaptı’ manşetiyle veriyor. Bir sürü somut yanlış var, bu açıklamalarda: Bir
kere ‘İnsanlık Suçu’ işlediği öne sürülen örgüt PYD değil YPG. İkincisi, AKP,
Sosyalist Enternasyonal üyesi olmadığına göre Oran’ın yaptığını zaten yapamaz.
Ayrıca AKP devleti, Suriye’de zaten YPG’yi bombalayarak, Oran ve IŞİD’le
birlikte Kürtlere karşı savaşını sürdürüyor.
Ben kendimi bildim bileli, bu ‘Vatan,
Millet, Sakarya’ edebiyatından uzak durmaya çalışırım. Çünkü bu söylem,
egemenlerin söylemidir. Bu söylem yapay bir birlik oluşturmaya yönelik,
milliyetçi bazen ırkçı çoğu zaman da devletçi bir söylem. Üstelik sürü
ideolojisinde sık geçer.
Bizim Ulusal Marş ya da Gençliğe Hitabe
gibi popüler ve resmi metinlerimizde, ‘damarlarındaki asil’ kan gibi
‘neurovasculaire’ terminolojiden dizelerle, ‘hakkıdır Hakka tapan’ gibi ilahiyat
edebiyatından parçalar vardır.
Son yıllarda Ermenilerin, özellikle
Hrant Dink’in ve tabi ki Kürtlerin muhalefeti, Türk egemen
mentalitesini/devletçi zihniyeti sorgulamak için iyi bir zemin yarattı.
Geçmişle ve bu olumsuzluklarla
yüzleşmeden medeni olmak, çağdaş olmak, demokrat olmak çok zor. Hatta imkansız.
Yoktur muktedirin çaresi gülen
insana karşı…
11 mart 2017
- 23:01
Umberto Eco, Gülün Adı’nda çok güzel anlatmıştı:
İktidarlar, güleni ve gülmeyi sevmez. Kendi de zaten abuk suratlıdır,
gülmez, güldürmez ve eğlenmez, eğlendirmez. Oysa ki bir gülüşle muktediri
bağlarsın olduğu yere, hatta yıkar geçersin. Gülmek ve güldürmek siyasi bir
araç aslında…
Ragıp DURAN
Cuma akşamüstü, Selanik Belgesel Filmler Festivalinde
Stelios Kuloğlu’nun ‘Ölümüne Kahkaha’ (Laughing to Death) başlıklı 90
dakikalık belgeselini seyrettik.
Stelios, benim 35 yıllık Yunanistanlı gazeteci
arkadaşım. Hem yazılı basında köşe yazarlığı yaptı hem de TV’de yıllarca
belgeseller yayınladı. Haftalık ‘Sınır Tanımayan Röportajlar’ dizisinde,
Yunanistan’ın iç politikası ve uluslararası politika hakkında yüzlerce belgesel
ve program yaptı. Stelios, Türkiye’yi de iyi tanır. Her yıl en az bir kere
gelir, ya bir röportaj kaleme alır ya da belgeseli için sahneler çeker. Kardak/İmea
krizi sırasında ATV’de Siyaset Meydanı programına katılarak iki ülke arasındaki
gerginliğin nedenlerini anlatıp, dostluk ve barış mesajları vermişti. 2015
yılından bu yana Syriza listesinden Avrupa Parlamentosu milletvekilliği
yapıyor. Avrupa Birleşik Sol grubun üyesi.
‘İfade özgürlüğü, siyasi bir araç olarak mizah ve
Charlie Hebdo’ alt başlıklı belgeselde Stelios, Amerikalı ‘Yes Men’
aktivistlerinin etkinliklerini de ekrana taşıyor. Kısaca ‘Aldatarak mesaj
vermek’ diyerek aktarabileceğimiz bu teknikle, Yes Men grubu sahte isimler/sahte
kurumlar yaratarak Bhopal felaketi, Çevre trajedisi ya da Terörizme Karşı
Mücadele gibi konularda mevcut sistemin çıkmazlarını, gülerek, alay ederek
teşhir ediyor.
Gazetecileri, gazeteci uyanıklığını gündeme getiren
iki sahneden söz etmem gerekiyor: Yes Men’ciler, 1984 Aralık ayında
Hindistan’da Bhopal’de böcek ilacı üreten bir fabrikada zehirli gaz sızıntısı
nedeniyle 18 bin kişinin ölüp 150 binden fazla insanın yaralanıp sakat kaldığı felaket
konusuna eğilmiş. Fabrikanın sahibi Amerikan Union Carbide şirketi, ticari sır
adı altında kaçak gazın muhteviyatını bile açıklamamış, bu nedenle de çok
sayıda hastanın tedavisini engelleyip onların da ölümüne yol açmıştı. Bhopal
halkı ve mağdurlar adına dava açan avukatlar, uzun hukuki mücadeleden sonra
Union Carbide’ı sadece 470 milyon dolar tazminat ödemeye mahkum ettirmişti. Ne
var ki bu tutar Hindistan hükümetine ödendiği için mağdur ve yaralılar pek
yararlanamamıştı, zaten yararlansaydı bile kişi başına ancak 500 dolar gibi
cüzi bir miktar düşecekti. Benim favori şarkıcım Renaud, ‘Morts Les Enfants’
(Ölen Çocuklar) şarkısında Bhopal’e bir dörtlük ayırmıştı:
(Morts les enfants de Bhophal
D’industrie occidentale
Partis dans les eaux du Gange
Les avocats s’arrangent)
Bhopal’da ölen çocuklar
Batı sanayiinin kurbanları
Cesetleri Ganj nehrine sürüklenmiş
İki tarafın avukatları anlaşmış
Union Carbide, felaketten sonra Bhopal’daki meşum
fabrikayı Dow Chemical Company adındaki bir başka Amerikan şirketine sattı.
Dow, sanki hiç olmamış gibi kaza sözcüğünü ağzına bile almadı, tazminat
taleplerini de es geçti. Ama Yes Men’ciler, hızlı bir organizasyonla, BBC’nin
Paris bürosunu amiyene deyimle keleğe getirip ‘Dow firması bu sabah Yönetim
Kurulu toplantısında Bhopal fabrikasından bu yıl elde ettiği X milyar doların Y
milyarını mağdurlara bağışlamayı kararlaştırdı’ önermesini kabul ettirdi. Canlı
yayına çıkan Dow şirketinin sözcüsü konumundaki Yes Men’ci, olağanüstü trajik
bir tonda konuşarak, insancıllık gösterisi yaptı ve ‘O kadar çok kâr ettik ki
bunun bir kısmını kazazedelere vermemek olmazdı. İnsanlığımıza vicdanımıza
yakışmazdı’ mealinde bir şeyler söyledi. Ve canlı yayınlanan bu açıklama
Bhopal’de sevinç, Dow genel merkezinde ise şaşkınlıkla karşılandı. 2 saat
içinde tekzip geldi. Sonra BBC, Yes Men’cileri tekrar ekrana çıkarıp, sunucu
sert ve ithamkâr bir tonda ‘Bizi neden işlettiniz? Bu yaptığınız ayıp değil mi?
Bu bir sahtekarlık!’ dedi. Yes Men’in yanıtları basit idi: ‘18 bin insan
ölürken bunu kaza diye sunarak siz kimi işlettiniz? Tazminat ödemeyen Union
Carbide’ı savunmak ayıp değil mi? Sahtekarlığı ortaya çıkarmak bizim değil
BBC’nin işi değil mi?’ Koca BBC tuzağa düşmüştü. Çünkü haber güzeldi, cazipti,
kamu çıkarı bile vardı ama doğru değildi.
Yes Men’cilerin ikinci çıkarması Brüksel’deki Avrupa
Parlamentosuna. Global Security Response adında sahte bir danışmanlık firması
kurmuşlar. Terörizme karşı, savaşla ya da şiddetle, demokrasiyi kısıtlayarak
mücadele edilemeyeceğini açıklıyor Yes Men’ci ve çözüm olarak önerdikleri
formülü canlı olarak sunuyor. Kocaman bir şişme pakete konmuş bir adam.
Üzerinde bir takım düğmeler, aletler filan var. Avrupa Parlamentosunun
Basın Konferansı salonunda düzenlenen bu gösteriye 27 üye ülkenin AB’nin Yasama
Organını izleyip aktaran muhabirleri (Radyo, TV, Yazılı basın ve İnternet
siteleri) katılıyor. Sunum bittikten sonra sorulan sorulardan bir demet:
- Kaç para bu koruyucu?
- Bununla yüzmek mümkün mü?
- Bununla koşarak kaçmak gerektiğinde ne yapıyorsunuz?
- Bunu bir drone’a bağlayıp uçmak mümkün mü?
- Gazetecilere eşantiyon verecek misiniz bunlardan?
Ertesi gün başta Belçika basını olmak üzere Avrupa
medyası basın toplantısını ciddi ve doğruymuş gibi yansıttı. Kimse haberin aslını
denetlememiş, gazeteciliğin esası olan ‘sunulan bilgiden kuşku duymak, başka
kaynaklardan araştırmak, en az iki ayrı kaynaktan doğrulamak’ gibi yapılması
zorunlu denetlemeleri hiç yapmamış.
Anlayacağınız, hiçbir gazeteci, show’un bir
medyatik(!) gösteri olduğunu, işin esasının terörizme karşı mücadeledeki
olumsuzlukları ve çıkmazları sergilemek olduğunu hiç mi hiç anlamamış. Saçma
sapan, anlamsız, kıyıdan kenardan sorular soruyorlar. Meraklılar ya…
Belgeselde, öne çıkan aktör aslında Charlie Hebdo dergisi.
Stelios, derginin mevcut yöneticileri ile ayrıca katliamdan önceki
idarecileriyle yaptığı söyleşileri aralara serpiştirerek, anlamsız polemiklere
girmeden, Charlie Hebdo’nun amacını, başına gelenleri anlatıyor. Bir yanda
kahkaha, bir yanda kan revan içindeki Charlie Hebdo bürosu… ‘Bu sahnelerde
biraz zorlandım. Bilhassa bu sekansları birleştirirken zorlandım. Hem acaip bir
gırgır var işin içinde ama aynı zamanda da vahşice katledilmiş ondan fazla
dünya çapında karikatürist ve yazar…’ dedi.
Siyaset ve mizah deyince, Erdoğan da kaçınılmaz olarak
sahneye çıktı bir ara. Türkiye Cumhurbaşkanının bir Alman mizahçısıyla olan
ihtilafına kısaca değindi geçti belgesel.
Yes Men’cilerin yaptığını 80li yıllarda Anglo-sakson
dünyada Adbusters gibi gruplar da yapmıştı. Fransa’da da, sahte bir Le Monde
gazetesi (Le Monstre-Canavar) yayınlayıp okurları keleğe getirip güldürmüştü.
Kuşkusuz bu da bir mizah türü. Ve Stelios’un dediği
gibi, ‘Mizah, siyasette yenilmesi güç bir kozdur bizim elimizde!’.
Türkiye’deki muktedirler Gezi’den neden bu kadar
korktu ki?
Cahil, aptal, küstah ve
saldırgan
15 mart 2017
- 23:01
Bir cinnet hali yaşadıklarımız. Mesele sadece bir-iki
yetkilinin yel değirmenlerine saldırması değil. Kitlesel bir psikozdan
geçiyoruz. Gerçek, mizahı çoktan aştı, şimdi kabus kapısındayız. Avrupa sokaklarında
yine ağzı bıçaklı, sakallı bıyıklı adamlar dolaşıyor.
Ragıp DURAN
Şu son bir-iki hafta içinde olup bitenleri alt alta
koyup üzerinde biraz düşünsek ne kadar vahim bir tablo ile karşı karşıya
kaldığımızın resmidir.
Bütün ülkelerde üst düzey eğitim almış, bilgili,
kültürlü, nazik, işini iyi yapan, çapı ülke sınırlarını aşan insan sayısı her
zaman küçük bir azınlıktır. Elit dediğimiz bu kesim, medeni ülkelerde, halkın
geri kalan kısmı ve çoğu zaman devlet tarafından el üstünde tutulur, aileler bu
şahsiyetleri çocuklarına rol model olarak tanıtır.
Burada ise özellikle son 10-15 senede bu nadir
insanlar, toplumun iktidarperver kesimi ve bizzat devlet yöneticileri
tarafından sürekli olarak aşağılanıyor. Diplomatlarla ‘Mon Cher’ diye alay
ediliyor. Dünya çapındaki piyaniste ‘Vatan Haini’ deniyor. Kitapları onlarca
dile çevrilmiş yaşlı başlı romancılar mahkemelerde süründürülüyor. İdealist
devlet adamları ‘Sarhoş’ diye hakarete uğruyor. ‘Okumuş yazmış insanlardan
memlekete hayır gelmeyeceğini’ söyleme cüretinde bulunabiliyor bir eğitim
yetkilisi. Yüzlerce akademisyen sorgusuz sualsiz üniversitelerden ihraç
ediliyor. Televizyonlara uzman diye çıkartılan, ‘Profesör’ ünvanlı bir takım
insanlar, ipe sapa gelmez, gayrı ciddi sözler sarfedebiliyor: 3. Köprüyle, 3.
Havalimanı yüzünden oluyormuş bunlar! Batı bizi kıskanıyormuş! Oysa ki
istatistiklere göre, eğitim ve kültür düzeyinin yükseldiği bölgelerde iktidar
partisinin oyları azalıyor. Dolayısıyla cahil kalabalığın daha güçlü olması
gerekiyor bu iktidarın iktidarını sürdürebilmesi için.
Hayatında Avrupa’ya gitmemiş, Avrupa Birliği’nin ne
olduğu konusunda en küçük bilgisi olmayan, Batı medeniyeti, kültürü ve
zihniyetinin yanından geçmemiş kravatlı ve kırmızı plakalı arabalara binen bir
zevat, Brüksel ya da Berlin bir de Amsterdam hakkında ahkam kesiyor.
Yukarıdan, medya aracılığı ile gaz verince, aşağıdaki
kul sürüsü de, Hollanda’ya karşı eylem yaparken portakal bıçaklıyor. Meyve
sadistleri! Ya da ineğini keseceğini açıklıyor. Hayvan katilleri! Bu cenahın
sözümona okumuş kısmından bir Profesör de ‘Erasmus Programlarını’ iptal
ettiğini açıklıyor kasılarak. Tüm bu akılalmaz yaptırımlar karşısında
Hollanda’nın içine düştüğü korkunç durumu tahayyül edebilirsiniz: Portakallar
gazi, inek sizlere ömür, Erasmus’tan Türk öğrenci gelmeyecek. Bitti Hollanda!
Bunlar yalancı. ‘Özay Gönlüm’ü Anma Gecesi’ yapacağız
deyip salon tutuyorlar, sonra da orada Bakan’ın propaganda konuşmasını organize
ediyorlar. Bir başka bakanı konsolosluğun arabası ile gizlice bir başka ülkeden
getirip yine propaganda konuşması düzenlemeye kalkıyorlar. Kendileri aptal,
tamam. Ama karşısındakini de aptal yerine koyuyor.
Bunlar küstah. Bir bakan Berlin’de uluslararası bir
fuarın açılış töreninde ortaokul ingilizcesi ile konuşurken ‘Bullshit’
sözcüğünü telaffuz edebiliyor. Dahası kahve muhabbetinde bile kullanılmaması
gereken ‘Nazi’ suçlaması havalarda uçuşuyor en üst düzey yetkililerin
açıklamalarında.
Sonra tarih bilgisi ve perspektifi Emin Oktay’ın
kitabıyla sınırlı bu yetkililer, ‘Hollanda, Konya kadar bir yer’, ‘Bütün nüfusu
bizim bir şehrimiz kadar’ diyerek böbürlenip horoz gibi kabarıyor.
Hollanda’nın ekonomisi, tarım üretim kapasitesi,
nüfusunun eğitim ve kültür düzeyini gösteren somut bilançolara bakmak bile
istemiyor bunlar.
Üzülüyor insan. Çünkü öyle çok parlak, çok başarılı
bir ülke olmasa da burası, bugünkü iktidar sahiplerine layık değil bu memleket.
Yakın geçmişte bile bunlardan kat be kat üstün Cumhurbaşkanları, Başbakanlar,
Dışişleri Bakanları görev yaptı bu ülkede.
Bilginin yerine inancı, bugünün ve yarının yerine
geçmişi, efendiliğin yerine kabadayılığı koyduğunuzda, devlet yönetemezsiniz.
Kimse ciddiye almaz sizi. Almıyorlar da nitekim. Dar iktidar çıkarları uğruna
kamuyu, devleti feda edemezsiniz. Ederseniz kendi sonunuzu hızlandırırsınız.
Özgüven diyorlar bunlar. Yanlış. Çünkü Türkçe de
bilmiyor bunlar. Bu yapılanlar sadece haddini bilmemektir. İktidarı yitirme
paniği her türlü çılgınlığı yaptırabiliyor.
Hem sonra illeri ilçeleri yakıp yıkan, yüzlerce insanı
katleden, binlerce memuru işinden eden, gazete, radyo ve televizyonları
yasaklayıp kapatan, kendisinden başka hiç kimseye hiç bir hak hukuk tanımayan
devlet Almanya mı yoksa Hollanda mı?
Yıllar önce söylemişti Mitterrand: Milliyetçilik
savaştır!
ARTI TV için…
19 mart 2017 - 23:01
Az buz değil. Yandaş medyanın egemen
olduğu ortama önemli ve değerli bir müdahale ARTI TV. Çölde bir vaha. Hayırlı
bir doğum. Allah (Ya da kim uğraşıyorsa bu işlerle) analı babalı büyütsün.
Milyonlarca kardeşi, akrabası olsun…
Ragıp DURAN
Kapanan, kapatılan, yasaklanan her
gazete, dergi, radyo istasyonu, televizyon kanalı ya da İnternet sitesi,
gazetecilik evreninde yasa yol açar. Yayına yeni başlayan her gazete, dergi,
radyo, televizyon ya da İnternet sitesi de, tıpkı bir bebeğin doğumu gibi, önce
annesine babasına yakın çevresine ve sonra aslında herkese büyük bir sevinç,
mutluluk ve umut verir. Ağlayan, bağıran, arada sırada sırıtıp, kusan, altını
kirleten minicik yaratık bir süre sonra konuşacak, ayaklanacak, toplumun bir
bireyi olacak. Eğlenecek, hüzünlenecek, gülecek, ağlayacak, bağıracak
çağıracak, okula gidecek, sınıfları geçecek ya da sınıfta kalacak, mitinglere
katılacak, gözaltına alınacak, mahkemeye çıkacak, tutuklanacak, hapis yatacak,
sonra tahliye olacak, (Türkiye’den söz ediyorum) erkekler askere gidecek,
(Gitmek mecburi olmasa aslında çoğu gitmez!) terhis olacak, işe girecek, kızlar
mektep okuyacak, kadınlığını savunacak, işten atılacak, sevecek, sevilecek…
Daha bir sürü hadise… Hayat işte. Benzeri vakalar medya kuruluşlarının da
başına gelir, gelecek.
İletişim biliminin Kanadalı kurucu
babası Marshall McLuhan, 60lı yıllarda bilimsel çalışmalardan sonra çıkardığı
teorik sonuçlar uyarınca, televizyonu, akla değil duygulara hitap ettiği için
‘Sıcak Medya’ olarak tanımlar. Yazılı basın ise, akla yani beynin sol yarım
küresine seslendiği için, ‘Soğuk Medya’dır. TV, görseli ve sesiyle, ama geri
kalmış ülkelerde, görüntü ve sesi tekrarlarla bozarak, altyazı bantlarıyla,
zoom’larla, fonda heyecan yaratan sonradan eklenmiş ses ya da görüntü
efektleriyle filan muhayyileyi zorlar, sınırlar, bozar. TV aslında iyi bir
ajit-prop organıdır. Heyecanlandırır, korku ve endişe ya da sevinç ve coşku
salabilir. TV üstelik çok hızlıdır, gözümüzün önünden onlarca kare geçer
saniyeler içinde. Düşünceye, düşünmeye vakit bırakmaz. Sığdır da. Derine
inemez, değer geçer. Ayrıca TV tembelleştirir insanı. Pijama-terlik gömülürsün
koltuğa, fındık fıstık eşliğinde zamanın nasıl geçtiğini bilemezsin. Ben biraz
da bu nedenlerle pek TVperver değilimdir. Çok önemli bir şey olmadıkça ve maç
yoksa, bizim evde TV pek açılmaz.
Ne var ki yukarıda sıraladığım teorik
olumsuzluklara rağmen, toplumsal ve siyasi olarak meseleye Türkiye özelinde
baktığımızda farklı bir manzara ile karşı karşıyayız: Türkiye’de toplumun
önemli bir kesimi bilgi ve haberleri hala esas olarak TV’den alıyor.
Türkiye’nin TV manzarasında, medyanın neredeyse yüzde 95’i iktidarın propaganda
makinası olarak işlev görüyor. Türkiye genelinde izleyici, akıldan çok
yüreklere hitap edilmesini talep ettiği için, TV hala popüler bir medya. Ciddi
yazılı basın bile, Evlilik Programları ve Survivor ya da Sabun Köpüğü dizileri
gibi, çok ideolojik programlardaki gelişmeleri haber olarak izlemeye devam
ediyor.
Böyle bir konumda ARTI TV’nin anlamı,
işlevi ayrı bir değer kazanıyor. Hazırlık çalışmalarının çok küçük bir kısmına
da bizzat katılmakla kendimi mutlu hissediyorum ama televizyonculuğun,
özellikle televizyon haberciliğinin ne kadar zor bir iş olduğunu bildiğim için
çok çalışmanın elzem olduğunu anlıyorum.
ARTI TV’nin başında Celal Başlangıç gibi
deneyimli bir gazetecinin bulunması büyük bir şans, başarı için büyük bir koz.
Açılış günü 17 Mart akşamı, 3-4 saat boyunca ekran başındaydım. Yöneticiler,
konuklar o kadar güzel ve doğru şeyler söylediler ki, umutlanmamak mümkün
değil.
Bir kere, herkes, böyle bir TV kanalının
acil bir ihtiyaç olduğunu belirtti ki, gerçekten de Türkiye’de 2 ya 3 istisna
dışında tüm TV kanalları iktidar yanlısı ya da iktidara teşne yayın politikası
güdüyor. Oysa ki bu toplumun en az yüzde 50’si mevcut iktidara muhalif.
Dolayısıyla onların da medyada temsili gerek, onların da sesini duyurmak,
çoğaltmak gerekir.
ARTI TV’nin önemli bazı kozları var: Bu
TV kanalı Türkiye’deki hem muhalif hem de düzgün yani bağımsız yayıncılık
geleneğinin bugünkü temsilcisi konumunda. Ayrıca kısa bir süre önce yayına
başlayan +Gerçek internet sitesindeki habercilik anlayışı ve bence esas olarak
güçlü, zengin ve çok renkli yazar/yorumcu kadrosunun desteğine sahip. Yalnız
burada önemli bir nokta, bu tür bir TV’nin yayın politikasında haber/yorum
dengesi en az yüzde 60/40 oranında olması gerekir. İzleyici, Türk egemen
medyasının önemli özelliklerinden biri olan, ‘fast-thinking product’ tabir
edilen ‘hazır ve hızlı düşünce ürünleri’, yani neredeyse hepsi iktidar yanlısı
kanaatler/yorumlar/fikriyat yerine, olaya, olguya yani kelimenin gerçek
anlamıyla habere ağırlık verilmesini talep eder. Bu açıdan bakıldığında ARTI TV
sadece kendi kadrosuyla değil, Türkiye’de ve Avrupa’da yaşayan bağımsız, uzman
tüm muhabir ve gazetecilerin de katkısını izleyiciye sunabilecek olanaklara
sahip. Başlangıç’ın ‘Büyük bir Şemsiye’den kastı, siyasi yelpazenin
genişliğinin ve çeşitliliğinin yanısıra mesleki alandaki çokrenkliliği de
içeriyor.
ARTI TV bir haber kanalı olarak, demin
sözünü ettiğim Evlilik Programları, Sabun Köpüğü diziler ya da Survivor türü
programlar, herhalde, yayınlamayacak. Ancak bu çok popüler program türlerini
de, hem siyasi, ideolojik ve kültürel olarak hem de medyatik açıdan anatomi
masasına, pardon otopsi masasına yatıracak, işin gerçek uzmanlarıyla
tartışmalar düzenleyecek. Kültür sanat alanına kitap ya da sergi tanıtım
haberlerinin ötesinde ve derininde, muhafazakar kültüre karşı özgürlükçü ve
demokratik kültür ürünlerini etraflıca inceleyecek. Spor, özellikle futbol
konusuna da aynı şekilde eğilmesi beklenir. Üstelik Türkiye’de adı sanı pek
bilinmeyen, belki de henüz sadece Yrd. Doç. düzeyinde akademik çalışmalar
yürüten bu konuların uzmanı onlarca parlak genç var.
Habercilik maalesef pahalı bir uğraş. Ne
var ki para her şeyi çözmüyor. Çözseydi NTV ya da CNN Türk gibi kanallar çok
başarılı olurdu. Habercilikte tayin edici olan, perspektiftir. Yani, olaya
nasıl, kimin açısından yaklaştığımız. İktidar güzellemesi mi kamu çıkarı mı?
Tayin edici soru bu. ARTI TV bu konuda, mevcut yönetimi ve kadrosu ile daha
baştan avantajlı ve olumlu bir konumda. Futbolda Lucescu ekolü tabir edilen,
eldeki sınırlı olanaklarla iyi sonuç yaratmaya yönelik metod, ARTI TV için de
geçerli.
ARTI TV’nin Türkiye koşulları nedeniyle,
merkezini şimdilik yurtdışında oluşturması hem olumsuz hem de olumlu imkanlar
yaratıyor. Avrupa’nın gerek demokratik ortamı, gerekse habercilik açısından
zengin olanakları iyi bir şekilde değerlendirilebilir. Olaydan, haberden uzakta
olmanın getirdiği dezavantajlar, mevcut iletişim teknolojisinin olanaklarıyla
biraz olsun bertaraf edilebileceği gibi, Türkiye’deki muhabirlerin akıllı,
‘compact’, doğru perspektifli çalışma yöntemleriyle sorun aşılabilir.
Fransa’da ‘Les Amis du Monde
Diplomatique’ (Le Monde Diplomatique’in Dostları) ya da Türkiye’de bir zamanlar
başarılı olan ‘CUMOK’ (Cumhuriyet Okur Klubü) örnekleri esas alınarak, ARTI
TV’yi, varlığını sadece sanal ortamda gösteren sıradan bir TV kanalı olmaktan
çıkarıp, yurttaşla, izleyicisiyle somut olarak toplantılarda buluşturmanın yollarını
bulmak gerekir.
Zor ama yepyeni bir girişime başlamıyor
ARTI TV. Televizyon haberciliğinin Kab’esi sayılan BBC (Önce Haber), ile Latin
Amerika’da TeleSur (Bizim Kutbumuz Güneydir!), Ortadoğu’da El Manar (Sönmeyen
Alev), hatta Al Jazeera’nın (Haber Gündemini Belirleyelim!) ilk dönemi, örnek
ya da esin kaynağı olarak alınabilir.
Dilekler ve Kapanış: Herkesin dediği
gibi, HAYIR’LI OLSUN!
Akıl almaz
baskılara ve devasa medyaya rağmen; HAYIR!
20 mart 2017 - 23:01
Eşitsiz koşullarda, polis, adliye, medya
baskısına rağmen Hayır yine de önde. Saray güç durumda. İçeride ve dışarıda
yeni provokasyonlar olası. Ama sonunda…
Ragıp DURAN
Erdoğan ve AKP, iktidara geldiği 2002
yılından bu yana, yani 15 yıldan bu yana, ilk kez bir oylama öncesinde, hem
kamuoyu yoklamalarında geride, hem de kampanyada inisyatifi rakibine kaptırmış
durumda.
Siyasi yelpazenin en sol ucundan en sağ
ucuna kadar çok geniş bir cephede, Kürtlerden Demokrat Müslümanlara,
liberallerden MHP tabanına, CHP’den AKP’nin insaflı yönetici ve seçmenlerine
kadar büyük bir çoğunluk bir araya geldi. Çok geniş, çok renkli bir Hayır bloğu
var. Kampanya, aslında siyasi bir Parti önderliği olmadan kendiliğinden neşeli
ve güçlü bir şekilde gelişiyor. Özellikle kadınlar, sonra öğrenci gençlik,
mahalle meclisleri yaratıcı ve çoşkulu bir Hayır kampanyası sürdürüyor. Üstelik
de Türkiye’nin dört bir köşesinde. İlginçtir, Erdoğan’ın bu cepheyi bölmek,
parçalamak için gerçekleştirdiği girişimler de pek etkili olmadı. Kılıçdaroğlu
da zaman zaman Erdoğan’ın değirmenine su taşıyan açıklamalar yaptıysa da,
etkisi ve inandırıcılığı olmadığı için sonuçsuz kaldı. Erdoğan, Türkiye’de Tek
Adam sultasına karşı çıkan çok farklı kesimleri zamkla birleştirdi.
- Ama siz PKK’lısınız…
- Değilim, ama olsa ne olur?
- Siz de aslında aynı AKP gibi dinci şeriatçı değil
misiniz?
- Var belki benzer yanlarımız ama, bu Erdoğan
çizmeyi aştı artık!
- MHP’liyim diyorsun ama Bahçeli’ye karşı Hayır
diyorsun?
- N’olmuş, sen CHPli olarak Kılıçdaroğlu’nun her
söylediğini destekliyor musun ki?
- Ben aslında HDP ile aynı yönde oy kullanmak
istemezdim ama Erdoğan’ı da güçlendirecek halim yok yani…
- Bak Aydınlıkçılar da Hayır diyor, utanmıyor
musun?
- Ben Aydınlık’tan sorumlu yetkili bayi değilim.
Beni ilgilendirmez kimin ne oy verdiği. Üstelik ben başkasının tutumuna
bakıp kararlaştırmıyorum ne oy vereceğimi.
Hayır cephesi içinde şimdiye kadar ciddi
bir anlaşmazlık belirtisi çıkmadı hiç. Aklı başında yurttaşlar, Hayır
cephesindeki her kesimle hemfikir olmasa da, bu anlaşmazlıkları şimdilik
buzluğa koymaktan yana. Çünkü biliyor ve anlıyor ki, iç çekişme Erdoğan’a
hizmet eder.
Erdoğan sandı ki, bu cephe kolay
bölünür, birbirlerine düşerler. Gerçekten ilk bakışta, HDP seçmeni ile MHP
seçmenini bir arada görmek pek alıştığımız bir manzara değil. Keza, CHP’yi de
anti-Kemalist solcularla aynı karede görmüyorduk şimdiye kadar.
Bu açıdan Erdoğan’ın çeşitli kesimlerde
yarattığı yüksek nefret dozuna belki de müteşekkir olmamız gerekiyor. Hayır
bloğunun farklı kesimleri, Erdoğan’dan o kadar nefret ediyor ki, diğer
karşıtlıkları ikincil sıraya düştü.
Ülke içinde ve Suriye’de Kürtlere askeri
operasyon, yurtdışında AB ülkelerine diplomatik kumpaslı provokasyonlarla,
Erdoğan, aklınca MHP tabanını Hayır’dan vazgeçirip Evet’e yöneltecekti. Bu da
tutmamışa benzer.
Son 15 yılda yapılan tüm oylama öncesi
istatistiklere/anketlere bakıldığında kararsız seçmen kitlesinin hiç bu kadar
büyük/kalabalık olmadığını gördük. Erdoğan’ın kazanmaya çalıştığı önemli bir
kesim de bu kararsızlar. Kararsız oranının bu kadar yüksek olması normal değil.
Çünkü Genel Seçim olsa, bir kesim yurttaşın seçime katılan 10-15 Parti arasında
kararsız kalması az çok anlaşılır ve kabul edilebilir bir tutum. Ancak bu kez
sadece iki seçenek var: Evet ya da Hayır. Bir önceki referandumda olduğu gibi,
sesini yükselten bir Boykot eğilimi/cephesi de yok. Üstelik, Evet ile Hayır
öyle birbirine yakın tezler önermiyor. Dolayısıyla kararsızlık için pek müsait
bir zemin yok.
Ne var ki, Hayır’cılara yönelik baskı,
sindirme, terörist ya da FETÖ’cü suçlamaları, özellikle kamu kesiminde çalışan
yurttaşları doğal olarak ürkütmüş olsa gerek. Hayırcılık bugün Türkiye’nin
belli sektörlerinde/mecralarında tehlikeli bir tercih. İşini kaybedebilirsin,
gözaltına alınabilirsin. Bu nedenle anketlerde bu kesim, soruya, ‘Evet diyeceğim’
ya da ‘Kararsızım’ diye yanıt veriyor.
Evet cenahına bakalım: Kampanya pek
sönük. Tüm devlet olanaklarına rağmen, özellikle taşrada mesela koca koca
bakanların mitinglerine bile 100-200 kişi ancak gidiyor. Onlar da zaten ya
katılmak zorunda olan bürokratlar ya da Parti teşkilatının adamları ile yanına
çekebildikleri. Valiler üst düzey bürokratlar, çoğu zaman mecburen ayrıca da 16
Nisan sonrasını pek hesaba katmadan devlet yetkilisi gibi değil parti amigosu
gibi davranıyor.
Fikir olarak, siyaseten ne Erdoğan ne de
AKP, Evet’i inandırıcı bir şekilde savunabiliyor. Zaten bakın Evet
kampanyasının içeriğine, açıktan açığa her zaman net bir şekilde Tek Adamlığı
savunamadıkları için esas olarak Hayır cephesine saldırıyor: Hayırcılar
terörist, ateist, FETÖ’cü, tembel vs… Yok efendim Almanya ile Hollanda da
Hayırcıymış! ABD zaten düşmanmış…
Devlet tüm mekanizmasıyla Evet’i
savunduğu için, Hayır bildirisi dağıtan gençleri gözaltına alabiliyor polis.
Hayır’ın kurucu babası sayılan HDP’nin eş-başkanları, milletvekilleri, ulusal
ve yerel yöneticileri hep içeride. Onlar vakti zamanında ‘Seni Başkan
Yaptırmayacağız!’ demişlerdi ya, Erdoğan intikam alıyor. Çünkü hakikaten o
seçimde Erdoğan’ı Başkan yaptırmamışlardı. Bugün de, üstelik çok daha geniş ve
zengin bir cephe ile Erdoğan’a çok açık bir mesaj veriyorlar: Biz sözümüze
sadığız… Seni bu sefer de Başkan yaptırmayacağız!
Egemen AKmedya sakin, kapsayıcı,
açıklayıcı bir kampanyanın mümkün olmadığını gördüğünde, saldırıya geçti.
Hayırcılara her tür çamur atılıyor. Evet’i savunurken yayınladıkları Erdoğan ve
AKP’nin argümanları komik bile değil:
- Havalimanını kıskandılar!
- Tek Adam Tek Adam deyip durmayın… Kılıçdaroğlu
ille de istiyorsa ikinci bir Cumhurbaşkanı da atarız!
- Bu hayırcılar tembel… Çalışmak istemedikleri için
Hayır diyorlar!
- Müslümanlığın fıtratında Hayır yoktur!
Meşruluğu yasallığı tartışmalı fonlarla
oluşturulan havuz medyasına akıtılan milyarlar pek bir işe yaramıyor. Baksanıza
anket yaptıramıyorlar, yapılan anketlerin sonuçlarını yayınlayamıyorlar.
Kanunları yönetmelikleri alel acele değiştirip, medyanın oylamada tüm taraflara
eşit davranma zorunluluğunu ortadan kaldırdılar. Bu da kâr etmedi.
Medyanın gücü de bir kez daha sınanmış
oldu. Medya, ancak toplumsal/siyasal gerçeklere uygun yayın yaptığı zaman özgün
bir güç olarak bazı değişimlerde sınırlı da olsa pay sahibi olabilir. Toplumun
çoğunluğunun iradesine karşı yalan, asparagas, ajitasyon-propaganda ile
iktidarı desteklemek mümkün olmuyor. İzvestia ile Pravda önleyebildi mi
Moskova’daki iktidarın devrilmesini?
Erdoğan ya da AKP, son 15 yılda
Parlamenter rejim nedeniyle hangi icraatının engellendiğini açıklayamıyor. Oysa
ki, Başkanlık rejimini övmek ya da bu rejimin gerekli olduğunu anlatmak ve
yurttaşları bu yönde ikna etmek için öncelikle mevcut parlamenter rejimin
çıkmazlarını, olumsuzluklarını anlatmak/teşhir etmek gerekiyor. Üstelik,
dünyadan örnekler, Başkanlık rejiminin olumsuzluğunu yeteri kadar ortaya
koymuşken… Başkanlık rejimi ile yönetilen 25 ülkeden sadece 5’inde demokrasi
mevcut!
Bu arada Azerbaycan Devlet Başkanı
Aliyev ile Kazakistan Devlet Başkanı Nazarbayev’e Hayır’a verdikleri destek
için teşekkür etmemiz gerekir.
Hayır’ın önde gitmesi, Hayırcıların özel
olarak bir çaba sarf etmemesine rağmen, Evet saflarını biraz dağıttı. Mesela
Evet cephesinde ‘Gizli Hayırcılar’ diye bir suçlama var. AKP’nin eski üst
düzey yöneticileri, ağızlarını açıp bir kez bile Evet demediler. MHP ve BBP’de
Hayırcı yerel teşkilatlar Parti’den ihraç ediliyor.
Evet’le Hayır’ın yarışı dışında AKP
zayıfladıkça içeride birbirini yiyenler artıyor. Az Reisçiler Çok Reisçilerin
yuvasını dağıtırken, orta karar Reisçiler de tedirgin Reisçilere tuzak kuruyor.
Sonuç olarak, bunca baskıya, yasağa,
yıldırmaya ve yandaş medyanın saldırılarına rağmen Hayır cephesi hala güçlü,
hala sağlam. Saray bile kamuoyu araştırmalarını yasaklamışken artık Evet’in
herhangi bir hükmü kalmamışa benzer.
Her şey bugünkü gibi giderse, ki zaman
azaldıkça Saray’ın yeni hamleleri beklenir, 17 Nisan sabahı sandıktan her şeye
rağmen Evet çıkarsa, çoğunluk, oylamanın adil, dürüst ve hilesiz yapılmadığına
inanacak.
Cami duvarları
bu aralar ıslak
26 mart 2017 - 22:14
Bu günlerde yabancı basında Erdoğan
aleyhinde onlarca haber, yorum, yazı yayınlanıyor. Batı hakikaten Türkiye
düşmanı mı? Yoksa değer ve standart uyuşmazlığı mı var? Belki de bu 3. köprü
ile 3. havalimanı Türkiye’yi zora sokuyor. Türk iktidar perspektifi Batı
medyasını nasıl okuyor?
Ragıp DURAN
Memlekette doğru dürüst haber, bilgi,
yorum, değerlendirme yayınlayabilen iki üç gazete, radyo, TV ve İnternet sitesi
kaldığı için, yabancı basının değer ve işlevi arttı. İktidar medyası, kınamak
ya da lanetlemek için yabancı medyanın Türkiye hakkındaki yazılarından zaman
zaman söz ediyor. Özet olarak, genellikle çarpıtılmış ya da kasıtlı yanlış
çevirilerle. Dil bilip bu yayınları izleyenler, meraklılar, tam metni
okuyabiliyor da, muhalefet basınında bile bu haber ve yazıların tam metnini
okumak her zaman pek mümkün değil. Bild, Blick ve Washington Post’un geçenlerde
Türkçe yayın yaptığını da ekleyelim.
Son zamanlarda ABD Kongresi, Alman
istihbaratı ve İngiliz yasama organı, 15 Temmuz Darbe Girişimi konusunda önemli
açıklamalar yaptı. TBMM’de özel olarak kurulan Komisyon ya da iktidar ile
mümtaz Türk matbuatı aradan 8 ay geçmesine rağmen 15 Temmuz’un özü ve karanlık
noktaları konusunda sessizliği korurken, yabancı kaynaklar diplomatik bir dille
de olsa önemli bilgiler ve üzerinde durulması gereken kaygıları faş etti. 21.
yüzyılda artık hiçbir gerçek uzun süre gizli tutulamıyor. Senin devletin
gizlemeye çalışsa da, başka devletler bu sırları ifşa ediyor: ‘Kardeşin duymaz,
eloğlu duyar!’
Şimdi önce yakın geçmişe bakalım: 2002-2006
dönemini hatırlayalım ya da arşivlere dalalım. O dönemde New York Times’dan Le
Monde’a, Frankfurter Allgemeine Zeitung’dan, Reuters’a, Times’dan El Pais’e
kadar Batı dünyasının önde gelen yayın organlarında tam sayfa Erdoğan ve
Türkiye haberleri, analizleri, söyleşileri çıkardı. ‘Boğaziçi’nde Sessiz
Devrim’, ‘Erdoğan dindar ve demokrat’, ‘AB yolunda Türkiye’, ‘İslami Dünyanın
yeni rol modeli’ gibi başlıklar atarlardı. Yani o zamanlar ‘Türk
düşmanlığı’ yoktu global medyada. Basın-Yayın Enformasyon Genel
Müdürlüğünün bültenlerinde sayfa sayfa tam metin çevirileri yayınlanırdı bu
övgü dolu yazıların. Şimdilerde ise, aslında başını kaşıyacak vakti olmaması
gereken Dışişleri Bakanlığı, Cumhurbaşkanlığı sözcüsü gibi davranıp Batı
medyasında çıkan Erdoğan karşıtı yazıları tekzip etmeye çalışıyor. Çok da
etkili oluyor hani…
Batı medyasının Ankara’yı övdüğü dönem
galiba Gezi’den sonra tamamen kapandı artık. Kapandığı yetmiyormuş gibi Batı
medyası artık Türkiye’de muhalefetin önemli esin kaynaklarından biri haline
gelmek üzere.
Belki ‘Batı Medyası’ diye bir genelleme
her zaman doğru olmayabilir. Çünkü tüm bu medya organları, farklı ülkelerde,
farklı siyasi-ideolojik-kültürel atmosferlerde yayın yapıyor ama yine de onları
birleştiren temel bir dizi değer ve standart mevcut. Zaten işte tam da bu
nedenle son 3-4 yıldır, adı sanı bilinen Batı medya organlarında, Erdoğan
lehine hiç bir değerlendirme-yorum yayınlanmadı.
Ben Paris’te, Londra’da, Amsterdam ve
Boston’da gazetecilik yaptım. Fransa’da (CFPJ) ve ABD’de (Harvard-Nieman) medya
okullarında tahsil gördüm. Uzun yıllar Türkiye’de yabancı basın muhabiri olarak
çalıştım. Meraklı olduğum için de global medyayı izlemeye çalışırım. ‘Türk
medyası çok kötü/Batı medyası çok iyi’ gibi anlamsız ve kaba bir tespit yapmayacağım
açık. Batı medyası tüm olumlu yanlarına rağmen, kimi zaman oryantalizm
hastalığı bazen başka ideolojik ya da teknik nedenler yüzünden Türkiye’yi
izleyip aktarırken rahatsız edici yazılara da yer vermişti.
Ne var ki, Batı kültüründen bihaber, yol
yordam ve dil bilmez, bilse de okumaz, okusa da anlamaz (çünkü önyargılı),
anlasa da kabul etmez (çünkü milli ve yerli) bir kesim var Türkiye’de. İsim
vermeyeyim ama anladınız herhalde kimlerden söz ettiğimi. Bunların bir kısmının
kartvizitinde ‘Prof.Dr’ yazar, bazısı ‘Milletvekili’, bir kaçı ‘Bakan’
(Bullshit!), aralarında çok sayıda Başdanışman var, kimisi de Köşe Yazarı hatta
Genel Yayın Yönetmeni! Ortak nitelikleri, sonradan görme iktidarperver olmak.
Global medyada ne zaman Saray’ı, AKP’yi eleştiren bir yazı çıksa,
haberin/yorumun içeriğine bakmaksızın hemen ‘Siyonist’, ‘Sömürgeci’ hatta
‘Emperyalist’ şimdilerde de ‘Nazi’ damgasını yapıştırıyor. Bu kesime
göre, Türkiye acaip gelişen, büyüyen, kalkınan bir ülkedir ve bu durum da
Batı’yı rahatsız etmektedir. Dahası, Batı bizi kıskanmaktadır. Çünkü onların ne
3. köprüsü vardır ne de 3. havaalanı. Bu arada dikkat ettiniz mi, bir süredir
Türkiye hava limanlarının iç ve dış hat yolcu salonlarında eskiye oranla
olağanüstü bir sessizlik hüküm sürüyor. Kuyruklar filan neredeyse kalkmış.
Köprüler de tenha.
Türkiye’de iflasa yaklaştıklarını
hissettikleri için cinnet geçiren bu iktidar kliği, Batı medyasının Erdoğan
rejimine yönelik eleştirilerini, milliyetçi bir perspektifle hemen ‘Türk
düşmanlığı’ olarak algılayıp yansıtıyor. Oysa ki, söz konusu eleştirilerin
yazarları arasında bile Türkiye’yi iyi bilen ve seven çok sayıda gazeteci-uzman
var. İyi gazetecilik yapmak için, ‘Görev yaptığın ülkeyi seveceksin’ diye bir
kural da yok ayrıca.
Türkiye’de görev yapmış bilahare
izlenim, düşünce ve anılarını yayınlamış iki parlak meslekdaş mesela, bu
kategorinin önemli isimleri: Le Monde’un muhabiri Jean-Pierre Thieck (Mesleki
kod adı Michel Farrère-Toprağı bol olsun) ve New York Times muhabiri Stephen
Kinzer.
Dogmatik bir şekilde Batı karşıtlığı
yapan kesim, eskimiş ve ayyuka çıkmış, Batılı ırkçıların teması olan
Haçlı/Hilal kapışmasını ön plana çıkararak, bir yandan milliyetçi bir yandan da
dinci bir söyleme sığınarak mağdurları da oynamaya çalışıyor. Oysa ki somut
duruma baktığımızda, yani mesela ekonomik göstergeler ya da insani kalkınma
endeksi incelendiğinde, bu kiralık hatta satılık kalemlerin iddialarının
tümünün yalan/yanlış olduğunu görüyoruz. Ne Türkiye kalkınıyor (Quo Vadis
Dollar?) ne de Batı, Türkiye’yi kıskanıyor. Batı, Türkiye’nin nesini kıskanacak
ki? Ay sonunu getiremeyen memurunu mu? İnşaatlarda canını yitiren
işçilerini mi? Babasından, kocasından, abisinden, başka erkeklerden fiziki ve
sembolik şiddet gören kadınlarını mı? Üniversitelerden ihraç edilen akademisyenlerini
mi? Yoksa hapisteki gazetecilerini mi? Yerle bir edilen Kürt il ve ilçelerini
mi?
Medya ile sınırlı tutayım gözlemlerimi:
Bugün Türkiye’de egemen medyada köşe yazarı, Genel Yayın Yönetmeni, gazeteci,
yazar ya da uzman filan diye geçinenlerin ezici çoğunluğu, Batı’nın ciddi bir
gazetesinde ‘Office Boy’ ya da ‘Copyboy’ (Müstahdem ya da getir-götürcü) olarak
bile istihdam edilmez.
Batı’nın önemli gazetelerine (NY Times,
Washington Post, Spiegel…vs…) ya da kamu yayıncılığı yapan radyo ve
televizyonlarına (BBC, NPR, France-İnter…vs…) baktığımızda bu kurumlar,
gazetecilik dışında sinai, mali, ticari başka işlerle uğraşmıyor. Sadece
gazetecilik/habercilik yapıyor. Kendi devletleri ya da Türk devleti ile organik
bir çıkar ilişkisi içinde değiller. Kamu ihalelerine filan girmiyorlar. İktidar
aleyhine haber yaparsam gazetem-televizyonum kapatılır, muhabirim-yazarım hapse
atılır gibi kaygıları yok. Ya da reklamlarım kesilir diye düşünmüyorlar.
Batı’da medyada her şeye rağmen ve
özellikle Türkiye ile kıyaslandığında, bugün hala ‘Editorial Independence’
tabir edilen yazı işlerinde yayın politikasının saptanmasında gazete
yönetiminin bağımsızlığı/özerkliği mevcut. Yani gazete yönetimi, kendilerine
göre haber değeri olan olguları, hükümetin, devletin, gazete dışı tüm odakların
hatta gazete sahipliğinin çıkarları ve reklam politikası ile çelişse bile,
büyük sorun çıkmadan yayınlayabiliyor. Bir eski, bir de yeni örnek:
Thatcher zamanında BBC,
Falkland/Malvinas savaşı (1982) döneminde, İngiliz ordusunun baskılarına rağmen
çatışmaları mümkün olduğunca yansız bir şekilde aktarmıştı.
Son günlerde, Fox ile bir kaç küçük
medya organı dışında, neredeyse tüm Amerikan medyası, Beyaz Saray’ın
yasaklarına rağmen, Trump’ın mülteci karşıtı ve basın özgürlüğü düşmanı
politikalarına karşı dimdik ayakta durdu.
Bizdeki robot gazeteciler ise, Saray
henüz Trump’a yönelik bir tek söz etmemiş olduğu için, soğukkanlı bir şekilde
sessizliğini koruyor. ‘Copy-paste’ butonu hizmet dışı.
Batı dünyasında gazetecilik okullarının
kalitesi ile sendikanın varlığı da, profesyonel yani bağımsız/özerk ve iyi
gazeteciliğin önemli güvenceleri.
‘Bir olay olunca önce resmi makamların
görüşünü alacaksınız’, ‘Devletin çıkarları söz konusu olduğunda haberin mutlaka
bu çıkarlara uygun olması gerekir’, ‘Atatürk İlke ve İnkılâplarını aklınızdan
çıkarmayın’, ‘Yüzde 99’u Müslüman olan memleketimizde dini geleneklere, ahlaki
ilkelere riayet esastır’ gibi safsatalar bizim bir çok İletişim Fakültesinde
ideolojik formasyonun vazgeçilmez sloganlarıdır. Gazeteci adayları, gerçeği
araştırmaya ve yazmaya değil, resmi ideoloji doğrultusunda yayın yapmaya
özendirilir. Batı’daki gazetecilik okullarında bunlar komedi malzemesi.
Bizde yüksek tepelerden gelen bir
telefonla, Ahmet ya da Ayşe işten atıldığı hatta kodese gönderildiği gibi, bir
başka telefonla Hüseyin’le Fatma da bir anda köşe yazarı olabiliyor. Bizde
Saray iktidarı kaybettiğinde, gazetecilik kimliğini anında yitirecek onlarca
insan var. Batı’da, sendikanın onayı olmadan bir gazeteciyi işten atmak da,
başka bir görev ya da makama atamak da pek mümkün değil. Son yıllarda, ekonomik
baskılar nedeniyle, Batı’da da sendikalizmin zayıfladığını üzülerek saptamak
gerek.
Türkiye’de bugün gazetecilik, çoğunlukla
yerleşik düzeni ve iktidarı savunmak ve desteklemek için icra edilen bir uğraş
haline geldi. Batı’da da bazı medya cenahlarında bu eğilim var ama orada
gazetecilik, kamuyu, insanları doğru bilgilendirip aktif birer yurttaş haline
getirebilmek amacını güdüyor hala.
Batı’da profesyonel gazetecilerin ve
bilinçli yurttaşların sayesinde, bu meslek, ciddi gazetelerde, bir dizi ilke
yani standartlara uyularak yapılıyor. Bizde ise yurttaş kesiminde medya
okur-yazarlığının yeteri kadar güçlü olmayışı, işverenlerin iktidara bağımlı
olması, medya çalışanlarının mesleki kalitesinin pek yüksek olmaması ve nihayet
sendikal örgütlenmenin güçsüz olması nedeniyle, meslek, ilke ve standartlardan
yoksun bir şekilde uygulanıyor.
Kısacası, Türkiye’deki iktidar
sahipleri, Batı medyasını bizdeki yandaş medya gibi çalışır sanıyor. Oysa ki,
Batı medyası, günlük/kısa vadeli/siyasi ya da ekonomik çıkarlar temelinde
değil, değerler ve standartlar temelinde yayıncılık yapıyor. Onların bu değer
ve standartları bugünkü Türk yönetiminin değer ve standartlarıyla tamamen
tenakuz halinde. Almanya’ya ve Hollanda’ya ‘Nazi’ diyen, gaz odalarından söz
eden, ‘Batı’da demokrasi yok’ gibi inciler saçan bir yönetimi kim ciddiye alır
ki? Şark kurnazlığı ile komplo kuran, yetkisi varmış gibi İslamiyet adına
konuşup IŞİD’le birlikte İslamophobie’yi besleyip teşvik eden bir yönetimin,
Avrupa’yı tehdit eden söylem ve şantajlarının Ankara açısından olumlu karşılık
bulması söz konusu değil.
Yandaş basın acaba neden bu aralar
yeniden darbe tehlikesinden söz etmeye başladı? 17-25 Aralık da darbe
girişimiydi değil mi?
Referandumda
Avrupa’daki Türkiyeliler
29 mart 2017 - 22:03
Evet-Hayır kamplaşması Avrupa’da
Türkiye’dekinden biraz farklı. Mesele partiler arasında tercih olmadığı için,
eski Evetçilerden kararsızlara hatta Hayırcılara kitlesel geçişler sözkonusu.
Sonuç ne olursa olsun, şimdiden 16 Nisan sonrası tasarlanıyor.
Ragıp DURAN
Artı TV’nin nöbetçi sunucusu
kimliğimle 3-4 gündür Köln’deyim. Gerek ekranda ağırladığımız konuklar gerekse
yolda lokantada rastgelip muhabbet ettiğimiz Türkiyeliler, kaçınılmaz
olarak varsa yoksa referandumu tartışıyor, konuşuyor.
- Erdoğan’ın kışkırttığı diplomatik krizler bizi
zor durumda bırakıyor…
- Nasıl?
- E biz yıllardır burada yaşıyoruz. Büyük bir
kısmımız aynı zamanda Alman vatandaşı. Bizim işimiz gücümüz burası.
Çocuklarımız burada okullara gidiyor, burada çalışıyor
- Peki…
- E şimdi bizim Alman arkadaşlarımız bize garip
garip bakmaya başladı. Çifte vatandaşlığın sona erdirilmesini isteyenler
artıyor. Bu ‘Nazi’ sözleri burada vahim sonuçlara yol açabilir.
Çifte pasaportlu bir iş adamı dertli:
– Bu Erdoğan’ın
dilini tutması gerek. Almanya bizim en büyük ticari partnerimiz. Türk sanayinin
ham maddesi, yedek parçası, lisansı, brövesi neredeyse üretim için gerekli olan
malzemenin yüzde 80’i-90’ı buradan, özel olarak Almanya’dan, genel olarak Avrupa’dan
gidiyor. Almanya, Türkiye’yi kaybederse pek etkilenmez de, Türk iş
dünyası Almanya’yı kaybederse bizim bütün sanayi çöker. Bence 16 Nisan’dan
sonra Erdoğan, tıpkı Putin ve İsrail’e yaptığı gibi, Almanlardan da özür
dilemek zorunda kalacak. Yani bir şekilde ilişkileri tamir etmek şart!
Avrupa’da son iki oylamada AKP birinci,
HDP ikinci, CHP üçüncü parti çıkmış. MHP de dördüncü.
– Son gelişmeler
sonucu, benim yakın çevremde, iş yerimde, eskiden beri AKP’ye oy veren
arkadaşların çoğu açıkçası sıkıntılı. Gözü kapalı Evet demiyorlar. Çoğu,
kararsızım diyor, az bir kısmı ise açık açık Hayır diyor. MHP’ye sempati
duyanlar, Türkiye’dekilerden farklı
– Nasıl farklı?
– Benim
tanıdığım MHPlilerin çoğunluğu Evetçi… Üstelik Devlet Bahçeli’den memnun
olmadıklarını da söylüyorlar. Artık gizli saklı da olsa Reisçi olmuş
durumdalar.
– Neden acaba?
– Galiba burada
yani Alman ırkçılarının saldırılarından çekiniyorlar. Erdoğan’ın milliyetçi
söylemleri bu kesimde etkili olmuşa benziyor. Neyse ki bu kesim öyle çok geniş,
büyük bir nufusa sahip değil…
Hayırcılar cephesindeki duruma gelince,
Türkiye’den farklı olarak ‘Biz burada Türk ya da Alman makamlarından herhangi
bir baskı filan görmüyoruz. Burası demokratik bir ülke. Kimse kimsenin siyasi
tercihlerine öyle gözaltıyla, hakaretle, baskıyla karşılık vermiyor.’ Görüşü
yaygın.
Hayırcıların bir başka kazancı da şu:
– Bu kez parti
seçimi olmadığı için çok geniş bir cephe kendiliğinden kuruldu. Kürtlerden
Alevilere, CHPlilerden demokrat Müslümanlara ve tabi ki solun bütün renkleri
Hayır cephesinde. Kendi aramızda gayet iyi anlaşıyoruz. Kimi AKPli ve
MHPlilerle bile çok güzel sohbetler, dahası ortak işler yaptık. İlginçtir bu
Hayır kampanyası sayesinde, şimdiye kadar Türkiye politikasıyla ilgilenmeyen çok
sayıda insan, bilhassa gençler, bu sefer aktif bir şekilde kampanyaya
katılıyor. Politize oldular. Bir nokta daha: Biz şimdiden 16 Nisan sonrası için
de siyaset geliştirmeye başladık. Bu Hayır koalisyonunu, herhangi bir partinin
resmi önderliği olmadan sürdürmeyi planlıyoruz.
Tahminler, beklentiler…
AKP cenahında, Hayırcıların çoşkusu,
heyecanı ve fedakar çalışması yok. Partiler bazında AKP Avrupa’da en çok oy
alan Parti ama bu sefer, Parti yok, Evet-Hayır var. E AKP ile MHP’nin oylarını
toplasan bile, Avrupa’da ve galiba Türkiye’de de CHP-HDP ile MHP tabanının
oylarından az. Dolayısıyla bu sefer Avrupa’dan Hayır’ın önde çıkma
ihtimali yüksek.
Kutuplaşma, konuştuğum neredeyse
herkesin en büyük sıkıntısı.
– Evetçi Hayırcı
diye bölünmek hoş değil… Zaten Türk-Kürt diye, dindar-laik diye, yok efendim
Sünni-Alevi diye ayrıştırma çabaları var.
– Evet ama bu
işleri Erdoğan körüklüyor…
– Paris’te amcam
var. Bana dün dedi ki: ‘‘Artık yeni tanıdığım bir Fransızla konuşurken, ‘Ben
Türküm ama Erdoğancı değilim’ diyorum’’.
Avrupa’da oy verme işlemi, her zaman çok
da ‘nötr’ olmayan mekanlarda yapılsa da, Türk resmi makamları bu kez seçmenler
için bir dizi kolaylık sağlamış. Mesela oy kullanma süresi 15 gün. Üstelik,
yurtdışında yaşayan ve kayıtlı seçmenler, sadece kayıtlı oldukları illerde
değil, yurtdışındaki herhangi bir sandıkta oy kullanabiliyorlar. Resmi talimat
uyarınca konsolosluklar, Cumartesi Pazar ve hafta içi günlerde gece geç
saatlerde açık tutulacak.
Genel siyasi ortam, yerel nedenler ve
başka sebeplerle bu kez katılımın yüksek olması öngörülüyor. Sandık güvenliği
konusunda ise Avrupa’daki Türkiyeli seçmenlerin hepsinin gönlü pek ferah değil.
– Biz sabah gidip
oyumuzu kullandık. Ama gece o oy sandıkları nerede nasıl korunuyor bilmiyoruz!
Amatör Bir
Anchorman’in notları…
03 nisan 2017 - 22:01
Göğsünde mikrofon, kulağında kulaklık,
apaydınlık stüdyoda kameraların karşısındasın: ‘Hocam, kamera ikideyiz, şimdi
telefon konuğunu alıyoruz…’. 6 günlük haber sunuculuğu macerasından kareler…
Ragıp DURAN
27 Mart- 1 Nisan haftasında, Artı Gerçek internet sitesinin kardeş kuruluşu Artı TV’de, 6 gün boyunca akşam ana haber bülteninde Nöbetçi
Sunuculuk yaptım.
Meslek hayatımın çok büyük bir bölümü
yazılı basında geçti, yaklaşık dört yıl Londra’da BBC’de radyoculuk yapmıştım.
Istanbul’da IMC TV’nin kuruluş çalışmalarına katılmıştım. Televizyon
haberciliği konusunda teorik bilgim biraz vardı ama televizyon haber sunuculuğu
konusunda hiçbir pratiğim, tecrübem yoktu.
Büyük fedakarlık ve olağanüstü emekle
çok kısa süre içinde kurulmuş olan Artı TV ile dayanışma kampanyası
çerçevesinde girdim stüdyoya geçtim kameraların karşısına!
Bir kere gördüm ve anladım ki,
televizyonculuk, yazılı basın ve radyo haberciliğine kıyasla çok daha zor ve
karmaşık bir uğraş. Çünkü çok daha fazla aktör ve boyut işin içine giriyor,
teknolojik kısıtlamalar var ve mutlaka çok kolektif çalışmak gerekiyor.
Artı TV’de, çoğu televizyonculuğa yeni
başlamış ama parlak, çalışkan genç arkadaşlar var. Birbirlerini bile henüz yeni
tanıyorlar. Ama yöneticileri ve tecrübeli birkaç televizyoncu sayesinde, 17
Mart’ta başlayan test yayınlarda pişiyorlar.
Stüdyoda kameraların karşısına
geçtiğinizde, göğsünüzde mikrofon, kulağınızda kulaklık olunca, daha önce
yaptığınız hazırlıklar da iyi gitmişse, rejiye güveniyorsunuz ve yayın su gibi
akıp gidiyor. Telaşa, heyecana, paniğe gerek yok. Telefon bağlantıları ya da
stüdyo konukları konusunda, teknik sorun çıkmazsa, muhatabınız da zamanı iyi
ayarlayıp, söyleyeceğini iyi bir şekilde söylüyorsa haber bülteni
zenginleşiyor.
Geçmişte, haber sunucuları konusunda,
ABD’de Walter Cronkite, Fransa’da Joseph Pasteur ve PPDA, İngiltere’de Sir
Alastair Burnet ve Türkiye’de Mesut Mercan, Jülide Gülizar, Ali Kırca, Banu
Güven gibi rol modelleri hatırlıyorum. Onları çeşitli vesilelerle derslerimde,
yazılarımda anmıştım. Bu anchorman ve anchorwoman’ların çalışma koşulları,
stilleri, başarıları, özellikleri konusunda bir belleğim vardı. Ama iş teoriyle
olmuyor. Geçen hafta en çok, 1983-87 döneminde BBC Türkçe Servisinde kazandığım
tecrübe yardımcı oldu. Haber bülteninin hazırlanışı, lead-in ve lead-out’lar
(TV’de ‘Kam Spiker’ denen haberin girişi ve çıkışı) dublaj, reji ile
birlikte çalışma aşamalarında daha rahat hissettim kendimi.
Artı TV’nin bir ihtimal dışarıdan
görünmeyen, bilinmeyen çok önemli bir özelliği var: Bu kanalda çalışan herkes
idealist, solcu, nazik, saygılı ve kendisini iyi yetiştirmeye adamış gençler.
Hepsi ‘Biz bu televizyonu çok seviyoruz’ diyor. Kendi aralarında çok güzel bir
dayanışma, yardımlaşma var. Artı TV’de anlamsız, yıldızlaşma rekabeti yok. Oysa
bizim TV kanallarında herkes birbirinin gözünü oymaya, koltuğunu elinden almaya
çalışır. Artı TV’de ise koltuk zaten yok, hiyerarşi çok gevşek, herkes
neredeyse her işi yapıyor. Mesela bir editör arkadaş, Perşembe günü, ‘Hocam
ekranda masadaki bardakların altındaki beyaz peçeteler güzel görünmüyor. Ne
yapalım? Ben bardakaltı almayı düşünüyorum ne dersiniz?’ diye sordu. En
tecrübeli arkadaşa, dekorla ilgilenen arkadaşa, renk ve estetik konusunda
tercihini sorup onun söyledikleri doğrultusunda bardakaltı alınabileceğini
söyledim. Baktım Cuma günü, o arkadaş kendi cebinden, gitmiş dükkandan en
uygun, en güzel bardakaltını almış. Şimdi Türkiye’de hangi kanalda kim böyle
bir şey yapar?
‘En iyi gazeteci, -yazılı basın, radyo,
TV ya da İnternet’de-, adres defteri en kalın olan gazetecidir’ derler.
Yani gazetecinin çevresi, network’ü geniş olmalı. Artı TV’de başta Celal
Başlangıç olmak üzere, 30-40 yıllık güven verici gazeteciliğin meyvesi olan
geniş/zengin bir adres listesi var. Herhangi bir konuda o konunun uzmanına
hemen ulaşılıyor. Ya da stüdyo konuğu olarak davet ediliyor. Mesela sadece ben,
Cuma ve Cumartesi günleri, aralarında bir CHP Genel Başkanı yardımcısı, bir HDP
milletvekili, bir Avusturya milletvekili, iki yerel siyasetçi ve en az üç
önemli yazar olmak üzere birçok şahsiyeti stüdyo konuğu olarak ağırladım ya da
telefonla bağlandım.
Bizim Diyarbakır’dan Bingöl’den
Çanakkale’den Kadıköy’den tanıdıklarımız, eşimiz-dostumuz, henüz 1 saniye bile
reklam yapmamışken, Artı TV’yi uydudan ya da İnternet’ten izlediklerini
söyledi: ‘Türkiye’de izlenecek başka kanal yok ki!’.
Oysa ki Artı TV henüz test yayında.
Saymaya kalksam o kadar çok eksiği var ki… Ama 16 Nisan referandumu önce sesi
çıkamayanlara mikrofon uzatalım, ekranları açalım demek zorunda kaldığımız
için, uzun, ayrıntılı, derin bir hazırlık yapamadan test yayına başlamak
mecburiyetinde kaldık.
Artı TV kendisini esas olarak iyi
haberciliğe, iyi gazeteciliğe adamış bir kanal. ’Biz herhangi bir siyasi kutbun
yayın organı değiliz, sadece Hayır cephesinin sözcüsü de değiliz. 16 Nisan’dan
sonra da Doğru Haber/ Zengin Yorum şiarı ile yola devam edeceğiz.’ Önemli bir
saptama.
Artı Gerçek sitesi, ‘Büyük bir Şemsiye’
olarak yayına başladı. Demokrat Müslümanlardan Solculara, Liberallerden
Sosyal-demokratlara, Kürtlerden Ermenilere… Barış ve demokrasi yanlısı herkesin
haber ve yorum sitesi olmaya soyundu. Artı TV de aynı yolda…
Başkası olsa saatlerce reklamını
yapardı, Artı TV’deki arkadaşlar ise, anladığım kadarıyla bir taraftan
tevazudan bir taraftan da işten başlarını kaşıyacak zamanları olmadığı için pek
yansıtmadılar: Kanala her gün en az bir yabancı TV kanalı, radyocu ya da yazılı
basın mensubu gelip yöneticilerle, çalışanlarla söyleşiler yapıp sonra da haber
yayınlıyorlar. Danimarka devlet kanalı bile gelmiş. Ben bile 6 günde iki
televizyon bir radyo istasyonu bir de İnternet sitesi ile görüştüm. Avrupalı
meslekdaşlar, Türkiye’deki düşünce, ifade ve basın özgürlüğü ile yakından
ilgileniyor. Hepsi de Erdoğan’a hayran!
Artı TV yeni, önemli, değerli bir
girişim. Daha çok eksiği var. Önünde uzun bir yol görünüyor. Zaman içinde
eksikliklerini giderecek. Türkiye’de yurttaşların haber alma hakkını, bilgi ve
zengin yoruma ulaşma hakkını sağlamaya çalışacak. Tüm iktidar odaklarına eşit
uzaklıkta duracak. Tüm muhalefet odaklarının görüşlerini yansıtacak. İktidarın,
egemenlerin, güçlülerin, zenginlerin değil mülksüzlerin, ezilenlerin, sessizlerin,
yoksulların, dışlananların sesi olmaya çalışacak.
Yolu açık olsun…
Birey-Sürü /
İsyan-Biat
05 nisan 2017 - 22:01
Muasır medeniyet nedir? Bilen var mı?
Kendini çobana benzetip, rakibine ‘İki keçiyi güdemezsin’ diyen bir yönetici
var. ‘Yersen’ diye cevap veren Başbakanın, ‘Bullshit’ diye konuşan
Hariciye Bakanın varsa… Daha da vahimi, kefen giyinip havaalanına lider karşılamaya
gidenlerle, liderin mabadında kıl olmak isteğini haykıranlar… Heil…!
Ragıp DURAN
16 Nisan referandumu, her ne kadar
Cumhuriyet tarihinin herhalde en önemli dönemeci olarak kayda geçecekse de,
Erdoğan, AKP, Kılıçdaroğlu, yandaş medya filan… bunların hepsi fani, yani
geçici ve yüzeysel olgular, kavramlar.
Aslında 1071’den bu yana geçiş dönemi
yaşıyoruz ya da yaşamaya çalışıyoruz da bir türlü geçemiyoruz. Belki de 1923’de
bir basamak atladık ama yine de geçemedik. Nereye geçmek istediğimiz de meçhul.
Ya da herkes aynı mekana geçmek niyetinde değil.
Orta Asya’dan Batı’ya doğru, sel
felaketi, elektrik kesintisi, emlak fiyatlarının artması gibi nedenlerle göçmek
zorunda kalan ecdadımız, at sırtında bir elinde kılıç, dıgıdık dıgıdık buralara
hatta Viyana’ya kadar gelmişti. Ne var ki Ece Ayhan’ın dediği gibi bir türlü
attan inemediler. (Biri düştü de öyle inmiş oldu). Bir türlü fetih, talan,
yağma hastalığından kurtulamadı. ‘Bak indir o bayrağı, yoksa oraya
gelirsem fena yaparım haa!’.
Yakın zamana kadar Kayseri Erciyes
Üniversitesinde anlı şanlı bir profesör grubu vardı, ‘Kürt Türkleri‘
diye bir alt kavim icad etmişlerdi. Neymiş, Orhun Yazıtlarının birinde ‘Ben
Kürt Beyi…‘ yazıyormuş. Bir teori kurup kitaplar bile yayınlamışlardı.
Kürtlerin özü Orta Asya Türkleriymiş… O Orhun Yazıtlarındaki ibare doğruysa,
1990’larda bir Kürt turist yazmıştır belki de… Tarihe katkı olsun diye.
Farkında değiller. Siz steplerde at
koştururken, yerliler Hewler’de (Erbil) belki de dünya tarihinin ilk kentini
kurmuşlardı. Kentsel dönüşüm merakı buna bir tepki olmasın?
Herkesin tarihi kendine… Toplum dediğin
bireylerin toplamından oluşmuyor. Egemen her yere damgasını vuruyor.
Azınlık-çoğunluk dinlemiyor.
Ben de ilk kez, Mekteb-i
Sultani’de 7. ya da 8. sınıfta André Gide’in bir romanında geçen
ünlü ‘Familles je vous hais!‘ (Anneler-Babalar, sizden nefret ediyorum!)
cümlesini okuyup anlamaya çalıştığımda biraz affalamıştım. Çünkü temiz aile
çocuğu, orta-üst sınıf bürokratın oğlu, annesini babasını amcasını halasını
severdi. Ne bu nefret? Neden? Nasıl?
Çok sonraları yine Ece Ayhan bir
söyleşide şöyle demişti: “Öğretmenleri sevmem. Çocukları sınıfta
bırakırlar. Düzenle şu ya da bu şekilde uyuşmadır bu” . Gide’in ailesinden
ve Ayhan’ın öğretmenlerinden sonra Ayhan bir de babaları özel olarak
çıkarmıştı meşum sahneye:
“Gerçeklikte, ‘baba’lar, ‘baba’
kavramı sonunda öldürülmek içindir de… Ben bugün 1985’de kursaydım şöyle
kurardım o dizeyi: ‘Babalar babalıktan sessizce çekilmesini bilmelidir abiler”.
Zaman geçtikçe kavramların içi doluyordu
belleğimde, zihnimde. Lise son sınıfta (1973), ben maalesef yetişemedim, emekli
olmuştu galiba, felsefe hocası Père Dubois idi. Adam Vatikan’ın Türkiye’deki en
üst rütbeli yetkilisi. Ayin filan yönetiyor. Papazların papazı konumunda. İlk
derse girdiğinde, ilk söylediği ‘Eğer Tanrı varsa…‘ cümlesi olurmuş.
Büyüklerimiz anlatırdı. Öğrencilerinden Prof. Niyazi Öktem’in Dubois kitabında
da ayrıntısı vardır. Takma adı ‘Allahsız Papaz’ idi.
Aile, baba, Tanrı derken, 1974’den
itibaren Fransa’da üniversite öğrencisi olarak Léo Ferré, Georges Brassens,
Jacques Brel, Renaud gibi anarşist/anarşizan şarkıcıların chansonlarından çok
şey öğrendim. (Ey Göklerdeki Tanrı Baba/Biz burada iyiyiz/Sen de orada kal!
François Villon). Bunların üstüne bir de Foucault cilası çekince, bir sürü
olgu, kelime ve kavram daha net anlaşılır oldu: İktidar kötüdür!
Evet bizde de Şeyh Bedrettin, Kaygusuz
Abdal, Pir Sultan vardır da, Fransa’da 1789, 1791, 1830, 1848, 1871 ve nihayet
1968’de neler olup bittiğini okuyup az çok öğrenince, başka bir sürü şey
yaşayıp anlayınca, birey nedir koyun nedir farkını görüyor insan:
Koyun biat eder, birey isyan eder.
Söylemin
nezaketine ve tiynetine bakın!
10 nisan 2017 - 00:16
İktidarın Titanic’inden son karelere
benziyor manzara. Üstelik orkestra filan da yok…Panik, kızgınlık, hışım,
hakaret… Eski dostlar düşman olmuş.
TARİHE UTANÇ DİYE GEÇECEK İKİ ADAM
Başlığının altında
‘Her şey bittiğinde düşmanlarımızın yaptığı değil sizin sessizliğiniz
hatırlanacak’
spotu var. Fotografta eski Cumhurbaşkanı Abdullah Gül ve eski Başbakan Ahmet Davutoğlu mevcut.
spotu var. Fotografta eski Cumhurbaşkanı Abdullah Gül ve eski Başbakan Ahmet Davutoğlu mevcut.
‘İslamcı eziklerin, AKP’li fırıldakların, Asuman’ların, Siyaset
hırsızlarının’
FİKİR KEVAŞELERİNE BENZEME SORUNU
Başlığı altında Karar gazetesinden altı yazarın fotoğrafları var:
Mustafa Karaalioğlu, Mehmet Ocaktan, EtyenMahçupyan, Yusuf Ziya Cömert,
Prof. Mensur Akgün ve Hakan Albayrak. Asuman’ı çıkaramadım!
Bir başka manşet:
BU KİBİR SENİ BİTİRDİ ZANGOÇ KILIKLI FİLOZOF!
AltındaYeni Şafak yazarı Yusuf Kaplan’ın bir fotoğrafı var. Yanında da
Bakan Çağatay Kılıç.
Anadolu Ajansı eski Genel Müdürü Kemal Öztürk’ün fotoğrafının altbaşlığı
şöyle:
KOLTUK YOKSA ‘EVET’İ SİZE HARAM EDERİM
Bir başka üst başlık:
Müstemleke kafalı fırıldaklar
UŞAKLIĞI ABARTTILAR
Başlığı altında Mehmet Ocaktan ile Kabataşlı Elif Çakır’ın fotoğraflarına
yer verilmiş.
Bunları bir internet sitesinde gördüm. İlk başta iktidar karşıtı bir site sanıyorsunuz. Sitenin sahibi ve yöneticilerini açıklayan bir künye yok. Biraz ‘Sözcü’, biraz ‘OdaTv’ uslubunda çoğu zaman hakarethamis saldırılar var adı geçen kişilere. Sitede övgü alan yazarlar da var: Haşmet Babaoğlu, Hilal Kaplan, Cem Küçük, Salih Tuna…
Bunları bir internet sitesinde gördüm. İlk başta iktidar karşıtı bir site sanıyorsunuz. Sitenin sahibi ve yöneticilerini açıklayan bir künye yok. Biraz ‘Sözcü’, biraz ‘OdaTv’ uslubunda çoğu zaman hakarethamis saldırılar var adı geçen kişilere. Sitede övgü alan yazarlar da var: Haşmet Babaoğlu, Hilal Kaplan, Cem Küçük, Salih Tuna…
Kendi çaplarında mizah da yapmışlar: Mesela Abdullah Gül’e ‘Gülizabeth’
diyorlar. Bülent Arınç ise ‘Manisalı Lawrence’!
Bu sitenin saldırı yelpazesi çok geniş: Gül ve Davutoğlu’nun yanısıra,
Karar gazetesi yazarlarından başka, Nevzat Çiçek, Çirkef Taşkoyan kod adlı
Ahmet Taşgetiren, Yıldıray Oğur...vs… Bu arada salvolardan Soner Yaçın’la Aslı
Aydıntaşbaş da hissesini almış. Onları da iktidara yakın kesimden görüyorlar
anlaşılan.
İktidar partisi ve Saray içinde çatlaklar, kırılmalar, iç kapışmalar
olduğunu biliyorduk. Beştepe kaynaklı ‘acaip ilişkiler’, ‘Fişi çektim’, ya da
‘Biz AKPli değiliz Reisçiyiz’ şeklinde ibareler dolaşıyordu etrafta. Bu doğal
bir gelişme. Hele iktidar zayıfladıkça, pot kırdıkça, sorunları çözemedikçe,
çuvalladıkça, yukarıdakiler birbirlerini suçlamaya ağırlık verecek. Sonra
gemiyi yavaş yavaş ya da çok hızlı bir şekilde terkedecekler…
Ne var ki, ben Maocu ekolden geldiğim için, bizim eskiden ‘Halk içindeki
çelişkiler’ dediğimiz ihtilafların bu denli saldırgan bir uslupla ele
alındığını görmemiştim. Bu da doğal. Çünkü söz konusu olan ‘Halk içindeki
çelişki’ filan değil, düpedüz iktidar içi çelişkiler, çıkar çatışması. Yani biz
uzaktan baktığımızda, kolayca ‘Yiyin birbirinizi’ diyebileceğimiz kıvamda bir
ihtilaf dizisi.
Ayrıntılara girince anlıyoruz ki, mesele basit bir Erdoğan-Gül ya da
Erdoğan-Davutoğlu anlaşmazlığı değil. Eleştiriye tahammülü olmayan mutlak iktidarperverlerle
hafif farklı düşünenlerin bir çatışması sanki.
Çatışmanın şiddeti, benimsenen usluptan anlıyoruz ki, pek yoğun ve derin.
Bu durum aslında, o kesimde, sona yaklaşıldığının açık bir işareti. Baksanıza,
‘Her şey bittiğinde…’ gibi bir ibare bile kullanıyorlar.
Saray açısından en tehlikeli resmi düşman FETÖ. Çünkü eski müttefikleri.
Ortak geçmişlerinin girdisini-çıktısını biliyorlar. Kirli işlerin bir kısmını
17-25 Aralık’ta ortaya dökmüşlerdi.
Saray’ın en çok çekindiği ikinci bir kesim de, işte bu internet sitesinin
mağdurları. Çünkü onlar da daha yakın zamana kadar iktidarın bir parçası
idiler. Yani kendi içlerinden çıktılar. Dolayısıyla eski dönemin suç ortakları,
bugün ise eski suçları teşhir edebilecek bir grup konumunda.
‘Tek Adamlığın sonu Yalnız Adamlıktır’ ilkesi herhalde bunlar için de
geçerli olacak. Çünkü bunlar herkesten yüzde 100 biat istiyor ve en küçük hatta
fuzuli bir tafsilatta bile herkesin kendileri gibi düşünmelerini ve tavır
takınmalarını talep ediyor. Öyle davranmayanları mitralyöz ateşine tutuyorlar.
Böyle giderse, bir gün cenk sahsında tek başına kalacaklar.
Tek Adam uzunca bir zamandır kendi içindetutarlı olmayı terketti. Bir gün
söylediğini ertesi gün tekzip ediyor. Bir gün arslan gibi kükrüyor, ertesi gün
aynı muhatabı karşısında süt dökmüş kedi…Dolayısıyla yüzde yüz biatçıların işi
de zor.
Bir de bunlar terbiyesiz. Bu da doğal. İktidar söylemi, tepeden bakan, küstah bir söylem olur genellikle. Hele bizim buralarda.
Bir de bunlar terbiyesiz. Bu da doğal. İktidar söylemi, tepeden bakan, küstah bir söylem olur genellikle. Hele bizim buralarda.
Yakın bir zamana kadar aynı gazetede çalışan, aynı iktidara/partiye/ideale
hizmet eden insanlar bugün eski arkadaşlarına ‘Kevaşe’, ‘Fırıldak’, ‘Zangoç’,
‘İslamcı Ezik’, ‘Gevşek ağızlı terbiyesiz’, ‘Çirkef’, ‘Uşak’…diye hakaret
ediyor. Eski Cumhurbaşkanı,Gülizabeth, ‘Parti’nin ağabeyisi, vicdanı’ Bülent
Arınç, ‘Lawrence’oluyor.
Bir-iki küçük çıkış dışında, hakaret ve saldırıyauğrayan kesimin
tepkilerine pek rastlayamadım. Onlar şimdilik ya alttan alıyor ya da bu
saldırıları kaale almıyor. Doğru tutum… Ayrıca, açıktan kavga, her iki kesimin
ortaklaşa savunduğu değerlere/politikalara zarar verir, diye düşünüyorlardır
belki de. Ancak, bugün hakarete uğrayanlar yarın iktidara ortak olursa, bu
saldırganların burunlarından fitil fitil getireceklerinden eminim. Tabi, dünün
saldırganları hala insan içine çıkabilecek durumda iseler… Mesele artık ufak
tefek ayrıntılar boyutunu çoktan aşmış durumda.
Baksanıza açık açık ‘düşmanlarımız’ diyorlar.
Geçmişte ve normal koşullarda bir araya gelmesi sözkonusu olmayan
HDPlilerle MHP tabanı, anti-Kemalist solcularla CHPliler, liberallerle demokrat
Müslümanlar HAYIR cephesinde çok hoş ve uyumlu bir şekilde bir araya gelip,
renkli, yaratıcı, eğlendirici bir kampanya yaptı.Thankyou Erdoğan! Saray, ilk
başta bu cephenin bu kadar farklı unsurlardan oluşmasını fırsat bilerek, bloğu
parçalayabileceğine inanmıştı, HAYIR cephesine fitne sokabileceğini sanıyordu.
Denediler, olmadı. Mesela HAYIR cenahında ‘Gizli Evetçiler’ diye bir kavram
bile yok. EVETcephesine bakıyoruz, o oooo…’Gizli Hayırcı’lardan geçilmiyor.
HAYIR’ın önemli kozlarından biri de bu!
Yorumlar