· Gazetecilik/habercilik sadece Türkiye’de
değil bütün dünyada tanım, nitelik ve işlev değiştiriyor. Yalnız burada hukuk,
etik, sağlam bir kültürel altyapı özellikle de demokrasi yani bağımsızlık ve özgürlük ile muhalefet
geleneği olmadığı için durum vahim… Önce zaman sürecine sonra da mekan
farklılıklarına bakalım.
Neleri kaybettiğimizi
görebilmek için iki kıstas olsa gerek: Mesleğin geçmişi (Zaman) ve mesleğin
dünyadaki durumu/konumu (Mekan). Kıyaslama en iyi açıklama yöntemlerinden biri.
Önemli bir mesele de, bu “kaybettiklerimizin” neden, nasıl ve kimler tarafından
kaybettirildiği. Kuşkusuz bu süreçte, kendimizin rolünü yani eksiklik, ihmal ve
hatalarımızı da gündeme getirmemiz lazım. Abartmadan, küçümsemeden özeleştiri.
Eskiden
neydi? Bugün ne?
Önce zamanda kısa bir
yolculuk: Canlı bir varlık için hava ne ise, gazetecilik için bağımsızlık da o.
Ot, böcek, hayvan ya da insan havasız kalınca ölüyor. Gazeteci bağımsız
olmayınca gazeteci olmaktan çıkıyor. Reklamcı, halkla ilişkiler danışmanı, ajitasyon
memuru ya da propaganda çavuşu oluyor. Bunların hepsi ayrı meslekler.
Gazeteciliğe benzer hatta ortak yanları var, ama hiç biri gazetecilik değil.
Hatta hepsi gazeteciliği zehirliyor.
1831, Türkiye’de matbuat/basın/medyanın
doğum tarihi. Sezaryenle gerçekleştirilen bu doğum sonucunda “malforme” bir
bebek dünyaya geldi. Çünkü, Batı’da ilk gazeteyi ticaret burjuvazisi, kendi
çıkarları için yayımlamaya başlamıştı.
Bizde ise, Saray, 2.
Mahmut döneminde, açık seçik ilan ettiği üzere, kendi çıkarları için gazete
yayınlamaya başladı. Bizim ilk meslek büyüklerimiz, Saray’ın kadrolu memurlarıydı.
Bu memurlar, yazar, çizer kadrosundan gazeteye alındı. Bugün bu gelenek büyük
ölçüde hala devam ediyor. İsimler ve mekanizma biraz değişti. Ama egemen
medyanın mülkiyet yapısı yine Saray’a bağlı. Bu medyanın çalışanları doğrudan
Saray’ın bordrosunda yer almasa da, siyasi ve ideolojik olarak Saray’ın
safında. Dolayısıyla bağımsız değiller. Mali olarak, siyasi olarak, ideolojik
olarak ve mesleki olarak bağımsız değil bugünkü egemen medya ve çalışanları.
Ümit Alan’ın kitabı bu eski/yeni ilişkisini somut örneklerle iyi açıklıyor.
(Bkz: Saray’dan Saray’a Türkiye’de Gazetecilik Masalı. Can Yayınları,
Istanbul, 2015, 336 s.)
Geçmişe yönelik bu saptama
ile bugün belki bir şey kaybetmediğimiz ortaya çıkıyor ama mesleğin doğasına
ters olan bu bağımlılığın sürmesi başlı başına bir kayıp.
Kayıp envanteri maalesef
çok uzun ve çok zengin. Bir kere, Türkiye tarihinin hiçbir döneminde, bu kadar
kısa sürede, üstelik hukuki geçerliği çok tartışmalı olan Olağanüstü Hal döneminde
çıkarılan Kanun Hükmündeki Kararnamelerle bu kadar çok sayıda gazete, dergi,
radyo ve televizyon kanalı yasaklanıp kapatılmamıştı. Tabi, medya organını
yasaklamakla onun ruhunu, yayın politikasını, içerik ve yaklaşımlarını olduğu
gibi ortadan kaldırmak mümkün değil. Yine de, yüzbinlerce belki de milyonlarca
yurttaşı bilgilendiren yüzlerce medya organını, eski ismiyle de olsa, şimdilik
kaybettik. Kurumların, şirketlerin kapatılması binlerce gazetecinin ve
çalışanın işini kaybetmesi anlamına geliyor. Bu meslektaşlarımız, aileleri ile
birlikte önemli bir kitleyi temsil ediyor. Mağdur ve haklı olarak öfkeliler. Üstelik, kısa sürede yeniden işe başlama ihtimal ve
umutları da zayıf.
İşin bu maddi yönünün
yanı sıra, belki kendilerinde değil ama çevrelerinde mesleğe karşı olumsuz bir
önyargının oluşması da muhtemel: “O kadar mektep okudun, sonra öyle çok da
fazla tirajı/reytingi olmayan bir yere
gidip çalıştın. Pat diye kapattılar, işsiz kaldın, yeniden işe başlayabileceğin
diğer gazete/dergi/radyo ve televizyonları da kapattılar. Kaldın mı ortada?” İşin
belki de daha olumsuz yanı şu: Konuyu pek iyi bilmeyenler, çok çeşitli
nedenlerle (Dini, siyasi, ideolojik, menfaat...) iktidar yanlısı bir yaklaşıma
sahip ise, egemen medyada çalışıp “çok para kazanan ve çok meşhur olan”
gazeteci görünümlü propagandacılara bakıp, işsiz kalan tanıdığına “E sen de
onların dümen suyuna gitseydin bunlar başınıza gelmezdi” türden nasihatlerde
bulunma riski… Çünkü artık bu memlekette gazetecilik, Reis’i övmek, her türlü
muhalefete ille de karşı çıkmak olarak anlaşılıyor.
Geçmişte, Atatürk
döneminde, 12 Mart ya da 12 Eylül’de de, basına yönelik yine yoğun baskılar
vardı. Hatta bir dönem, özellikle Kürt bölgelerinde, meslektaşlarımız “faili
meçhul” adı verilen (Ki Kürtler, bu cinayetlere ‘Faili meşhur’ der) güpegündüz
sokak ortasında vurulup öldürülüyordu. 1831’den belki 80’lere kadar olan dönem
ile bugünkü mevcut durum karşılaştırıldığında, medya mülkiyeti, sansür,
otosansür, iktidar taraftarlığı alan ve konularında, hiç bugünkü kadar
olumsuzluk yaşanmamıştı. Mesela, eskiden de sağcı/solcu yazarlar
arasında,
muhafazakar/ilerici kalemler arasında, izlemesi/okuması zevkli, üst düzey
polemik sayılabilecek atışmalar olmuştu. Ama o zamanlar, bir gazetecinin, hemfikir
olmadığı refikini savcıya, polise ihbar ettiği görülmemişti. Keza, eski dönemlerde
de gazetecilerin mesleki nedenlerle hapse atıldığı, gazetecilerin işten atıldığı,
gazetelerin kapatıldığı günler yaşanmıştı. Bu olumsuzlukları alenen, yazıyla-çiziyle
destekleyen hatta teşvik eden gazeteci olmamıştı o zamanlar.
Dolayısıyla Reis yüzünden mesleki dayanışmayı da kaybettik büyük ölçüde.
Bunu tekzip etmek için
haber nöbetleri tuttuk. Cumhuriyet ile dayanışmaya girdik. Aynı
yoğunluğu IMC kapatıldığında gösteremesek bile… Yine geçmişle bugün
kıyaslandığında, Adliye binaları ile cezaevlerinin önü ve içi yeteri kadar bilgi
veriyor bize. Türkiye basın tarihinin hiçbir döneminde bu kadar çok sayıda gazeteci
soruşturma ve koğuşturmaya uğramadı. Keza hiçbir dönemde bu kadar çok sayıda
gazeteci tutuklu ya da hükümlü olarak cezaevlerini doldurmadı.
Hukuk yerini siyasete,
yani hak yerini güce bırakınca, adaleti de kaybettik demektir.
Baskı çapsızlığı
teşvik ediyor
Kaybettiğimiz önemli
özelliklerden biri de bence, kültürel düzeyle birlikte ahlaki ve vicdani
parametrelerin erimesiyle ortaya çıkan kalitesizlik/düzeysizlik. Bu bağlamda,
bugün siyasi iktidarın söylemlerine giderek egemen olan kabadayı ağzı,
kaçınılmaz olarak medyadaki destekçileri tarafından da anında benimseniyor.
İşimiz isimlerle değil, tutumlarla, karakterlerle ve yazılarla ama… 1950’lerin
60’ların iyi eğitim görmüş, kültürlü, şık, beyefendi/hanımefendi gazeteci ve
yazarları bugün sadece arşivlerde. Bugünkü egemen medyanın kadim ya da yeni
kalemlerinin neredeyse hiçbirinde, bu kültür/bilgi, bu incelik, bu nezaket, bu
olgunluk, bu kalite yok. Çünkü onlar zaten meşum parti iktidarda olduğu için
gazetecilik gibi bir şey yapabiliyor. Eskiden piyasada yoktular. İktidar
değişince de, yazacakları bir şey kalmayacağı için, sahneden yuhalanarak ayrılacaklar.
Yolsuzluk, usulsüzlük yapmamışlarsa…
Kaybettiklerimiz
arasında okuru, yani yurttaşı da anmamız gerekir. Yaşı müsait olanlar hatırlar:
Galiba 70’li yılların sonlarına kadar, belki de eskiden kalma Halk Partisi/
Demokrat Parti kutuplaşmasının basına yansıması olabilir, gazetelerin sadık
okurları vardı. Cumhuriyet mesela dededen toruna geçen gazeteydi. Bir dönem
Tercüman da sağ kitlenin vazgeçilmez gazetesi idi. Milliyet, Abdi İpekçi
döneminde, ciddi haberciliğin timsali idi. Medyadaki kalite erozyonu,
popüler/ciddi gazete ayrımının muğlaklaşması, kupon ve hediyeye dayalı rekabet,
okurun gazeteyle olan ilişkilerini bozdu. Artık kimsenin gazetesi yok. Çünkü
aslında ortada doğru dürüst gazete kalmadı.
Gazetecileri, muhabir ve
editörleri kaybettik. Cağaloğlu’ndaki, kent merkezindeki işyerlerimizi
kaybettik. Ayıptır söylemesi, eli yüzü düzgün, aynı zamanda meslek büyüklerimiz
olan patronlarımızı da kaybettik. Tarihe baktığımızda gazete patronu olarak adı
geçenler Yunus Nadi, Ahmet Emin Yalman, Zekeriya-
Sabiha Sertel, Sedat
Simavi’ydi… Hepsi gazeteciydi, Türkiye kriterlerine göre aydın sayılırlardı.
Bugünkü medya sahiplerine baktığımızda, inşaatçıları, ithalat ve ihracatçıları,
eskinin yedek parçacısı bugünün holding sahibini görüyoruz. Neo-liberal dalga,
bizim gazeteci patronlarımızı da aldı götürdü.
Vakti zamanında mesela
Hürriyet’te Erol Simavi’nin patronluğundan yakınanlar, bugün Simavi’yi minnetle
anıyor. Çünkü bugünkü patronu hiçbir şekilde Erol Simavi’ye benzemiyor.
Çeşitliliği de
kaybettik. Bugün Yeni Şafak’tan Yeni
Akit’e, Hürriyet’ten
Aydınlık’a yandaş medyanın tümü Saray medyası niteliğine kavuşurken, tek
gazetenin farklı versiyonları haline geldi. AKP yanlısı yurttaş, söz konusu
gazetelerden herhangi birini okursa, bir diğerini okuma ihtiyacı hissetmez. Bir
koşulla: Bir kere okuduğunu anlıyorsa!
Cumhuriyet,
Evrensel, Birgün ve Özgürlükçü Demokrasi gibi gazetelerin neyse ki hala
sadık okurları var. Ama bu sadakat eski sadakata benzemiyor. Söz konusu gazeteler
daha çok ihtiyaçtan kaynaklanan bir nedenle okurla buluşabiliyor.
Kendiliğinden
mi oldu?
Mekanla ilgili anlatıya
geçmeden, arada, “Neden, nasıl ve kim?” sorularına yanıt arayalım. Toprak yani
Bourdieu’nün deyimiyle “Alan” daha da genel bir saptama ile ülke, toplum
bağımsızlığa, özgürlüğe, özerkliğe ve muhalefete pek teşne değil. Bu konuda hem
gelenek hem de pratik eksikliği var. Matbuat, basın ya da medyanın göreceli
bağımsızlığı, zaten gazetecilerin, okurların ve hatta patronların da katılım ve
katkısıyla, uzun süreli mücadeleler sonucunda elde edilmiş bir başarı değil.
1831’de olsun çok sonraları 27 Mayıs’ın ardından çıkarılan ferman, yasa ve
tüzüklerle elde edilmiş nispi bir bağımsızlık ve özgürlük söz konusu. Yeni bir
iktidar işbaşına gelince bunları kısıtladığında ya da ortadan kaldırdığında
öyle çok esaslı, kitlesel, mesleki bir tepki, bir karşı koyma olmuyor. Son
siyasi iktidar, medya mülkiyetinin neredeyse DNA’sını değiştirerek, medyaya
önce mali-maddi-ekonomik olarak el koydu, bilahare kendisine uygun yayın
politikalarını da hayata geçirdi. Bu arada muhalif medyayı hatta ortada durmaya
çabalayan kadim egemen medyayı da, patronların medya dışındaki iş alanlarını
tehdit ederek, vergi cezası ya da yazı işleri yönetimine kendi adamlarını atama
yoluyla yerleştirerek bilahare kayyım gibi araçlarla susturdu.
Burada bizim, yani
gazetecilerin, direnebilmesi için gerekli olan örgütlülüğümüz de yani sendikamız
da, devlet-Aydın Doğan el ele yöntemiyle devre dışı bırakıldı. İşten atma
tehdidi karşısında önemli bir kozumuzu kaybettik. Bu vahim bir kayıptı. Çünkü
kaybettiğimiz sadece somut olarak bir örgüt değildi. Dayanışmayı sağlayan,
yardımlaşmayı gerçekleştiren, mesleğimizi koruyan ve güçlendiren bir araçtan
yoksun kaldık. Koyun değildik ama her birimizi kendi bacağımızdan, tek tek
asmak onların daha çok işine geliyordu. “Neden” sorusunun yanıtı biraz
tartışmalı. İktidar, bir sanal güç alanı olan medyayı ele geçirerek, hakiki
alanda da güçlü olmayı öngörüyordu. Ayrıca bu gücü sayesinde kendi
olumsuzluklarının, hukuk dışı, gayri kanuni ve gayrı meşru edimlerinin kamuoyunca
bilinmesini, yaygınlaşmasını önlemeyi amaçlıyordu.
Bu amacına belirli
ölçüde ulaşmış olsa bile medya, sosyolojide ve gerçek hayatta hiçbir zaman
lokomotif olamamış ve doğası/yapısı gereği olamayacak bir mekanizma.
Hitler de, Stalin de
kendi ülkelerinde kendi basınlarını yüzde yüz denetliyorlardı. Ama bu onların
sonunu engelleyemedi. Yine de küçümsemeyelim, hem dini hem de milliyetçi
propagandanın katkısı ve iktidar olmanın verdiği avantajlarla, medyayı elinde
tutmak, hiç olmazsa belirli bir süre için ve ancak belirli bir kitle üzerinde
zihin tahakkümü kurulmasına el veriyor. “Kim?” sorusunun en başat yanıtı,
Saray. Ama tek yanıtı değil. Bu toplumun medya okur-yazarlık düzeyi, bağımsız
fertlerden oluşup oluşmadığı, tarihi gibi bir dizi unsur da sorumluları
gösteriyor. Toplumun yapısı da, ki karmaşık ve uzun bir sorun, medyanın bu hale
gelmesinin önemli aktörlerinden biri.
Fransa’da da Cumhurbaşkanlığı
köşkünün adı Elysée Sarayı’dır. Ama Fransa’da yarı-başkanlık rejimine rağmen,
bir Cumhurbaşkanı, Türkiye’de Saray’ın medyaya yaptıklarının onda birini yapsa,
önce toplum sonra da o sistemdeki denetim-denge mekanizmaları hemen devreye
girer ve olumsuzlukları önler.
Mersin’e
ya da tersine…
Fransa’ya değinmişken mekana
ilişkin kıyaslama sürecine girebiliriz.
Gazetecilik/habercilik
aslında 80’lerden bu yana bütün dünyada krizde. Neo-liberal politikaların
küresel ölçekte egemen olmaya başlamasıyla, medya da, hem Batı dünyasında hem
de Doğu’da, o eski kamu çıkarını kollayan, yurttaş yanlısı, bilgilendirici,
iktidarların olumsuzluklarını sergileyen niteliklerini/özelliklerini büyük
ölçüde kaybetti. SSCB’nin yıkılmasının, dolayısıyla kapitalizmin hiç olmazsa
teorik olarak alteregosu olan sosyalizmin, daha doğru bir deyişle “reel sosyalizm”in
yenilgisiyle, “Tek Düşünce”nin egemenliği gündeme geldi.
Dünyada da medya
mülkiyeti son 35-40 yıl içinde tekelleşmeye doğru hızla yol aldı. (Bkz. The New
Media Monopoly, Ben H. Bagdikian, 2000, 7.baskı, Beacon Press, Boston). O eski
filmlerde gördüğümüz, siyah kolluklu, matbaa makinesinin başında yazıları dizen,
sayfaları yapan, haber peşinde koşan en az 2-3 kuşaktır gazetecilik yapan
insanlar gitti. ABD’de 60 yaş ve üstü gazetecilerin mottosu “Back to the old
values”dür. (Eski Değerlere Dönelim). Artık takım elbiseli, “yuppie” tabir
edilen genç, kentli, meslek sahibi insanlar gazeteleri yönetmeye başladı.
Bunlar genellikle işletme/pazarlama gibi eğitim almışlardı.
Gazeteler ve diğer medya
organları, artık sıradan ve sadece birer ticari kuruluş olarak çalışıyordu. Tek
amaç da kârdı. İçerik tayin edici değildi. Gazetecilik zanaat dönemini geride
bırakmış, artık kapitalist sanayiinin temel ilkesi olan arz/talebe göre hareket
ediyordu. Gazetecilik, sanayi haline gelmişti. Ekonomi sayfası adı altında
borsa bültenleri ve büyük holdinglerin, mali ve ticari şirketlerin halkla
ilişkiler bültenleri, içeriğin esasını oluşturuyordu. Magazin/People denilen
ıvır zıvır da kocaman bir sektör haline geldi. Gazete artık okurun değil, ülkesine
göre, ekonomik, siyasi ya da askeri iktidarlarındı. Dolayısıyla, orijinal, otantik gazetecilik
ruhunu, olumlu anlamda amatör şevki kaybetmiştik.
Eskiden dünyada ve bizde
de, tıpkı üniversiteler gibi kent merkezlerinde bulunan medya idarehaneleri
çeşitli gerekçeler uydurularak kent merkezinden şehir dışına taşındı. Böylece
gazetenin ve gazetecinin polisle (kent ile) somut/canlı ilişkisi kesilmiş oldu.
Bizde, öteki anlamıyla polisle (kolluk kuvvetiyle) ilişkileri yoğunlaştı.
Kuşkusuz bu dönüşümde teknolojik gelişmelerin de payı var. Ya da teknolojiyi
olumsuz bir şekilde kullanmanın sorumluluğu da var. Gazeteci artık bizzat
olayla, olay kahramanlarıyla az temas ediyordu.
Bilgisayar, cep telefonu
iletişimde esas hale geldi. İşte zaten bu nedenle de bizde de Batı’da önce
“İnvestigative Reporting” adı verilen “araştırmacı-soruşturmacı gazetecilik” (Bu
İngilizce deyime karşılık olarak kullanmaya alıştığımız “araştırmacı-soruşturmacı”
terimi sorunlu. Çünkü her haber mecburen araştırma gerektirir, “soruşturma”
sözcüğü de gazeteciden çok savcının kullandığı bir deyim) zayıfladı ve
neredeyse bitti. Bilahare, muhabirlik de eski değerini kaybetti.
Fransız sosyolog Patrick
Champagne son kitabında, Fransa ve ABD’den örnekler vererek, gazetecilerin
“Çifte Bağımlılığından” söz ediyor. Mesleki ortamın koşul ve dayatmaları ile
iktidarın baskıları arasında kalan batılı gazeteciyi tahlil ediyor. (Bkz. La
Double Dépendance, Patrick Champagne, Raisons d’Agir, Paris,2016, 192 s.)
Bugün medya
kuruluşlarında muhabirden çok, köşe yazarları ya da satış-pazarlama müdürleri
daha önemli konumdalar.
Batı,
gazeteciliğin/haberciliğin bu olumsuz gidişatına karşı, mesela bir “Slow Journalism”
(Yavaş Gazetecilik) akımı ile karşı çıkmaya çalışırken, doğru ile yanlışın çok
kolay bir şekilde birbirine karışacağı haber-bilgi ortamında, uzman gazeteciliğe
önemli bir dönüş yapmaya çalışıyor.
Neredeyse 20-25 yıldır
başta ABD olmak üzere Batı’da “Civic Journalism” (Yurttaş Gazeteciliği) olsun,
“Peace Journalism” (Barış Gazeteciliği) önemli aşamalar kaydetti. Ne var ki
global çaptaki bu olumlu gelişmelerin Türkiye’de izdüşümüne ya hiç
rastlayamıyoruz ya da çok sönük gölgelerini görebiliyoruz.
1972 yılında ilk kez
Pentagone tarafından devreye sokulan internet, yani askeri iletişim için icat
edilip geliştirilen bu teknolojik mekanizma, bilahare esas olarak ticaret ve
maliye için kullanılır olsa da, gazeteciler de, blog olsun, sosyal medya olsun,
kimliğini yitiren klasik/geleneksel gazeteciliğin yapamadıklarını İnternet üzerinden
nispeten başarılı bir şekilde yapabildi. Türkiye, tüm kısıtlamalara ve
güçlüklere rağmen, bu alanda belki yaratıcılık açısından Batı’dan daha ileri değil
ama kullanıcı açısından olsun, içerik açısından olsun önemli sayılabilecek bir
konumda. Son yıllarda Türkiye’de iktidar açısından olumsuz birçok haber ve
bilgiyi, yasak getirilmiş, sansürlenmiş birçok gerçeği insanlar sosyal medya sayesinde
öğrendi.
Hukuk
ve etik
Batı ile kıyaslamada,
gazeteciliğin siyasal, ideolojik, kültürel, toplumsal boyutlarını göz önünde
tuttuğumuzda iki önemli alan su yüzüne çıkıyor: Etik ve Hukuk. Dar mesleki
alanda, Batı’da sendika ve meslek örgütlerinin varlığı, iktidarların bizdekine
oranla daha demokratik tutumları ve belki de en önemlisi toplumun/yurttaşların
demokrasi kültürü sayesinde gazetecilik deontoloji kuralları halen belirli
ölçüde geçerli.
Daha da önemlisi, tüm
eksiklik ve sorunlarına rağmen ve yine hep bizdekine oranla, Batı toplumlarının
Hukuk Devleti olması, gazetecilerin siyasal ve toplumsal rollerini hem yasal
olarak hem de pratikte halen nispeten iyi bir şekilde koruyabiliyor. Batı’da
yazdıkları, söyledikleri, düşündükleri nedeniyle, ya da siyasi, etnik kimliği
dolayısıyla herhangi bir gazetecinin gözaltına alınması, tutuklanması ve
yargılanması artık pek mümkün değil.
Mezar
taşı yoktur
Sonuç olarak, Türkiye’de
bir yandan global eğilime paralel olarak ama bir yandan da önce siyasi
iktidarın sonra da toplumsal muhafazakarlığın, çeşitlilik karşıtı ve özgürlük
nefreti nedeniyle, gazetecilik çok şey kaybetti hatta tanım, nitelik ve
işlevleri olumsuz bir dönüşüme uğradı. Nostaljinin yeri ve zamanı değil… O eski
güzel günlere dönmek imkansız.
Kaybettiklerimizi neden
ve nasıl kaybettiğimizi ayrıntılı ve derin bir şekilde inceleyip araştırırsak,
önümüzdeki dönemde, çağın gereklerine uygun ve esas amacı/aksı yitirmeden
gazeteciliğe/ haberciliğe nasıl devam edebileceğimizin yollarını arayarak
ilerleyeceğiz herhalde. Gerçeğin peşinde koşma mesleği olan gazetecilik, kamu
çıkarını kollama, bütün iktidarlara ve güçlere eşit uzaklıkta durma ve her şart
altında bağımsız ve özgür olma koşullarını yerine getirerek, insan var oldukça
icra edilecek bir meslek…
(*) Bu makale, Kasım 2016’da kaleme
alındı. Rabia Deniz’in derlediği, Çağdaş Gazeteciler Derneği Bursa Şubesinin
yayınladığı YÜZLEŞME başlıklı kitapta yayınlandı.
Yorumlar