Sur’un ana caddesi Gazi’de yarım gün boyunca dolaşıp esnafla konuşurken, İç
Savaş dönemindeki Lübnan, Saddam sonrası Irak ve İŞİD sonrası Suriye
manzaraları ve konuları geldi dile ve gözlerimizin önüne. Hüzün tavan yapmış,
çaresizliğe yaklaşmışlar. Ama her şeye rağmen Sur esnafı metanetli, içten içe
direniyor:” Bu hep böyle gidecek değil ya….”
27 Mart 2016 Pazar günü sabahtan öğleye kadar Şeyhmus’la (Diken)
Diyarbakır’da Gazi caddesini dolaştık.
– Cumhuriyet’ten önce bu caddenin adı Bağdat Caddesi imiş, ama
Cumhuriyet gelince her yerde ille bir Mustafa Kemal, Atatürk, Zübeyde Hanım
caddesi olacak ya, burayı da Gazi caddesi yapmışlar…
Cadde şimdilerde yarı-şehit, fevkalade gazi.
Dağkapı’dan girince aşağıya Deliller Hanı yani Kervansaray oteline, Mardin
Kapı’ya gelene kadar inen cadde. Sur’un atar damarı. Diyarbakır’ın kalbi.
Haber Nöbetinin 8. grubundaki bir gazeteci olarak, kentdeki medya
kuruluşlarını ziyaret ettik, yerel medyadan genç meslekdaşlarla gazetecilik,
habercilik, savaş muhabirliği gibi konularda muhabbet ettik.
Üç gün boyunca kiminle karşılaşsam, hangi konuyu tartışsak, mesele dönüyor
dolaşıyor Sur’a geliyor:
– Hocam, anladık ki 2015, Kürtlerin 1915’idir…Hayko Bağdat
geldiğinde buraya, o da söyledi: Burada özellikle Sur’da gördüğü manzaraları
daha önce dedesi ninesi anlatmış ona…
– Abe, biz sanki Alman Yahudisiyiz…Böyle bir şey haketmedi yani Diyarbekir…
– Eskiden kitaplarda okumuştum, şimdi hakikisini gördüm, yaşadım, heval, bu
tamamen Moğol istilasıdır!
Balıkçılar Çarşısından aşağıya yolun soluna 10 metrede bir Türk bayrağı
asmışlar. Sokak başlarındaki korunaklı barikatlarda hep Türk bayrağı var.
Yüksek binaların tepesinde de kum torbaları ve Türk bayrakları. Barikatları
kaldırmak ve hendekleri kapatmak için girmişler, yakmışlar yıkmışlar, sonra kendileri
barikat kurmuş ve bir de bayrak çekmişler.
Barikatları kaldıracağız diye girip barikat kurmuşlar
kepenklere de ayyıldız koymuşlar ama…
Ben bu kente ilk kez 1969 yazında turist rehberi olarak gelmiştim.
80’lerden sonra da gazeteci olarak.
Çatışmalarda hayatını kaybeden asker, polis, gerilla konusunda Kürtler
eskiden ayırım yapmazdı. Her ölüm fena idi, her ölüme üzülürlerdi. Hiç
kimse ölmesin isterlerdi. Durum sanki ve galiba bir seferlik hafif değişmiş:
Sur ortasında vurulmuş uzanırım, ben bu kurşun sesini nerde olsa tanırım.
– Ben çoğunu tanıyorum. Bizim mahallenin çocuklarıydı. Çoğunu vurdular,
öldürdüler. İlk başlardaydı, aha şu binanın damında iki keskin
nişancı vardı,bizim çocuklar indirdi onları oradan. Yoksa, daha fazla insan
ölecekti. Yüzünde ince bir…
Olup bitenleri hiç kimse teröre karşı operasyon olarak kabul etmiyor.
– Teröre karşı operasyonda böyle ağır silahlar kullanılmaz. Bu kadar sivil
öldürülmez. Bu kadar çok sivil bina yakılıp yıkılmaz.Böyle şeyler ancak savaşta
olur. Zaten biz ‘Barış istiyoruz’ deyince de bize terörist diyorlar…
Melik Ahmet’e çıkan sokağın oralarda bir yerde kocaman bir dükkanı olan
esnaf işin esasını anlattı:
– Beyim vallahi ilk başta biz bu çocuklara söyledik, yapmayın etmeyin
dedik, ‘Romlar (Türkler) gelir yakar yıkar sonra burasını’ dedik.
Dinletemedik. Ama şimdi anlıyoruz ki, mesele hendek barikat felan değildir.
Bunlar PKK’ye karşı değil. Burada yakılan yıkılan Kürtlüktür, bizim
kültürümüzdür, mirasımızdır, tarihimizdir! Demem o ki, hendek barikat bahane…Hendek
olmasaydı da bu bela başımıza gelecekti.
Peynircilere doğru yürürken sağa açılan küçük yollar sakin, ama
sola açılan bütün sokaklar kapalı. Yol başında uzun namlulu silah taşıyan
polisler. Üstelik tabancalarını da madalya gibi göğüs ile karınlarının arasına
asmışlar. Öyle pek de gerine gerine dolaşamıyorlar. Çekingen, başı dik değil.
Suratları donuk hatta bozuk. Barikatlarının hemen arkasında bütün sokağı
kapatacak şekilde kocaman beyaz brandalar asmışlar. Arkadaki yıkıntı gözükmesin
diye.
Beyaz branda vahşeti gizler mi ki…
Belki de hayat, Amedli bir çocuğun dediği gibiydi: Hem vurisen hem de ağlama
diyisen!
– 88 yaşındayım. 70 yıldır bu sokağın girişindeki aha şu üçüncü evde
oturuyorum. Küçükken anam babam anlatırdı. Şeyh Said zamanında da böyle olmuş…
Sur sakinlerinin bir kısmı, operasyonlar başladığında apar topar evlerinden
kaçmışlar. Yanlarına bir şey alamadan. Canlarını kurtarmak için. Kimisi
akrabasının yanına yerleşmiş, kimisi başka semtlerde ev tutmuş. Ama sürekli
gelip sokağın başına, o kocaman beyaz brandaların aralığından ne kadar
görebilirlerse evlerine bakıyor.
– Benim ailemle çocuklar 47 gün içeride mahsur kaldı. Neyse ki kışlık
erzağı almıştık. Ekmekleri ilk hafta bitmiş. Sonra bulgur, mercimek, nohutla
idare etmişler. Son 15 gün komşunun bodrumuna geçmişler. Polislere yalvar
yakar, sabahın 6’sında gittim aldım, kurtardım onları…
Abbas’ın Parkının orada oturduk. Dükkanı yıkılmış, evi mahvomuş insanlar da
orada. Şeyhmus tercümanlık yapıyor. Adamın biri üzerindeki tişörtü başparmağı
ile işaret parmağının arasına sıkıştırmış titretiyor. Uzun uzun yakındı.
– He vallah iki haftadır her akşam bu gömleği ve iç çamaşırlarımı yıkar da
giyerim. Evim buradan 50 metrededir. Ama gidemem ki…
Bir gün önce, belgeselci bir arkadaşın tabletinden tüyler ürperten kareler
izlemiştim. Sur’u yakıp yıkanlar belli ki bu işi çok önceden hazırlayıp
planlamışlar.
Yıkımdan hemen sonra dozerler girmiş Sur’a. Enkaz kocaman DSİ kamyonlarına
dolduruluyor. Üniversitenin orada kum ocağının yakınlarındaki araziye
dökülüyor. Kamyonlar hep yabancı plakalı. Elazığ, Malatya hatta bizim
gördüğümüz bir kamyon Antalya’dan gelmiş. Diyarbakırlı DSİ şoförleri red etmiş
bu operasyonu. Hem ananı babanı öldürüp, evini barkını yıkıp yakacaksın, sonra
da cenazesini zorla gömeceksin. Olmaz! demişler. Tabletteki fotograf
karelerinde enkazdaki odaları tanıyorsun. Kurna var ayna var, banyo.
Mercimekler saçılmış, çatal bıçaklar var, mutfak. Sararmış bir fotograf albümü
yanında yastık kılıfları, yatak odası. Sur’u gömmeye, vahşeti gizlemeye
çalışıyorlar. Çünkü günde 5-6 sefer yapan en az 10 kamyon, yıkıntıları
döktükten sonra, oradaki görevliler bir kat kum döküyor enkazın üzerine. Sonra
ikinci kat.
– Abi orada çöp toplayan çocuklar var. Onlardan biri dün polise kopmuş bir
bacak götürmüş!
– Adalet ve Gerçek Komisyonu buraları kazdığında katliamın ayrıntıları
çıkacak ortaya…
– Mühendislik yapmışlar hocam,hangi adanın hangi müteahite verileceği bile
önceden belirlenmiş…
– Bütün bunların önemi ne biliyor musunuz? 1946 Soykırım Konvansiyonu
açık…Teammüdden yapılmış bu operasyon, öyle sıradan ve acil durum gereği bir
anti-terör operasyonu değil bu…
Enkaz bölgesine her sabah yaşlı bir kadının geldiğini söyledi belgeselci
arkadaş:
– Acaba benim evimin parçaları geldi mi?
Diyarbakır diyarım, yitirmişem yanarım.
Emekli bir bankacı, benle konuşurken, haliyle medyadan dem vurdu:
– Hocam, televizyonlarda gördük, özel harekat kahvede çay içip parasını
ödüyor, yüzünde maske olduğu halde çocuklara şeker, oyuncak dağıtıyor…Ama ben
kendi evim dahil yıkılan bir kaç eve girebildim. Mahvetmişler her yeri, kasıtlı
olsa gerek, yatak odalarına girip, iç çamaşırları dağıtmışlar, evin duvarlarına
küfürlü yazılar yazmışlar…Evlerin içi bir yana, dışarıdan bir bak şu duruma…
Kamera için içtiğin çayın parasını versen ne olur? Çocuklara şeker
dağıtmana lüzum yok, bizim yatak odalarımızı dağıtma!
'Geldik yoktunuz. TC.’ diye yazmışlar ama onlar
TC’den önce de oradaydı…
TC’den önce de oradaydı…
Diyarbakırlı meslektaşların önemli bir kısmı, mesela Abdülkadir Konuksever
El Cezire’de, dışarıdan gelenlerden Burhan Bilici ile Kumru Başer de BBC’de bu
anlattıklarıma benzer sahneler yazdılar haberlerinde. IMC ile GünTV ve diğer
medyadaki hakiki meslektaşlar da ellerinden geldiğince gerçek durumu aktarmaya
çalıştı. İsmet Berkan zırhlı aracın içinde gezinirken…
O gün esnaf, ‘Acil kamulaştırma’ meselesini konuşuyordu:
– N’olucak şimdi, gitti mi bizim dükkan?
– Abi adamlar Vakıf mülkünü bile kamulaştırmış
– Ne kamulaştırması yahu, bunun adı gasp kardeşim…
– Öyle demeyin, ben avukatım, bakın bu Bakanlar Kurulu kararı, dolayısıyla
Danıştay’da iptal davası açılabilir
– Ne Danıştay’ından, ne iptal davasından bahsediyorsun be…Sen yoksa Cenevre
Barosuna mı kayıtlısın?
Dikkat çekiyor, bazı binaların duvarına yeşil boya ile x işareti koymuşlar.
Nedir bunun anlamı?
– Devletimiz uyanıktır. Bunlar hasar görmemiş binalar. Şimdi mecburen bir
tazminat ödeyecekler ya, uyanıklar, binası hasar görmese de para istemesin diye
x işareti koyuyor memurlar…
– Sömürge hukuku diye bir şey varsa, o bile yoktur burada!
Etraf yıkık dökük. Camların çoğu kırık. Sokak trafiğe kapalı.
Karakolun orada seyyar ciğerci açık. Müşteri bekliyor. Garip bir durum.
Çünkü müşteri yok. Gerekçesini anlattı bir esnaf:
– Polisler, ciğerciye sokağa çıkma yasağında bile tezgahının başında
olacaksın, diye talimat vermiş.
Dükkanların çoğu kapalı. Halbuki eskiden burası özellikle Pazar günleri
cıvıl cıvıl olurdu. Sur artık gün boyunca bile karanlık ve ağır yaralı. Komada.
Aşırı hüzün var cemallerde.
– Vur, kır, parçala, küfür et, evine, dükkanına el koy, sonra sen bu
insanlarla nasıl barış yapacaksın ki!
– Benim çocuklarım Istanbul’da ama duyuyoruz ki, gençlerin çoğu gitmiştir.
İlk dalga Vedat Aydın cinayetinden (1991) sonra başladı, gruplar halinde
gençler PKK’ye gitti.
- Son dönemde bir kaç önemli tarih daha var. Roboski’den (2012)sonra da dağa
gidişler arttı. Son olarak da Kobani (2014) nedeniyle katılımlar artmıştı.
Cizre, Silopi, Gever ve burada olanlardan sonra hangi genci tutabilirsin ki?
Hakikaten bizim gün boyunca konuştuğumuz insanlar arasında hiç 15-35 yaş
arası Diyarbakırlı yoktu.
Dükkanı harap olmuş bir demirciye sordum. Cevap verdi, yüzü acaip üzgün:
– Hocam evet doğrudur, çok mağdur olduk. Ama mağduriyet ne ki? Bir-iki
yılda toparlarız, döneriz işimizin başına. Ama bizim kalplerimiz kırıldı. Kim
tamir edebilir ki kırılan kalpleri?
Ben aslında ilk başta Sur’a gitmek, oraların yeni halini görmek
istemiyordum. Televizyonda, İnternet’de gördüklerim korkunçtu. Kim, eski
sevgilisini, kolu bacağı kırık, yüzü gözü kan içinde görmek ister? Moralimin
bozulacağını biliyordum. Ama benim moralim ne ki, insanlar ölmüş, mahalleleri
başlarına yıkılmış…
Muhattaplarımın tümü adını sanını mesleğini açık açık söyledi. Artık
kaybedecekleri bir şey olmadığı için de son derece içten konuştular. Ben yine
de onların isimlerini yazmadım. Ne olur ne olmaz…
Surların içinden geçen şehrin şarkısı. Ah ulan Diyarbakır! Seni sevmek
insanda yara bırakır.
Ayrılırken Şeyhmus, ‘Kürdistan’da Sivil Toplum’ başlıklı
Nurcan Baysal’la birlikte yayınladıkları kocaman kitabı hediye etti. Sağolsun.
Dönerken uçakta, kitabı karıştırıyorum. Haliyle başlığa takıldım.
Kaygılandım. Böyle giderse, Kürdistan’da ne sivil kalacak, ne de toplum!
veya
Express dergisi, Nisan 2016 sayı 142
Yorumlar