Ana içeriğe atla

Çok şey kaybettik, bu da kazanılacak çok şey var demektir! (*)



·     Gazetecilik/habercilik sadece Türkiye’de değil bütün dünyada tanım, nitelik ve işlev değiştiriyor. Yalnız burada hukuk, etik, sağlam bir kültürel altyapı özellikle de demokrasi yani  bağımsızlık ve özgürlük ile muhalefet geleneği olmadığı için durum vahim… Önce zaman sürecine sonra da mekan farklılıklarına bakalım.

Neleri kaybettiğimizi görebilmek için iki kıstas olsa gerek: Mesleğin geçmişi (Zaman) ve mesleğin dünyadaki durumu/konumu (Mekan). Kıyaslama en iyi açıklama yöntemlerinden biri. Önemli bir mesele de, bu “kaybettiklerimizin” neden, nasıl ve kimler tarafından kaybettirildiği. Kuşkusuz bu süreçte, kendimizin rolünü yani eksiklik, ihmal ve hatalarımızı da gündeme getirmemiz lazım. Abartmadan, küçümsemeden özeleştiri.

Eskiden neydi? Bugün ne?

Önce zamanda kısa bir yolculuk: Canlı bir varlık için hava ne ise, gazetecilik için bağımsızlık da o. Ot, böcek, hayvan ya da insan havasız kalınca ölüyor. Gazeteci bağımsız olmayınca gazeteci olmaktan çıkıyor. Reklamcı, halkla ilişkiler danışmanı, ajitasyon memuru ya da propaganda çavuşu oluyor. Bunların hepsi ayrı meslekler. Gazeteciliğe benzer hatta ortak yanları var, ama hiç biri gazetecilik değil. Hatta hepsi gazeteciliği zehirliyor.

1831, Türkiye’de matbuat/basın/medyanın doğum tarihi. Sezaryenle gerçekleştirilen bu doğum sonucunda “malforme” bir bebek dünyaya geldi. Çünkü, Batı’da ilk gazeteyi ticaret burjuvazisi, kendi çıkarları için yayımlamaya başlamıştı.
Bizde ise, Saray, 2. Mahmut döneminde, açık seçik ilan ettiği üzere, kendi çıkarları için gazete yayınlamaya başladı. Bizim ilk meslek büyüklerimiz, Saray’ın kadrolu memurlarıydı. Bu memurlar, yazar, çizer kadrosundan gazeteye alındı. Bugün bu gelenek büyük ölçüde hala devam ediyor. İsimler ve mekanizma biraz değişti. Ama egemen medyanın mülkiyet yapısı yine Saray’a bağlı. Bu medyanın çalışanları doğrudan Saray’ın bordrosunda yer almasa da, siyasi ve ideolojik olarak Saray’ın safında. Dolayısıyla bağımsız değiller. Mali olarak, siyasi olarak, ideolojik olarak ve mesleki olarak bağımsız değil bugünkü egemen medya ve çalışanları. Ümit Alan’ın kitabı bu eski/yeni ilişkisini somut örneklerle iyi açıklıyor. (Bkz: Saray’dan Saray’a Türkiye’de Gazetecilik Masalı. Can Yayınları,
Istanbul, 2015, 336 s.)

Geçmişe yönelik bu saptama ile bugün belki bir şey kaybetmediğimiz ortaya çıkıyor ama mesleğin doğasına ters olan bu bağımlılığın sürmesi başlı başına bir kayıp.

Kayıp envanteri maalesef çok uzun ve çok zengin. Bir kere, Türkiye tarihinin hiçbir döneminde, bu kadar kısa sürede, üstelik hukuki geçerliği çok tartışmalı olan Olağanüstü Hal döneminde çıkarılan Kanun Hükmündeki Kararnamelerle bu kadar çok sayıda gazete, dergi, radyo ve televizyon kanalı yasaklanıp kapatılmamıştı. Tabi, medya organını yasaklamakla onun ruhunu, yayın politikasını, içerik ve yaklaşımlarını olduğu gibi ortadan kaldırmak mümkün değil. Yine de, yüzbinlerce belki de milyonlarca yurttaşı bilgilendiren yüzlerce medya organını, eski ismiyle de olsa, şimdilik kaybettik. Kurumların, şirketlerin kapatılması binlerce gazetecinin ve çalışanın işini kaybetmesi anlamına geliyor. Bu meslektaşlarımız, aileleri ile birlikte önemli bir kitleyi temsil ediyor. Mağdur ve haklı olarak öfkeliler. Üstelik,  kısa sürede yeniden işe başlama ihtimal ve umutları da zayıf.

İşin bu maddi yönünün yanı sıra, belki kendilerinde değil ama çevrelerinde mesleğe karşı olumsuz bir önyargının oluşması da muhtemel: “O kadar mektep okudun, sonra öyle çok da fazla  tirajı/reytingi olmayan bir yere gidip çalıştın. Pat diye kapattılar, işsiz kaldın, yeniden işe başlayabileceğin diğer gazete/dergi/radyo ve televizyonları da kapattılar. Kaldın mı ortada?” İşin belki de daha olumsuz yanı şu: Konuyu pek iyi bilmeyenler, çok çeşitli nedenlerle (Dini, siyasi, ideolojik, menfaat...) iktidar yanlısı bir yaklaşıma sahip ise, egemen medyada çalışıp “çok para kazanan ve çok meşhur olan” gazeteci görünümlü propagandacılara bakıp, işsiz kalan tanıdığına “E sen de onların dümen suyuna gitseydin bunlar başınıza gelmezdi” türden nasihatlerde bulunma riski… Çünkü artık bu memlekette gazetecilik, Reis’i övmek, her türlü muhalefete ille de karşı çıkmak olarak anlaşılıyor.

Geçmişte, Atatürk döneminde, 12 Mart ya da 12 Eylül’de de, basına yönelik yine yoğun baskılar vardı. Hatta bir dönem, özellikle Kürt bölgelerinde, meslektaşlarımız “faili meçhul” adı verilen (Ki Kürtler, bu cinayetlere ‘Faili meşhur’ der) güpegündüz sokak ortasında vurulup öldürülüyordu. 1831’den belki 80’lere kadar olan dönem ile bugünkü mevcut durum karşılaştırıldığında, medya mülkiyeti, sansür, otosansür, iktidar taraftarlığı alan ve konularında, hiç bugünkü kadar olumsuzluk yaşanmamıştı. Mesela, eskiden de sağcı/solcu yazarlar
arasında, muhafazakar/ilerici kalemler arasında, izlemesi/okuması zevkli, üst düzey polemik sayılabilecek atışmalar olmuştu. Ama o zamanlar, bir gazetecinin, hemfikir olmadığı refikini savcıya, polise ihbar ettiği görülmemişti. Keza, eski dönemlerde de gazetecilerin mesleki nedenlerle hapse atıldığı, gazetecilerin işten atıldığı, gazetelerin kapatıldığı günler yaşanmıştı. Bu olumsuzlukları alenen, yazıyla-çiziyle destekleyen hatta teşvik eden gazeteci olmamıştı o zamanlar.
Dolayısıyla Reis yüzünden mesleki dayanışmayı da kaybettik büyük ölçüde.

Bunu tekzip etmek için haber nöbetleri tuttuk. Cumhuriyet ile dayanışmaya girdik. Aynı yoğunluğu IMC kapatıldığında gösteremesek bile… Yine geçmişle bugün kıyaslandığında, Adliye binaları ile cezaevlerinin önü ve içi yeteri kadar bilgi veriyor bize. Türkiye basın tarihinin hiçbir döneminde bu kadar çok sayıda gazeteci soruşturma ve koğuşturmaya uğramadı. Keza hiçbir dönemde bu kadar çok sayıda gazeteci tutuklu ya da hükümlü olarak cezaevlerini doldurmadı.

Hukuk yerini siyasete, yani hak yerini güce bırakınca, adaleti de kaybettik demektir.

Baskı çapsızlığı teşvik ediyor

Kaybettiğimiz önemli özelliklerden biri de bence, kültürel düzeyle birlikte ahlaki ve vicdani parametrelerin erimesiyle ortaya çıkan kalitesizlik/düzeysizlik. Bu bağlamda, bugün siyasi iktidarın söylemlerine giderek egemen olan kabadayı ağzı, kaçınılmaz olarak medyadaki destekçileri tarafından da anında benimseniyor. İşimiz isimlerle değil, tutumlarla, karakterlerle ve yazılarla ama… 1950’lerin 60’ların iyi eğitim görmüş, kültürlü, şık, beyefendi/hanımefendi gazeteci ve yazarları bugün sadece arşivlerde. Bugünkü egemen medyanın kadim ya da yeni kalemlerinin neredeyse hiçbirinde, bu kültür/bilgi, bu incelik, bu nezaket, bu olgunluk, bu kalite yok. Çünkü onlar zaten meşum parti iktidarda olduğu için gazetecilik gibi bir şey yapabiliyor. Eskiden piyasada yoktular. İktidar değişince de, yazacakları bir şey kalmayacağı için, sahneden yuhalanarak ayrılacaklar. Yolsuzluk, usulsüzlük yapmamışlarsa…

Kaybettiklerimiz arasında okuru, yani yurttaşı da anmamız gerekir. Yaşı müsait olanlar hatırlar: Galiba 70’li yılların sonlarına kadar, belki de eskiden kalma Halk Partisi/ Demokrat Parti kutuplaşmasının basına yansıması olabilir, gazetelerin sadık okurları vardı. Cumhuriyet mesela dededen toruna geçen gazeteydi. Bir dönem Tercüman da sağ kitlenin vazgeçilmez gazetesi idi. Milliyet, Abdi İpekçi döneminde, ciddi haberciliğin timsali idi. Medyadaki kalite erozyonu, popüler/ciddi gazete ayrımının muğlaklaşması, kupon ve hediyeye dayalı rekabet, okurun gazeteyle olan ilişkilerini bozdu. Artık kimsenin gazetesi yok. Çünkü aslında ortada doğru dürüst gazete kalmadı.

Gazetecileri, muhabir ve editörleri kaybettik. Cağaloğlu’ndaki, kent merkezindeki işyerlerimizi kaybettik. Ayıptır söylemesi, eli yüzü düzgün, aynı zamanda meslek büyüklerimiz olan patronlarımızı da kaybettik. Tarihe baktığımızda gazete patronu olarak adı geçenler Yunus Nadi, Ahmet Emin Yalman, Zekeriya-
Sabiha Sertel, Sedat Simavi’ydi… Hepsi gazeteciydi, Türkiye kriterlerine göre aydın sayılırlardı. Bugünkü medya sahiplerine baktığımızda, inşaatçıları, ithalat ve ihracatçıları, eskinin yedek parçacısı bugünün holding sahibini görüyoruz. Neo-liberal dalga, bizim gazeteci patronlarımızı da aldı götürdü.
Vakti zamanında mesela Hürriyet’te Erol Simavi’nin patronluğundan yakınanlar, bugün Simavi’yi minnetle anıyor. Çünkü bugünkü patronu hiçbir şekilde Erol Simavi’ye benzemiyor.

Çeşitliliği de kaybettik. Bugün Yeni Şafak’tan Yeni
Akit’e, Hürriyet’ten Aydınlık’a yandaş medyanın tümü Saray medyası niteliğine kavuşurken, tek gazetenin farklı versiyonları haline geldi. AKP yanlısı yurttaş, söz konusu gazetelerden herhangi birini okursa, bir diğerini okuma ihtiyacı hissetmez. Bir koşulla: Bir kere okuduğunu anlıyorsa!

Cumhuriyet, Evrensel, Birgün ve Özgürlükçü Demokrasi gibi gazetelerin neyse ki hala sadık okurları var. Ama bu sadakat eski sadakata benzemiyor. Söz konusu gazeteler daha çok ihtiyaçtan kaynaklanan bir nedenle okurla buluşabiliyor.

Kendiliğinden mi oldu?

Mekanla ilgili anlatıya geçmeden, arada, “Neden, nasıl ve kim?” sorularına yanıt arayalım. Toprak yani Bourdieu’nün deyimiyle “Alan” daha da genel bir saptama ile ülke, toplum bağımsızlığa, özgürlüğe, özerkliğe ve muhalefete pek teşne değil. Bu konuda hem gelenek hem de pratik eksikliği var. Matbuat, basın ya da medyanın göreceli bağımsızlığı, zaten gazetecilerin, okurların ve hatta patronların da katılım ve katkısıyla, uzun süreli mücadeleler sonucunda elde edilmiş bir başarı değil. 1831’de olsun çok sonraları 27 Mayıs’ın ardından çıkarılan ferman, yasa ve tüzüklerle elde edilmiş nispi bir bağımsızlık ve özgürlük söz konusu. Yeni bir iktidar işbaşına gelince bunları kısıtladığında ya da ortadan kaldırdığında öyle çok esaslı, kitlesel, mesleki bir tepki, bir karşı koyma olmuyor. Son siyasi iktidar, medya mülkiyetinin neredeyse DNA’sını değiştirerek, medyaya önce mali-maddi-ekonomik olarak el koydu, bilahare kendisine uygun yayın politikalarını da hayata geçirdi. Bu arada muhalif medyayı hatta ortada durmaya çabalayan kadim egemen medyayı da, patronların medya dışındaki iş alanlarını tehdit ederek, vergi cezası ya da yazı işleri yönetimine kendi adamlarını atama yoluyla yerleştirerek bilahare kayyım gibi araçlarla susturdu.

Burada bizim, yani gazetecilerin, direnebilmesi için gerekli olan örgütlülüğümüz de yani sendikamız da, devlet-Aydın Doğan el ele yöntemiyle devre dışı bırakıldı. İşten atma tehdidi karşısında önemli bir kozumuzu kaybettik. Bu vahim bir kayıptı. Çünkü kaybettiğimiz sadece somut olarak bir örgüt değildi. Dayanışmayı sağlayan, yardımlaşmayı gerçekleştiren, mesleğimizi koruyan ve güçlendiren bir araçtan yoksun kaldık. Koyun değildik ama her birimizi kendi bacağımızdan, tek tek asmak onların daha çok işine geliyordu. “Neden” sorusunun yanıtı biraz tartışmalı. İktidar, bir sanal güç alanı olan medyayı ele geçirerek, hakiki alanda da güçlü olmayı öngörüyordu. Ayrıca bu gücü sayesinde kendi olumsuzluklarının, hukuk dışı, gayri kanuni ve gayrı meşru edimlerinin kamuoyunca bilinmesini, yaygınlaşmasını önlemeyi amaçlıyordu.

Bu amacına belirli ölçüde ulaşmış olsa bile medya, sosyolojide ve gerçek hayatta hiçbir zaman lokomotif olamamış ve doğası/yapısı gereği olamayacak bir mekanizma.
Hitler de, Stalin de kendi ülkelerinde kendi basınlarını yüzde yüz denetliyorlardı. Ama bu onların sonunu engelleyemedi. Yine de küçümsemeyelim, hem dini hem de milliyetçi propagandanın katkısı ve iktidar olmanın verdiği avantajlarla, medyayı elinde tutmak, hiç olmazsa belirli bir süre için ve ancak belirli bir kitle üzerinde zihin tahakkümü kurulmasına el veriyor. “Kim?” sorusunun en başat yanıtı, Saray. Ama tek yanıtı değil. Bu toplumun medya okur-yazarlık düzeyi, bağımsız fertlerden oluşup oluşmadığı, tarihi gibi bir dizi unsur da sorumluları gösteriyor. Toplumun yapısı da, ki karmaşık ve uzun bir sorun, medyanın bu hale gelmesinin önemli aktörlerinden biri.

Fransa’da da Cumhurbaşkanlığı köşkünün adı Elysée Sarayı’dır. Ama Fransa’da yarı-başkanlık rejimine rağmen, bir Cumhurbaşkanı, Türkiye’de Saray’ın medyaya yaptıklarının onda birini yapsa, önce toplum sonra da o sistemdeki denetim-denge mekanizmaları hemen devreye girer ve olumsuzlukları önler.

Mersin’e ya da tersine…

Fransa’ya değinmişken mekana ilişkin kıyaslama sürecine girebiliriz.

Gazetecilik/habercilik aslında 80’lerden bu yana bütün dünyada krizde. Neo-liberal politikaların küresel ölçekte egemen olmaya başlamasıyla, medya da, hem Batı dünyasında hem de Doğu’da, o eski kamu çıkarını kollayan, yurttaş yanlısı, bilgilendirici, iktidarların olumsuzluklarını sergileyen niteliklerini/özelliklerini büyük ölçüde kaybetti. SSCB’nin yıkılmasının, dolayısıyla kapitalizmin hiç olmazsa teorik olarak alteregosu olan sosyalizmin, daha doğru bir deyişle “reel sosyalizm”in yenilgisiyle, “Tek Düşünce”nin egemenliği gündeme geldi.
Dünyada da medya mülkiyeti son 35-40 yıl içinde tekelleşmeye doğru hızla yol aldı. (Bkz. The New Media Monopoly, Ben H. Bagdikian, 2000, 7.baskı, Beacon Press, Boston). O eski filmlerde gördüğümüz, siyah kolluklu, matbaa makinesinin başında yazıları dizen, sayfaları yapan, haber peşinde koşan en az 2-3 kuşaktır gazetecilik yapan insanlar gitti. ABD’de 60 yaş ve üstü gazetecilerin mottosu “Back to the old values”dür. (Eski Değerlere Dönelim). Artık takım elbiseli, “yuppie” tabir edilen genç, kentli, meslek sahibi insanlar gazeteleri yönetmeye başladı. Bunlar genellikle işletme/pazarlama gibi eğitim almışlardı.

Gazeteler ve diğer medya organları, artık sıradan ve sadece birer ticari kuruluş olarak çalışıyordu. Tek amaç da kârdı. İçerik tayin edici değildi. Gazetecilik zanaat dönemini geride bırakmış, artık kapitalist sanayiinin temel ilkesi olan arz/talebe göre hareket ediyordu. Gazetecilik, sanayi haline gelmişti. Ekonomi sayfası adı altında borsa bültenleri ve büyük holdinglerin, mali ve ticari şirketlerin halkla ilişkiler bültenleri, içeriğin esasını oluşturuyordu. Magazin/People denilen ıvır zıvır da kocaman bir sektör haline geldi. Gazete artık okurun değil, ülkesine göre, ekonomik, siyasi ya da askeri iktidarlarındı. Dolayısıyla, orijinal, otantik gazetecilik ruhunu, olumlu anlamda amatör şevki kaybetmiştik.

Eskiden dünyada ve bizde de, tıpkı üniversiteler gibi kent merkezlerinde bulunan medya idarehaneleri çeşitli gerekçeler uydurularak kent merkezinden şehir dışına taşındı. Böylece gazetenin ve gazetecinin polisle (kent ile) somut/canlı ilişkisi kesilmiş oldu. Bizde, öteki anlamıyla polisle (kolluk kuvvetiyle) ilişkileri yoğunlaştı. Kuşkusuz bu dönüşümde teknolojik gelişmelerin de payı var. Ya da teknolojiyi olumsuz bir şekilde kullanmanın sorumluluğu da var. Gazeteci artık bizzat olayla, olay kahramanlarıyla az temas ediyordu.

Bilgisayar, cep telefonu iletişimde esas hale geldi. İşte zaten bu nedenle de bizde de Batı’da önce “İnvestigative Reporting” adı verilen “araştırmacı-soruşturmacı gazetecilik” (Bu İngilizce deyime karşılık olarak kullanmaya alıştığımız “araştırmacı-soruşturmacı” terimi sorunlu. Çünkü her haber mecburen araştırma gerektirir, “soruşturma” sözcüğü de gazeteciden çok savcının kullandığı bir deyim) zayıfladı ve neredeyse bitti. Bilahare, muhabirlik de eski değerini kaybetti.

Fransız sosyolog Patrick Champagne son kitabında, Fransa ve ABD’den örnekler vererek, gazetecilerin “Çifte Bağımlılığından” söz ediyor. Mesleki ortamın koşul ve dayatmaları ile iktidarın baskıları arasında kalan batılı gazeteciyi tahlil ediyor. (Bkz. La Double Dépendance, Patrick Champagne, Raisons d’Agir, Paris,2016, 192 s.)
Bugün medya kuruluşlarında muhabirden çok, köşe yazarları ya da satış-pazarlama müdürleri daha önemli konumdalar.
Batı, gazeteciliğin/haberciliğin bu olumsuz gidişatına karşı, mesela bir “Slow Journalism” (Yavaş Gazetecilik) akımı ile karşı çıkmaya çalışırken, doğru ile yanlışın çok kolay bir şekilde birbirine karışacağı haber-bilgi ortamında, uzman gazeteciliğe önemli bir dönüş yapmaya çalışıyor.

Neredeyse 20-25 yıldır başta ABD olmak üzere Batı’da “Civic Journalism” (Yurttaş Gazeteciliği) olsun, “Peace Journalism” (Barış Gazeteciliği) önemli aşamalar kaydetti. Ne var ki global çaptaki bu olumlu gelişmelerin Türkiye’de izdüşümüne ya hiç rastlayamıyoruz ya da çok sönük gölgelerini görebiliyoruz.

1972 yılında ilk kez Pentagone tarafından devreye sokulan internet, yani askeri iletişim için icat edilip geliştirilen bu teknolojik mekanizma, bilahare esas olarak ticaret ve maliye için kullanılır olsa da, gazeteciler de, blog olsun, sosyal medya olsun, kimliğini yitiren klasik/geleneksel gazeteciliğin yapamadıklarını İnternet üzerinden nispeten başarılı bir şekilde yapabildi. Türkiye, tüm kısıtlamalara ve güçlüklere rağmen, bu alanda belki yaratıcılık açısından Batı’dan daha ileri değil ama kullanıcı açısından olsun, içerik açısından olsun önemli sayılabilecek bir konumda. Son yıllarda Türkiye’de iktidar açısından olumsuz birçok haber ve bilgiyi, yasak getirilmiş, sansürlenmiş birçok gerçeği insanlar sosyal medya sayesinde öğrendi.

Hukuk ve etik

Batı ile kıyaslamada, gazeteciliğin siyasal, ideolojik, kültürel, toplumsal boyutlarını göz önünde tuttuğumuzda iki önemli alan su yüzüne çıkıyor: Etik ve Hukuk. Dar mesleki alanda, Batı’da sendika ve meslek örgütlerinin varlığı, iktidarların bizdekine oranla daha demokratik tutumları ve belki de en önemlisi toplumun/yurttaşların demokrasi kültürü sayesinde gazetecilik deontoloji kuralları halen belirli ölçüde geçerli.
Daha da önemlisi, tüm eksiklik ve sorunlarına rağmen ve yine hep bizdekine oranla, Batı toplumlarının Hukuk Devleti olması, gazetecilerin siyasal ve toplumsal rollerini hem yasal olarak hem de pratikte halen nispeten iyi bir şekilde koruyabiliyor. Batı’da yazdıkları, söyledikleri, düşündükleri nedeniyle, ya da siyasi, etnik kimliği dolayısıyla herhangi bir gazetecinin gözaltına alınması, tutuklanması ve yargılanması artık pek mümkün değil.

Mezar taşı yoktur

Sonuç olarak, Türkiye’de bir yandan global eğilime paralel olarak ama bir yandan da önce siyasi iktidarın sonra da toplumsal muhafazakarlığın, çeşitlilik karşıtı ve özgürlük nefreti nedeniyle, gazetecilik çok şey kaybetti hatta tanım, nitelik ve işlevleri olumsuz bir dönüşüme uğradı. Nostaljinin yeri ve zamanı değil… O eski güzel günlere dönmek imkansız.

Kaybettiklerimizi neden ve nasıl kaybettiğimizi ayrıntılı ve derin bir şekilde inceleyip araştırırsak, önümüzdeki dönemde, çağın gereklerine uygun ve esas amacı/aksı yitirmeden gazeteciliğe/ haberciliğe nasıl devam edebileceğimizin yollarını arayarak ilerleyeceğiz herhalde. Gerçeğin peşinde koşma mesleği olan gazetecilik, kamu çıkarını kollama, bütün iktidarlara ve güçlere eşit uzaklıkta durma ve her şart altında bağımsız ve özgür olma koşullarını yerine getirerek, insan var oldukça icra edilecek bir meslek…

(*) Bu makale, Kasım 2016’da kaleme alındı. Rabia Deniz’in derlediği, Çağdaş Gazeteciler Derneği Bursa Şubesinin yayınladığı YÜZLEŞME başlıklı kitapta yayınlandı.



Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Cumhuriyet gazetesi de Türkiye Cumhuriyeti gibidir:

  Kadim iktidar sahibi ama Cumhursuz ve bağnaz!   * Atatürk’ün emriyle kurulan Cumhuriyet gazetesi 100 yaşına bastı. Mustafa Kemal Atatürk ve T.C için olduğu gibi Cumhuriyet gazetesi için de şimdiye kadar elle tutulur, ciddi, çok yönlü, eleştirel perspektifli akademik ya da mesleki bir yayın yapılamadı. Ragıp Duran Cumhuriyet gazetesi hakkında şimdiye kadar yayınlanmış çeşitli yayınların çoğunu okudum. Büyük bir kısmı tek yanlı bir Kemalizm güzellemesi şeklinde kaleme alınmış. Kuşkusuz 100 yıllık tarihinde bu gazetenin gerçekleştirdiği sınırlı sayıda da olsa olumlu siyasi ve medyatik etkinlikler yok değil. Mesela Yaşar Kemal’in Anadolu röportajları. Ya da CUMOK’un ilk baştaki girişimleri. Okay Gönensin’in taslağını hazırladığı Vakıf yapısı. Celal Başlangıç’ın Kürt bölgesi haberleri… Cumhuriyet gazetesi herhangi bir günlük gazete değil. Adı, tarihi, mülkiyeti, yapısı, yayın politikası büyük ölçüde Mustafa Kemal Atatürk ve Cumhuriyet rejimi (1923-2002)   ile neredeyse özdeş. Gaze

Midilli’den İzlenimler: Ada değil Memleket…

  * Kitap tanıtım toplantısı bahanesiyle Türkiye’den gelen kırk yıllık arkadaşlarımla şahane 5 gün yaşadım Midilli’de. Eski ve yeni fotograf kareleri… Ragıp Duran Midilli, Ege’de Türkiye’nin hemen yanı başında kocaman bir ada. İzmir, Ayvalık ya da Dikili’den motorla en fazla 1 saatte ulaşıyorsun.   Benim Yunanca kitabımın tanıtım toplantısı için Midilli’de göçmenlerle çalışan Birarada Derneğinin davetlisi olarak adaya vardık. Yayıncım Yorgo Giannopoulos, ben ve Yiğit Bener, ‘’Selanik Sürgünü’’ kitabının Midilli’deki tanıtım toplantısında 23 Mayıs 2024 Ben 15-20 sene önce, birisi Türkiye-Yunanistan Defne Dostluk Derneği ile ikincisi mektepten arkadaşlarımla gezmeye Midilli’ye gitmiştim. Öyle turistik bir Yunan adası değil. Dağları tepeleri, yeşil vadileri olan güzel bir kara parçası. Son zamanlarda Türkiye’den günde 4-5 motorla yüzlerce turist geliyor. Ada halkı özellikle de esnaf memnun. Çünkü, ‘ ’Türkiye’den gelenler bize (Yunanlılara) çok benziyor. Alman, İngiliz ya da Fran

Ümit Kurt - Kanun ve Nizam Dairesinde / SOYKIRIM TEKNOKRATSIZ OLMUYOR!

  *Kurt’un son çalışması, bir çok yeni gerçeği belgeleriyle su yüzüne çıkarıyor. M.R.Mimaroğlu örneği,   sadece 1915’i değil günümüzü de açıklıyor.   Ragıp Duran   Tarih kitaplarının amatör bir okuru olarak, bizim kuşak, Kürt Meselesini İsmail Beşikçi’nin, Ermeni Meselesini de Taner Akçam’ın çalışmalarından öğrendi.   1915 Ermeni Soykırımı Araştırmalarının öncüsü olan Akçam’ın açtığı yolda ilerleyen tarihçi Kurt, bir önceki kitabında soykırımın Antep somutunda hem mikro analizini yapmış hem de yerel eşrafın (Aktörlerin) konum ve katkısını incelemişti.   Son çalışması olan ‘’Kanun ve Nizam Dairesinde’’ (Aras, 2023, Istanbul, 255 s.) ise, orta hatta üst düzey bürokrat Mustafa Reşat Mimaroğlu’nun (1878-1953) mesleki ve siyasi yaşamını irdelerken, 1915’in bürokrasi boyutunu sergiliyor. Kurt’un kitabını okurken altını çizdiğim bir kaç özellik var: * Akademik çalışmalarının bir bölümünü Kudüs’de gerçekleştirdiği için Kurt, 1915 ile Holokost   arasındaki benzerlik ve farklılıkla