Cumhuriyet Genel Yayın Yönetmeni Can Dündar ve Ankara Temsilcisi Erdem Gül
geçtiğimiz günlerde MİT TIR'ları haberlerinde "terör örgütüne yardım,
casusluk ve devlet sırlarını ifşa etmek" iddiasıyla tutuklanarak Silivri
Cezaevi'ne gönderildiler. BirGün yöneticileri Barış İnce, Berkant Gültekin ve
Can Uğur hakkında cumhurbaşkanına hakaret suçlamasıyla açılan dava 11 ay 20 gün
hapis kararıyla sonuçlandı. Bu tarihlerde Özgür Gündem manşetleri de dava
konusu oldu, Kürt basını üzerindeki baskılar geçmişteki gibi devam ediyor.
SÖYEŞİ: CANSU KILINÇARSLAN ve AHMET AKŞİT
Zaman ve Bugün gazeteleri ve STV de iktidara muhalif bir konumda; bu yayın
kuruluşları eskisine göre iktidarla ilişkide farklı bir sürece girdiler.
Hürriyet gazetesine saldırılar, Ahmet Hakan’ın dövülmesi vb… Ragıp Duran’la son
5.5 yıl evvelki son söyleşimizden bu yana iktidar-basın ilişkisi açısından
konuşacak çok konu birikmiş.
Ragıp Bey sizinle Nisan 2010’da konuşmamız
üzerinden 5,5 yıl geçti. O tarihte Ahmet Şık ve Nedim Şener tutuklanmıştı. Bu
olay vesilesiyle Türkiye’de iktidar- medya ilişkilerinin tarihini konuşmuştuk.
Şimdi de Can Dündar ve Erdem Gül tutuklandı. O tarihten bugüne hepimizin
izlediği farklı olaylarda bu ilişkinin daha da olumsuz bir yere doğru gittiğini
görüyoruz. Siz bu yaşananları nasıl değerlendiriyorsunuz, alışıldık bir
çizginin devamı mı bunlar yoksa başka bir iktidar-medya ilişkisinde başka bir
çizgiye mi geçiyoruz?
Bir yandan 'geleneksel' çizgi devam ediyor, bir yandan da bu çizgi
derinleştirilip radikal hale getiriliyor. Medya eleştirmeni Ümit Alan'ın basın
tarihi kitabının başlığı 'Saray'dan Saray'a Türkiye'de Gazetecilik Masalı'(1).
Bugünün perspektifi ve aktüel örneklerle geçmişi irdeliyor, sorguluyor.
Türkiye'de ilk günlük gazeteyi Saray yani Padişah yayınlamıştı. Bu ilk gazetede
Saray'ın memurları, muharrir, muhabir, tercüman olarak çalışmıştı. Yani bizim
mesleki atalarımız devlet memuru idi. Aradan 184 yıl geçmiş. Bazı
değişikliklere rağmen, matbuat-basın-medya evrelerini geçirmişiz ama işin özü
çok fazla değişmemiş. Saray, o zaman Yıldız'da idi, bugün Beştepe'de. O ilk
dönemde Padişah vardı, bugün Cumhurbaşkanı var. İlk dönemde çıkan
gazetenin(lerin) finansmanını Saray'ın hazinesi karşılıyordu. Bugün ise mali
katkı ya kamu bankalarından sağlanıyor ya da iktidar yanlısı iş
adamlarının başta inşaat olmak üzere çeşitli sektörlerdeki faaliyetlerinden
elde edilen yan gelirle sağlanıyor. İlk gazetenin çalışanları evet Saray'ın
memurları idi, bugünkü yandaş gazeteciler belki doğrudan devlet memuru değiller
ama 657 sayılı devlet memurin kanuna tabi imişler gibi görev yapıyor.
Atama ve işten el çektirmeler 'yukarıdan' gelen bir telefonla gerçekleşiyor.
Daha da önemlisi bu kişilerin zihniyeti, memur zihniyeti. Gerçeği değil
iktidarı savunmak için yazı yazıp, televizyonlara çıkıp görüş açıklıyorlar.
İktidar-medya ilişkilerinde benim bildiğim kadarıyla en karanlık, en
olumsuz dönemi yaşıyoruz. Enis Tahsin Til'in 'Gazeteler ve Gazeteciler'(2)
başlıklı kitabını yeni bitirdim.Abdülhamid döneminden Meşrutiyet dönemine geçip
Cumhuriyet'in ilk dönemlerine kadar olan dönemi, içeriden, yani bir gazeteci
gözüyle yazmış. Patronlar, muharrirler, muhabirler, tüm çalışanlar,
bürokratlar, iktidar sahipleriyle ilişkiler, baskı, sansür, yasaklamalar,
gazete kapatmalar, diğer cezalar somut olaylar ışığında anlatılıyor.
Hıfzı Topuz'un Basın Tarihi(3) kitabına bir kez daha göz attım. Bizim
Cemiyetin, Türkiye Gazeteciler Cemiyeti'nin (TGC) toplantılarında Orhan Erinç,
Turgay Olcayto gibi 1950'lerde 60'larda gazetecilik yapmış büyüklerimizi
dinledim. Ben de 1978'den beri bu 'gazeteci milleti' içindeyim. Bu eski
dönemlerin hiç birinde, gazeteciliğe, gazetelere yönelik olarak bugünkü kadar
ağır, yoğun, gayrı kanuni ve tabi ki gayri meşru baskı yok. Gerçi ben kötü
dönemlerin arasında kıyaslama yapılmasından yana değilim. İki sakıncası var bu
tür kıyaslamaların: Mesela bugün bütün tarihin en kötü dönemi derseniz, sanki
Abdülhamid günleri ya da 12 Eylül
Geleneksel çizginin derinleşmesi, radikalleşmesi ya da çok boyutlanması
derken kastettiğim şu: İktidar her zaman medyayı denetim altında tutmak ister
ve bunu gerçekleştirmek için çeşitli yollara başvurur, farklı yöntemler dener.
Bugün bu yollar, bu yöntemler çok fazla çeşitlilik arzediyor. Baskı
mekanizmasında farklı yol ve yöntemler, kimi zaman eşzamanlı kimi zaman ardıl
bir şekilde uygulanıyor. İktidarın bu uğurda kullandığı en önemli yol ve
yöntemleri saymaya kalktığımızda, klasik sansür, otosansür, işverenler aracılığıyla
yayın politikasını yönlendirme, gazetecileri işten atma, yazar ve muhabirleri
hapse atma, gazetecileri öldürerek döverek yıldırma, yandaş medya yaratma ve
bunu güçlendirme, vergi cezası ya da mali denetim gibi mali ve ekonomik
baskılar... Ayrıca Basın-Yayın Genel Müdürülüğü ve Basın İlan Kurumu
marifetiyle, mesleki yeterlilik sertifası sağlama adı altında 'Tek Tip
Gazeteci' yetiştirme ve Anadolu'da yerel basını her ilde tek çatı altında
toplama girişimleri var. Bugünkü yönetim, ideolojik olarak artık faşizan
bir kimliğe büründüğü için her türden muhalefeti, ihanet, casusluk, sapkınlık
olarak değerlendiriyor. Gezi'de öldürülen gençlerden başlayıp 17-25 Aralık
yolsuzluk ve rüşvet skandalına, Saray'ın yasadışı yapı ve uygulamalarından 1
Kasım sonrasında yoğunlaşan Kürtlere yönelik kırımı gözönünde bulundurursak,
iktidarın bu kadar vahim suçlarını örtmek için çok büyük bir medya
mekanizmasına ihtiyacı var. Bu nedenle de başta medya mülkiyetine kayyımlar
aracılığıyla el koyup, eskiden yandaş olmayan kurumları da kendi safına zorla
çekiyor.İktidar, sanal dünyada egemenlik kurarak, hakiki dünyada da kendini
güçlü göstermek/hissetmek amacında. Bugünkü iktidarın medya tekeli kurmaya
çalışması aslında bugünkü iktidarın siyaseti ile bağlantılı. Osmanlı dönemi
farklı idi ama, 1950'ye kadar Kemalist iktidarlar olsun, sonrasında Demokrat
Parti, sırasıyla Adalet Partisi, Cumhuriyet Halk Partisi, 12 Mart, 12 Eylül,
sonrasında Ana Vatan Partisi hükümetleri olsun, hiç biri bugünkü Adalet
ve Kalkınma Partisi kadar anti-demokratik, baskıcı, kutuplaştırıcı
değildi. Bu nedenle de, AKP bugün, o eski iktidarların başvurma ihtiyacı
duymadığı kadar baskı mekanizmalarına gereksinim duyuyor.
Güncel ve ses getiren konu “MİT Tırları”
haberi oldu. Bu süreçte kimi gazetecilerin ve siyasiler “yapılan gazetecilik
değil“ dedi. Haberin doğruluğundan çok “casusluk” ve “devlet sırrı” kavramını
öne çıkaran tartışmalar yapıldı. Bu süreçteki tartışmaları nasıl
değerlendiriyorsunuz?
MİT TIRları haberi başarılı bir gazetecilik çalışması. Zaten iktidar,
haberin doğruluğunu tartışamıyor bile. 'Casusluk', 'Devlet Sırrı' ve 'İhanet'
suçlamaları hem çaresizliğin ifadesi, hem de Dündar'la Gül'ü ağır cezalara
çarptırmak için zemin hazırlığı. Bu üç suçlama, egemenlerin çok eskiden beri,
başa çıkamadıkları muhalifleri karalamanın, küçük düşürmenin, haksız
göstermenin bahanesi olarak kullanılagelmiştir. Kuşkusuz burada Türkçü,
milliyetçi, ırkçı egemen ideolojinin bir yansıması da var. Koskoca bir
istihbarat teşkilatı kendi ülke sınırları içinde bile gizli, yasa dışı bir
nakliye işlemini beceremiyorsa, bunun suçunu gazetecilerde aramak
beyhude...
'Casusluk' suçlaması komik. Çünkü hangi casus ele geçirdiği bilgileri
gazete aracılığıyla kamuoyuyla paylaşır.
'İhanet' suçlaması da çok egosantrik bir yaklaşımdan kaynaklanıyor. MİT
açısından bakarsanız, evet, yasadışı ve suç olan bir gerçeği açıklamayı
'ihanet' olarak damgalayabilirsiniz. Bir tek koşulla...Açıklamayı yapan MİT
mensubu ise, kendi teşkilatının kirli bir işini teşhir ettiği için, teşkilatına
ihanet etmiş olabilir. Ama Can'la Erdem gazeteci, MİT mensubu değil ki...Onlar
sadece görevlerini yaptı.
'Devlet sırrı' kavramı ise hem akademik hem de mesleki çevrelerde uzun
süredir tartışılan bir konu. Le Monde gazetesinin yazı işleri eski müdürü
bugünkü Mediapart internet sitesinin kurucu-yöneticisi Edwy Plenel'in 1994
yılında yayınlanan bir kitabında (4) devlet sırrı konusu, Fransa'da bir bakanın
intiharı bağlamında ayrıntılı bir şekilde incelenip değerlendirilmişti.
İlk başta, bir gazeteci için 'devlet sırrı' adında dokunulmayacak,
yazılmayacak, söylenmeyecek bir konu kısıtlaması yoktur, olamaz. İki nedenle:
Birincisi gazeteciyi ilgilendiren konu, yayınlanması sözkonusu olan
bilginin/haberin devlet sırrı olup olmaması değildir. Gazeteci için en önemli
kriter bilginin doğruluğudur. Daha sonra bu bilginin kamu çıkarına hizmet edip
etmeyeceğine bakmak gerekir.
İkincisi, bu birinci kriter ışığında, gazeteci, devlet memuru
olmadığı için, devlet tarafından sır olarak nitelenen bir bilgiyi gizlemek,
saklamak, yayınlamamak zorunda değildir. Tam aksine, eğer bilgi doğru ve kamu
çıkarına hizmet ediyorsa, bu haberi yayınlamamak, gazeteci açısından mesleki
bir suçtur. Çünkü yasadışı bir işi gizleyerek, faillere yardım etmiş olur.
'Devlet Sırrı' kavramı bugünkü iletişim teknolojisi ve demokrasinin
evrensel mecrada vardığı düzey itibarıyla zaten sürdürülebilir, savunulabilir
bir kavram olmaktan çoktan çıkmıştır. Egemenlerin kendi yasadışı ve gayrımeşru
edim ve operasyonlarını gizlemek için öne sürdükleri 'Devlet sırrı', Batı
dünyasında artık büyük ölçüde 'kadük' hale gelmiştir. Zaten zaman, Ankara'nın
'Devlet Sırrı' olarak damgaladığı bilgilerin, Batı ve Rus medyasında manşetlere
çıkmasıyla, sır niteliğini süpürdü götürdü. Türk plakalı tankerlerin IŞİD
petrolünü Türkiye'ye nasıl taşıdıkları, uydu görüntüleriyle sergilendi.
Peki hukuki süreç… Çok hızlı bir tutuklama
kararı gelmedi mi? Meselenin hukukiliğini tartışmak da çok önemli. Ancak bu
duruma fazlasıyla odaklanmak basın özgürlüğü konusundaki tartışmayı
zorlaştırmıyor mu? “Keşke tutuksuz yargılansalardı” gibi bir söz dolaşıma
giriyor. Siz bu tablonun devamında ne görüyorsunuz?
Hukuk, adalet olmayan bir yerde, ya da hukukla adaletin iktidarın elinde
siyasi araç olduğu bir ülkede, hukuki süreci tartışmak, evet pek de anlamlı
değil. Zaten, Can'la Erdem'i tutuklamak isteyen savcı ile bu talebi olumlu değerlendiren
yargıcın kararlarına baktığımızda, hızlı tutuklama kararının kökenini,
gerekçelerini ve belki de yazarını kolaylıkla anlayabiliyoruz. Anayasa ve
yasalar uyarınca Yürütmenin başı bile olmayan Cumhurbaşkanı, kalkıp da 'Ben bu
işin peşini bırakmayacağım, bedelini ağır ödeyecek' deyip, Can'la Erdem
hakkında kişisel olarak şikayette bulunursa, şikayet dilekçesinde de casusluk,
ihanet, devlet sırrı, paralel savcılar gibi ifadeler kullanırsa, dosya önüne
geldiğinde savcı da yargıç da, 'copy paste' yöntemiyle tutuklama kararı
çıkartır. Şikayetçi Cumhurbaşkanı çok yönlü-çok boyutlu-çok işlevli bir makama
sahip olduğu için, mağdur ve şikayetçi kişi, savcı ve yargıç işlevlerini de
üstlenerek, üçlü bu mekanizma ile arkadaşlarımızı Silivri'ye gönderdi.
Faşizan yönetimlerin önemli özelliklerinden biri de kendi koydukları yasa
ve ilkelere riayet etmemeleridir. Ortada Başkanlık rejimi için de geçerli
olduğu öne sürülen 'fiili bir durum' sözkonusu. ''Konunun basın özgürlüğü ile
alaksı yok. Yasaya filan da gerek yok, bu gazete, bu gazeteciler bizim bir
açığımızı yakalayıp bizi hem içeride hem de dışarıda zor duruma soktular.
Bunları cezalandırmamız lazım'' dediler. Muhalifler tabi ki her zaman her yerde
evrensel hukuk ilkelerini savunacak ama karşındaki yasa tanımaz bir
cüretkarlıkla hareket ediyorsa, sonraki dönemlerde yargılanacak yetkililer için
hazırlanacak dosyaya bir ek bilgi koyma gibi bir işlevi var şimdiki
hukuki savunmaların, itirazların, lahiyaların.
Evet, 'Keşke tutuksuz yargılansalardı' yaklaşımı, ki kimi üst düzey iktidar
temsilcileri de böyle konuştu, Can'la Erdem'in aslında suçlu olduklarını
kabul eden ama yurtiçinde ve yurtdışında gelişen tepkileri akıllarınca
yumuşatmaya yönelik bir tutum.
İktidar bu konuda bir tek şey yapabilirdi: O da bu kamyonlarda silah
bulunmadığını, sadece insani yardım malzemesi bulunduğunu ve Suriye'deki tüm
mağdur kesimlere dağıtılacağını kanıtlayabilseydi, Can'la Erdem yanlış
bir habere imza atmış gazeteciler olarak, meslek erbabı ve özel olarak da kendi
okurları nezdinde son derece olumsuz bir konuma düşerdi. Bunun yaptırımı da,
casusluk, ihanet, devlet sırrı, terör örgütü üyeliği gibi anlamsız ve yersiz
ithamlar olamazdı. Kötü gazetecinin yaptırımını iyi okur verir. Devlet, mahkemeler
ya da hapisaneler değil!
Nuray Mert Cumhuriyet’te (7 Aralık 2015) bu
tuhaf tartışmalardan başka gözden kaçırılan bir şeye; Türkiye’de dış
politikanın hiçbir zaman tartışma konusu olamamasına dikkat çekti. Resmi
politikaları eleştirmenin“hainlik”, “düşmanla işbirliği” sayıldığını
vurguluyor, bu vurgu önemli bence. Tartışmanın kolayca devlet sırrını ifşa
etmeye sıkıştırılmasına imkan veriyor. Gazeteciliğin bir de bu boyutunu
değerledirebilir misiniz?
Nuray Mert haklı. Osmanlı'da da bütün Cumhuriyet döneminde de, dış
politika 'partiler üstü', 'siyaset üstü' bir dogma olarak kabul edildi,
iktidarın izlediği dış politka ne kamuoyunda ne Meclis'te ne de doğru
dürüst medyada tartışma ve eleştiri konusu oldu. Çünkü dış politika, 'milli
birlik ve beraberliğimiz' ile 'Devletin ve milletin bölünmez bütünlüğünün' bir
simgesi hatta olgusu idi. 'Ele güne karşı kendimizi rezil ettirmeyiz' değil mi?
Oysa ki dış politika dediğimiz, Haluk Gerger'in (5) de belirttiği üzere,
iç politikanın dış dünyadaki yansıması, devamından başka bir şey değil. Yani
aslında bir tek politika vardır, bu, içeride ve dışarıda uygulanıyor. Üstelik
bu dış politikayı uzun süre tek başına Genel Kurmay ve Milli Güvenlik Kurulu
tasarladı, Meclis ve hükümet sadece onayladı, hariciye de uygulamakla yetindi.
Dış politikanın egemenlerce tartışma ve eleştiri dışı tutulması, aslında
geleneksel milliyetçi/devletçi ideolojinin tezahürü. 'Yüce Devletimiz her şeyi
bilir, her şeyin en iyisini yapar' anlayışının ifadesi. Geçmişte, Türkiye'nin
Kore Savaşına katılması, Nato'ya girmesi, Irak'ta ABD işgaline destek vermesi
gibi olumsuzluklara karşı çıkanlar ağır cezalara çarptırıldı, 'düşmanla
işbirliği', 'vatana ihanet' gibi ithamlarla karşılaştı.
Bizde gazetelerde Ankara bürolarında diplomasi muhabirleri var. Bu
meslekdaşlar Dışişleri Bakanlığını ve büyükelçilikleri izler, politika ve
faaliyetlerini haberleştirir, değerlendirir. Ama işin aslı şöyledir: Bu
diplomasi muhabirlerinin ezici çoğunluğu, gazetelerinin bakanlık nezdindeki
akredite muhabiri olarak işlev görmezler. Onlar, bakanlığın gazete içindeki
temsilcileri gibidir.
Demokrasisi gelişmiş Batı ülkelerinde ve medyasında ise durum tamamen
farklı. Mesela Noam Chomsky, Washington'un dış politkasının en radikal
eleştirmenlerinden biridir. Beyaz Saray, evet tabi ki benimsemez bu
eleştirileri hatta kimi zaman dolaylı olarak yanıt da verir, ama kalkıp da
Chomsky'yi düşmanla işbirliği ya da vatana ihanetle itham etmez, edemez.
Demokratik ülkelerde medya, akademia ve sivil toplum kuruluşları, tüm alanları
olduğu gibi diplomasiyi de izler, tartışır, eleştirir, öneri getirir.
Yandaş medyanın ofsayta düştüğü önemli alanlardan biri de dış politka.
Bağımsız, akılcı, somut tahlil ve değerlendirme yapmak yerine, iktidarın her
dediğini, her yaptığını onaylayan yandaş medya, iktidar politika
değiştirdiğinde, eski yazdıklarını hemen unutup, iktidarın gölgesinde,
eskiye zıt yeni politikaların sözcülüğüne soyunur. Mesela Barzani'ye vakti
zamanında 'aşiret ağası', 'PKK'nin destekçisi' gibi sıfatlarla saldıran egemen
medya, Ankara, Barzani ile ilişkilerini düzeltmek zorunda kalınca, kırmızı
çizgiler sararıp solunca, Mesud Barzani, çözüm sürecini İbrahim Tatlıses
ve Şiwan Perwer'le kurtaracak kahraman olarak kırmızı halıyla ağırlandı.
Keza, bir zamanlar adı Esad olan Suriye Cumhurbaşkanı, Erdoğan ailesiyle
son derece olumlu ve özel ilişkiler içinde iken yere göğe sığmıyordu, yandaş
medyada. İlişkiler bozulunca önce adı değişti, Esed oldu, sonra da kendi
halkını bombalayan katil haline geldi.
Bu alandaki, yani dış politikanın kamuoyu ve medyada tartışılma ve
eleştirilme ambargosunu, eski dahi Dışişleri yeni yine dahi Başbakan Davutoğlu
yıktı. Statejik Derinlik, Merkez Ülke, Model Ülke, Komşularla Sıfır
Sorun, Suriye'de Barış, Ortadoğu'da Önder Ülke politkalarının ne
kadar kof olduğu somut olarak ve maalesef kanlı bir şekilde ortaya çıkınca,
sadece muhalifler değil, aklı başında, dürüst yorumcu ve gözlemciler de Ankara
diplomasisini tartışmaya, eleştirmeye başladı. Dış basında ise zaten eskiden
beri bu eleştiriler vardı.
Bizim iktidar,'milli ve yerli' olduğu için borusunu ancak Edirne-Hakkari
aksında öttürebiliyor. Bir adım dışarı çıkınca, doğu batı, kuzey güney
farketmez, çuvallıyor bütün söylemler, politika ve uygulamalar.
Kamu ihalelerinden beslenen medya
patronlarının ortaya çıkmasında devlet imkanları ve siyasi ilişkiler devreye
giriyor. Mali müfettişler eliyle basın kuruluşlarıa baskı uygulamak gibi
örnekleri biliyoruz. Son zamalarda da İpek Medya üzerinden
konuşulan, kayyum atamaları ile iktidarın el değiştirme operasyonlarına
doğrudan müdahil olması…Kayyumlar eliyle hükümet el koyduğu gazeteyi kendisi
çıkarıyor, arşivine müdahale ediyor, gazetede işten çıkarmalara karar veriyor.
Bu yeni bir durum sayılır değil mi?
Evet, kayyım atama marifetiyle medya mülkiyetine el koymak ve medya
organının dümenini iktidar rotasına çevirmek, mevcut iktidarın basın
özgürlüğüne kilit vuran yeni bir uygulaması. Hukukta buna 'Katalog Suçlar' mı
deniyordu?
Bu uygulama, kapitalizmin en önemli ilkelerinden biri olan mülkiyet hakkını
çiğnediği gibi, iktidara muhalefet eden medya organını yandaş yapmanın en
kestirme yolu. Tabi bu arada işinden olan onlarca meslekdaşı da unutmayalım!
İpek Medya grubuna yönelik bu yasadışı ve gayrımeşru uygulama aslında yandaş
olmayan tüm medya organlarına da bir ihtar niteliği taşıyor. Hürriyet
gazetesinin 1 Kasım seçimlerinden sonra Saray'a ve AKP'ye muhalefetten büyük
ölçüde vazgeçip neredeyse bir magazin gazetesine dönüşmesi zamanlama açısından
tesadüf olmasa gerek.
Bizdeki burjuvazi, kendi gücüyle ve halkın desteğiyle feodalizmi devirip
iktidara gelmediği için, devlet eliyle beslenerek egemen güç olduğu için,
siyasi iktidara karşı kendi haklarını bile korumaktan aciz. Üstelik Türkiye'de
devlet, yani siyasi iktidar, ekonomi, maliye ve sanayii alanında hala en güçlü
aktör olduğu için, burjuvazi, kamu ihalelerinden yoksun kalmak, kredi ya da
teşvik ve bilimum resmi izinleri alamamak, vergi cezasına çarptırılmak, kayyıma
devir gibi korkular nedeniyle siyasi iktidarın haksız, yasa dışı, gayrımeşru
uygulamalarına gerektiği gibi karşı koyamıyor.
İlk sorunuza kısaca dönebilir miyim? Batı'da ilk günlük gazeteyi, bizden en
az iki asır önce, palazlanmakta olan ticaret burjuvazisi çıkarmıştı. O ilk
gazetelerde açıkça o sınıfın çıkarları, o sınıfın perspektifi var. Normal. Batı
burjuvazisi kendi gücüne dayanarak iş yapıyor.
Türkiye’de basınla ilişkilerin tarihini
daha önceki söyleşimizde konuşmuştuk; Gazetecilik Saray’ın görüşlerinin egemen
kılınması için yapılan bir faaliyet demiştiniz. Bugün de böyle bir ortamla
karşı karşıya olduğumuz çok açık. Başbakanlık döneminde Erdoğan’ın Gezi
protestoları sırasında (4 Haziran 2013), Mehmet Fatih Saraç’ı telefonla bizzat
arayıp Habertürk ekranında kayan yazıyı “derhal kaldırma” talimatı verdiğini bu
dinleme kayıtlarının internete servis edilmesiyle öğrendik. Bu fütursuzluk
nereden geliyor? Erdoğan’ın hâli tavrı yapısı ile açıklanabilir mi? AKP’nin
kendine özgü/ kendine özgü olmayan yanlarını nasıl açıklayabiliriz?
Doğuştan mezara kadar muhalif olanların, iktidar aklını anlaması,
benimsemesi ve onu gerekçelendirmesi aslında zor bir iş... Ne kadar
Foucault okusak, ne kadar Bourdieu bilsek, Erdoğan'ın bazı politikalarını ve
icraatini anlamak zaman alıyor. Mesela şahsen ben, bu 'Alo Fatih' hadisesi
tapeler aracılığıyla kamuoyuna yansıdığında, itiraf edeyim, bayağı şaşırmıştım.
Çünkü iktidarın medyaya nasıl sansür uyguladığı konusunda daha çok teorik
bilgilerim vardı, bir de geçmişdeki bazı örneklerden haberdardım. Ama açıkçası,
koskoca Başbakan'ın yurtdışı gezisinde iken, Türk televizyonlarındaki
altyazıları ya da bir gazetenin 18. sayfasındaki iki sütunluk haberi okuyup,
Fatih'e bizzat telefon edeceğini tahayyül edemezdim. Kendisi kahvedeki emekli
amcalar gibi, bulmaca ve fala kadar bütün gazeteyi satır satır okuyor ya da
danışmanlarına okutuyor. Kendisinin mali ve ekomomik konularla da yoğun
olarak meşgul olduğunu bildiğimiz için, 'Bu şahıs bir Başbakan'ın yapması
gereken görevleri ne zaman yapıyor acaba?' diye kendi kendime sormuştum. Ben
herkesin medyayı eleştirmesinden yanayım, medya eleştirmeni sayısının artmasını
da isterim. Ama iktidar sahiplerinin bir başka meslekle uğraşmaları
gerekir.
Siz 'fütursuzluk' demişsiniz, evet doğru ama işin içinde iki boyut daha var
galiba. Birincisi, bence korku. Çünkü o kadar vahim ithamlar altındaki Sayın(!)
Erdoğan, ancak bizzat kendi ilgilenirse, içinin rahat edebileceğini sanıyor
herhalde. İkincisi daha çok tıp ilminin ilgi alanına giren bir konu. Tek Adam
olmaya kalkışanlarda sık rastlanan, kimseye güvenmeme, sürekli olarak etrafında
kendisini devirmeye yönelik kişiler ve komplolar olduğunu sanan bir kişi,
altyazıyla da ilgilenir 18. sayfadaki haberle...Tek Adam olmak isterken Yalnız
Adam olma ihtimali yüksektir.
Yabancı medyada haber ya da söyleşilerde, okuduğum eski Başbakanların
anılarında böyle bir örneğe, duruma rastlamadım. Osmanlı özentiliği bence çok
anlamsız bir yakıştırma değil. Siz tarihçiler daha iyi bilirsiniz, Osmanlı
padişahlarında da, özellikle duraklama ve çöküş dönemlerinde, bu tür hezeyanlar
vardı değil mi? Paranoya, iktidar mevzilerinde yaygın bir hastalık olsa gerek.
Ham egemenlerin bir özelliği de cehalettir: Siz medyayı fethederek, yani
sanal gerçeği istediğiniz gibi kurarak, hakiki gerçeği değiştireceğinize
inanırsınız. Oysa ki hiç bir yerde, hiç bir zaman bu böyle olmamıştı. Öyle
olsaydı, yani mesela İzvestia ve Pravda'nın yarattığı sanal gerçek, hakiki
gerçeğe tercüme/tedavül edilmiş olsaydı, Sovyet rejimi herhalde yıkılmazdı.
Saray'a has bir ürün ve yöntem olarak, Cem Küçük ile Takvim gazetesini
kaydedelim. 'Türk medyasının Yakup Cemil'i' ya da 'Veli Küçük'ün medyatik
versiyonu' olarak betimlediğim bu şahıs, meslekdaşlara yönelik gizli-açık
öldürme ya da işten attırma tehditleri savuruyor. Bir ara Cumhuriyet gazetesine
de saldırmıştı. Cumhuriyet'in İcra Kurulu Başkanı Akın Atalay güzel bir yanıt
vermişti: ' Bu kişiyi ciddiye almıyoruz ama bunun sahibi kimse alsın götürsün
buralardan' mealinde bir cümle yazmıştı.
Takvim, Sabah grubunun magazin gazetesi, israrla ve göz göre göre asparagas
haber ve fotomontajlar yayınlıyor manşetlerinde. Şimdiye kadar da hiç özür
dilemedi, özeleştiri yapmadı. Okurunu herhalde en az kendisi kadar zeki
sanıyor...
Erdoğan’ın medyada kendi temsiliyle ilgili
hassasiyetini de sık sık dava konusu ettiği için görüyoruz. Süleyman Demirel,
Turgut Özal hakkında herşey yazılır çizilirdi, bu durum büyük bir sorun hâline
gelmezdi. Şimdiyse Erdoğan’ın temsiliyeti saygılı olmak zorunda; “Sayın
Erdoğan” değil de sadece soyadıyla bahsetmek bir cesaret konusu hâline geldi…
Avrupa İnsan Hakları Mahkemesindeki Türkiyeli yargıç Prof. Işıl Karakaş,
'Cumhurbaşkanına hakaretten yargılanıp mahkum olanların' davalarının Strasbourg
mahkemesine gelmesi durumunda, başvurucunun Türkiye Cumhuriyetine karşı davayı
kazanacağını açıkladı (Cumhuriyet, 14 Ekim 2015). Bu dokunulmazlık
talebi, bu aşırı alınganlık da galiba Osmanlı geleneği... Gerçi Padişahlar aynı
zamanda Halife olduğu için hem siyasi hem de dini iktidarın bir numaralı
temsilcileri idi. Padişah'a karşı çıkmak aynı zamanda Allah'a, Peygamber'e,
Müslümanlığa karşı çıkmakla özdeşleştirilebiliyordu.
Bugünkü söz konusu vakalar tek tek incelendiğinde, neredeyse hepsinin
hakaret değil sadece eleştiri olduğu ortaya çıkıyor. Cumhurbaşkanı, kişisel
şikayet sonucu açılan bu davalarla genel olarak muhalefete gözdağı vermek
amacında ayrıca galiba bu arada savcılar ve yargıçlar da sınanmış oluyor. Bu
tür davada takipsizlik ya da beraat veren yargı mensubu çok kolay bir şekilde paralel
olmakla suçlanabilir. Terfisi de gecikebilir, doğu'ya atanabilir.
Gerçi bizde olumsuz örnek olarak bir 'Mustafa Kemal Atatürk'ü koruma
kanunu' var, halen yürürlükte. Halbuki hukukta kim olursa olsun şahsa münhasır
kanun yapılmaz, yapılamaz. Kim niye düşünmüş bilinmez, halkın büyük
çoğunluğunun Mustafa Kemal Atatürk'e minnet borçlu olduğuna ve onu çok
sevip saydığına inanmasına rağmen, 'yine de olur da biri çıkar Atatürk'ü
eleştirir ya da hakaret ederse ona hak ettiği cezayı verelim' diye düşünmüş
olsalar gerek.
İki de olumlu örnek vereyim:
Birincisi bir AİHM kararı. Divan, 1 Temmuz 1997 tarihli
Oberschlick/Avusturya no2 tarihli kararında (6), Forum dergisinin editörü
Gerhard Oberschlick, '2. Dünya Savaşında yer alan tüm askerleri' öven bir
konuşma yapan Avusturya Liberal Partisi lideri Jörg Haider'e 'aptal' dediği
için bir Viyana mahkemesi tarafından Haider'e hakaret ettiği gerekçesiyle
mahkum olmuş, ancak gazeteci bu mahkumiyetin ifade özgürlüğüne ve Avrupa İnsan
Hakları Sözleşmesi'nin 10. maddesine aykırı olduğunu savunmuştu. Divan, artık
içtihad haline gelen kararında, Oberschlick'i haklı bulmuş, Haider'in
önemli siyasal sorumluluğu olan bir kişi olarak konuşmasında kışkırtıcı
ibareler bulunduğunu saptamış ve gazetecilikte siyasal eleştiri
sınırlarının genişlemesini sağlayan bir yaklaşımı benimsemişti. Faşist
Haider'in aptallığı böylece Strasbourg mahkemesince tescil edilmiş oldu.
İkincisi, Fransız, İngiliz, Alman ya da Amerikan medyasında neredeyse her
gün bu ülkelerin Başbakanları, Başkanları hakkında, Türkiye'deki egemen
anlayışa göre, ayıp, yasak, yasa dışı sayılabilecek çok sayıda karikatür ya da
yazı çıkar. Hedef olan siyasiler çoğu zaman kalkıp bu yayınlar hakkında
şikayette bulunup dava açmaz. Mesela Fransa'da ünlü Canard Enchainé'de
(Zincirli Ördek), vakti zamanında, Mitterrand'ın Cumhurbaşkanı, Chirac'ın
Başbakan olduğu dönemde, iki liderin cinsel birleşme anını temsil eden bir
karikatür yayınlanmıştı. Ne Mitterrand ne de Chirac bu karikatüre herhangi bir
tepki göstermişti.
2011 yılında KCK operasyonları sırasında
gözaltına alınan gazetecilerle ilgili Zaman gazetesinin tavrını hatırlıyoruz.
Ekim ayındaysa aynı gazetenin yayın yönetmeni (Ekrem Dumanlı) baskılar
nedeniyle görevini yapamadığını söyleyerek istifa etti. 30 Kasım’da gazeteciler
“ortak akıl toplantısı” başlığı altında bir araya geldiler. Mesleki dayanışma
açısından baktığınızda bu gelişmeleri nasıl değerlediriyorsunuz?
Fetullah Gülen ve medyasının durumu trajik... Uzun yıllar boyunca AKP
iktidarıyla koalisyon halinde iken Ergenekon'dan Ahmet Şık-Nedim Şener
davasına, KCK tutuklamalarına kadar çok sayıda haksız, yasa dışı ve gayrımeşru
operasyonlarda yürütme makamı idiler, Cemaatin medyası da bu operasyonların
öncesinde, sırasında ve sonrasında keşif kolu ve meşrulaştırıcı aygıt
gibi işlev gördü. Erdoğan ve AKP yetkilileri, kimse inanmasa da, 'Aldatıldık'
diyerek bu dönem yapılan haksızlıklardaki paylarını azaltmaya çalıştılar.
Halbuki onlar resmi olarak hükümetti. Koalisyon yani ortaklık bozulunca, - ki
iyi oldu, çünkü bu sayede kamuoyu, iktidar içindeki çekişmeler sayesinde dönen
dolapların bir kısmını öğrendi,- bu kez Saray ve AKP, Cemaati bir numaralı düşman
ilen etti ve kendi deyimleriyle 'inlerine girip', bu yapıyı tamamen çökertmeye
yönelik operasyonlara başladı, Aralık 2015'de bu operasyonlar hala sürüyor.
Cemaat medyası evet bugün yoğun baskı altında. Bu nedenle mağdurun kimliğine,
geçmişine bakmadan, baskıyı yapan iktidarın karşısında olmak gerekir.
Belki bugünün misyonu değil ama Cemaat medyasının geçmişteki iktidar
yanlısı, demokrasi karşıtı, solcu düşmanı yayınları konusunda esaslı bir
özeleştiri vermesi gerekir. Böyle bir özeleştiriyi yapabilecek ideolojiye,
dürüstlüğe ne yazık ki sahip değiller. Hep iktidarı hedeflemiş, uzunca bir süre
de iktidar olmuş bu tür yapıdan bir muhalif refleksi, davranışı bekleyemeyiz.
Ayrıca hala sağcı, laiklik karşıtı, hala devletçi bir yapı olarak, bunlar,
gerçek anlamda bir muhalefet alternatifi oluşturamaz.
Cemaat, iktidarda iken, Türkiye Gazeteciler Cemiyetini ele geçirmeye
kalkıştı. Başaramadı. Sonra gidip kendi derneklerini kurdular. Cemaat, bugün
Gülen'e terörist diyen çok sayıda anlı şanlı gazeteciyi, milyonlarca lira
harcayarak, beş kıtadaki Hizmet okullarına propaganda gezilerine götürdü. Bu
gazeteciler de Gülen'i o zamanlar övüp övüp bitiremediler. Yazıları arşivde
duruyor. Özeleştiri yapana rastlamadım. Cemaat, bugün İsa'ya da Musa'ya
da yaranamayacak bir konuma düştü. Gazetecilik muhalefet mesleğidir. İktidara
koltuk değneği sağlama mesleği değil...
Tuluhan Tekelioğlu, iktidar yüzünden baskı
gören gazetecileri konu alan "Persona Non Grata” adında bir belgesel
hazırladı. Gösterime girdiği gün belgeselde kimlerin yer alması/ almaması
gerekirdi gibi bir tartışma başladı. Doğrusu gazeteci Ahmet Şık’la Derya Sazak,
Fatih Altaylı, hatta Aydın Doğan gibi bir medya patronunu yan yana görmek biraz
tuhaftı. İsimleri tek tek öne çıkarmasak da medya patronu ile çalışanının
mağduriyetini birlikte düşünmek garip geliyor. Siz bu konuşmaları nasıl
yorumladınız?
Bu belgeseli izledikten sonra bir değerlendirme yazısı yazmıştım.(7).
Mesele bence konum ya da perspektif. Siz Türkiye'de basın özgürlüğü meselesine
nereden, hangi açıdan, hangi gözlükle bakıyorsunuz? P24 gibi kıdemli
gazetecilerin, mesela Hasan Cemal, bulunduğu bir örgüt böyle bir belgeselin
prodüktörü olarak imzasını koymuşsa dikkatli davranması gerekirdi. Gerçi P24'de
uzun süre yandaş medyada görev yapıp, oradan uzaklaştırılınca basın özgürlüğü
kahramanlığına soyunanlar da var...
Bir yandan da Türkiye'nin paradoksu: Evet, maalesef Aydın Doğan da Ahmet
Şık da iktidarın baskısı altında. Baskının kaynağı aynı ama türü, amacı,
yarattığı mağduriyet farklı. Aydın Doğan vakti zamanında Ahmet Şık'ı işinden
etmişti. Mesele sadece bugün ve geçmişde farklı konumlarda olmak değil. Yapısal
olarak zıt kutuplarda olanı bir aradaymış/berabermiş/ortak mağdurmuş gibi
göstermek doğru değil. Sapla saman birbirine karışmış bu belgeselde. İdeolojik
duruş da mesleki açı da sakat.
Nisan 2010’da yaptığımız söyleşide “her
gazetenin bir varlık sebebi vardır” diye konuşmuştuk. O günden bugüne de
Türkiye’de medya yapısında çok belirgin değişiklikler yaşandı. 2002 sonrasına
bakıldığında iktidar - muhalefet ikili yapısının dışında iktidar partisi
yanlısı, devlet - özellikle de TSK karşıtı bir üçüncü ayak göründü ve hızla
yine bahsettiğim ikili yapıya dönüldüğünü söylemiştiniz. Şimdi basit bir
sınıflandırma yapmaya çalışırsak nasıl bir tabloyla karşılaşıyoruz?
Bilgi Üniversitesinden Doç.Dr. Esra Arsan ile Galatasaray Üniversitesinden
Doç.Dr. Ceren Sözeri'nin farklı tarihlerde yaptıkları medya mülkiyeti
araştırmaları var.(8) Tablo çok sık değişiyor. Çünkü iktidar bir yandan mesela
2015 sonlarında Cemaat medyasına el koyarak bu medya organlarını yandaş hale
getiriyor, öte yandan da sanal medyada ya da yazılı basında yeni yeni siteler,
dergi ve gazeteler piyasaya çıkıyor. Tabi ki tüm medya organlarının varlığının,
piyasaya çıkmalarının bir hikmet-i sebebi var. Bunu da esas olarak siyasal
çalkalanmalar, siyasi güçlerin kategorilenmesi belirliyor. Piyasaya
baktığımızda, Saray ve AKP iktidarı, son 2 yıl içinde diyebiliriz, çok sayıda
yeni günlük gazete çıkardı: Milat, Millet, Vahdet, Diriliş Postası, Yeni Söz ve
Yeni Yüzyıl... Açılıp kapanan internet sitelerinin çetelesini tutmak çok zor.
Ama Cemaat'in elinden alınan gazete ve TV kanallarını bir yana koyarsak,
oturup ince ince, satır satır okursak, ki ben 1-2 kez yaptım, bunaldım,
sıkıldım, sözünü ettiğim gazeteler arasında nüanslar var. Bir blok olduğu gibi
Saray'ın Basın ve Halkla İlişkiler Bürosu işlevi görüyor. Ama son çıkanlara
baktığımızda, aralarında, iddiaya göre Davutoğlu'na hatta Gül'e daha
yakın olanlar sırıtıyor. Genel sınıflandırmada, giderek iktidara meyleden
Hürriyet var. Cumhuriyet-Birgün-Evrensel-Yurt-Özgür Gündem'in oluşturduğu
muhalefet bloku var. Aydınlık, özellikle 1 Kasım seçimlerinden sonra olduğu
gibi Saray medyası kategorisinde. Marjinal sayılabilecek bazı siyasi akımların
(BTP, MHP, MHP2, Erbakancılar, Nurcular...vs...) da günlük gazeteleri var. Adı
sanı bilinen 20 günlük gazete varsa, gün oluyor, bunların en az 15'i aynı
manşetle çıkabiliyor. Argoda buna 'Papaz olmak' deniyor. Müslüman gazeteler
için hoş bir deyim...
Matbuat, basın, medya gibi kategoriler
üzerinden düşünüldüğüde sosyal medya yeni bir kategori mi yoksa medya
içerisinde mi ele alınmalı? Bugün artık e-mail grupları, Twitter, Facebook gibi
araçlar sayesinde resmi sansür aşılabiliyor. Profesyonel gazeteciler açısından
da önemli kaynaklar sunmanın yanı sıra özellikle işsizlikle mücadelede bağımsız
gazetecilik açısından bir mecra da sunuyor. İktidarın sosyal medya üzerindeki
etkinliğini arttırması, TİB kararlarıyla internet sitelerine erişim
engellenmesi gibi yeni gelişmeler de bu mecranın önemi üzerine düşündürüyor.
Siz ne söylemek istersiniz?
İnternet ve sosyal medya bence yeni bir kategori. Çünkü matbuat, basın ve
hatta medyanın yapısal/teknolojik/kullanım özellikleriyle kıyaslandığında,
önemli ve büyük değişiklikler arzediyor. Ama hammaddesi açısından yani dolaşan
bilgi-haber-fikirler açısından bakıldığında, tayin edici bir dönüşüm/değişim
yok.
Sosyal medya, kuşku yok ki, habere/bilgiye erişimi kolaylaştırdı ve
hızlandırdı. Aynı zamanda, hem bilgisayarlar, tabletler ve özellikle akıllı cep
telefonları sayesinde, bilgiye erişmek isteyen insan sayısını 100'le 1000'le
çarpıp çoğalttı. Kamu ve yurttaş açısından tüm bu olumlu niteliklerine rağmen,
İnternet-Sosyal Medya, toplumsal hatta kişisel ilişkileri erozyona uğrattı.
Fransızlar bilhassa Güney Fransa, İnternete mesafeli yaklaşır. 'Ekran ve tuşlar
sayesinde, aynı anda belki bin kişiyle yazışabilirsin ama çalışma odanda tek
başınasın!' doğru bir saptama. Bir tane daha: 'Artık İnternet'de her şey var.
Sayfayı açıyorsun, bir tıkla istediğin pizzayı seçiyorsun, kredi kartınla
ödemeyi de iki tıkla yapıyorsun, ama o pizzayı eve getirecek yine de bir
motosikletli lazım. Ekrandan çıkmıyor yani pizza!'.
İşin siyasi yanına gelince, evet geleneksel ya da yandaş ya da egemen
medyadan bıkanlar, sosyal medyadan haber, bilgi ve fikir alıyor. Biz
Gezi'yi, Roboski'yi, Aralık 2015'de Kürdistan'daki kıyımı sosyal medyadan
öğrenebildik. Bilgilenme açısından, mesela kitap okumak ile gazete okumak
arasındaki ne kadar fark varsa, bence gazete okumak ile internette bir sayfayı
okumak o kadar farklı. Hele 140 vuruşla sınırlı Twitter! Her seferinde bir
reklam sloganı yazar gibi bir şey yazmak zorundasın.
Türkiye internetin en pahalı ve en yavaş olduğu ülke. Rekor sayıda site de
devlet tarafından yasaklandı. Kaçınılmaz olarak sosyal medya önümüzdeki dönemde
bugünden de daha popüler, daha etkili olacak. Yurttaş olarak, profesyonel
gazeteci olarak, sosyal medyayı doğru kullanmayı öğrenebilirsek, olumlu
yanlarından daha iyi yararlanabiliriz.
1978-2015 dönemi sizin gazetecilik
döneminiz… Kendi gazetecilik geçmişiniz üzerinden bakıldığında; gazetecilik
adına özeleştiri süreci/ yüzleşme vs. başlayacaksa bunu hangi kırılma
noktalarından yürütmeyi önerirsiniz?
1980'de basın, blok olarak darbeyi destekledi. Cunta buna rağmen 12
Eylül'den sonra basına ciddi bir şekilde sansür uyguladı. Hiç kimse mükemmel
değildir, ben o zamanlar Hürriyet'te çalışıyordum, Selimiye'den Sıkıyönetim'den
bildiriler gelirdi: 'Şu şu haberin yayınlanması yasaktır' diye. Bazen bizim
bile bilmediğimiz olayların haberleri yasaklanırdı. Sonra oradaki... yüzbaşı
mıydı... profesyonelleşti ama bizim işimizi elimizden almaya kalktı. ' X haberi
iç sayfalardan tek sütuna resimsiz olarak verilecektir' diyerek haber değeri ve
mizanpaj faaliyetine de katıldı. O dönem patronlar da, yazarlar da,
gazetecilerin neredeyse hepsi, bu uygulamalara pek karşı çıkmadı. O döneme
ilişkin inceleme ve anı kitaplarında (9) bu uygulamaların ayrıntısı var. Türk
basını 12 Eylül'de bir kırıldı.
1991'de bir daha kırıldı. Aydın Doğan'ın Milliyet'i satın almasının
ardından 'Ya sendikadan istifa edeceksiniz ya da Milliyet'ten çıkarılacaksınız'
demesiyle, başta üst ve orta düzey yöneticiler olmak üzere çoğu gazeteci
koşa koşa sendikadan istifa etmeye gitti. Sendikasız kalınca sadece patronlara
karşı örgütsüz ve dağınık hale gelmedik ayrıca mesleğimizi savunmak, editoryal
bağımsızlık, çalışma koşulları ve özlük haklarımız konusunda da müthiş
zayıfladık. Umur Talu, o zamanlar Milliyet'de üst düzey yönetici idi. Bir kaç panelde,
bir kaç yazısında bu sendikasızlaşma sürecini ve olumsuz etkilerini söyleyip
yazmıştı.
Bir üçüncü kırılma noktası olarak...Aslında bizim basın sürekli olarak
kırılmaktadır, oysa ki mesela bir vazo bir kere kırılır sonra o, vazo
olmaktan çıkar, vazo kırıkları olur, bizim medya da kör topal, kırık
dökük, yamalı mamalı varlığını sürdürmeye çalışıyor, hayatta kalmaya çabalıyor.
Babıâli'den İkitelli'ye taşınma da sıradan, basit, masum bir lojistik, bir
deplasman değildi aslında. Basını, gazetecileri kentten (Polis'ten), günlük
hayattan koparma girişimiydi ve başarıya ulaştı. Eskiden Cağaoğlu'nda iken, işe
vapur, otobüs ya da dolmuşla gider, öğlen yemeğe çıkar, çevre lokantalardaki
insanlarla, esnafla muhabbet edebilirdik, iş bitiminde Cemiyet'in lokalinde bir
şeyler yiyip içerdik. Üstelik de o zamanlar, Tercüman'da Aydınlık'ta ya
da Milli Gazete'de çalışan meslekdaşlar arasında bugünkü gibi bir
kutuplaşma/düşmanlaşma yoktu. Biz, gazeteciler olarak, gazeteci örgütleri
olarak, bu taşınma işine hiç karışmadık. Efendim, Dalan bedava arazi
vermiş, hava alanına yakınmış, matrisler daha kolay gidecekmiş, daha geniş
mekanlarımız olacakmış...filan falan. Oysa ki 1983-87 yıllarında, ben Londra'da
BBC'de çalışıyordum, Murdoch, gazetelerinde büyük çaplı bir otomasyona
gidip, onlarca gazeteci ve çalışanı işten attı, geleneksel basın semti Fleet
Street'ten Londra'nın yeni sosyetik semti Thames kenarındaki eski dokların
oraya taşınmaya karar verdi. Biz de yurttaş olarak, okur olarak her Cumartesi
akşamı doklarda açılan yeni Murdoch matbaasının önüne gidip, işten atılıp greve
çıkan meslekdaşlarla birlikte, basılan gazetelerin dışarı çıkmasını engellemeye
çalışırdık. Atlı polislerle ilk orada kötü bir şekilde tanışmıştım.
Londra ayrı bir mesele de...Bizim Babıâli'yi terk etmememiz lazımdı.
Gezi olayları sırasında yalancı gelin
Zehra, camide içki ve benzeri haberlerle “yaranmacı gazetecilik” çok
görünür oldu, bunlar akla aykırı haberleri gerçekmiş gibi servis etmeye devam
ettiler, ediyorlar. Türkiye’de iktidarın ihtiyaçlarını “doğru” tespit edip
kalemine ona göre ayar veren bir gazeteci tipi hep oldu, hükümetler de böyle
adamlara kolayca ulaşabileceğini zaten biliyorlar. Bu durum yeni ve güçlü bir
hükümetle medya ilişkisini daha başlarken çürütüyor, ne dersiniz?
Bence mevcut siyasi iktidar, ona biat eden medya da öyle pek akıllı,
pek zeki değil. Her ikisi de ince iş yapmıyor. Kaba saba davranıyor. Meydan
okuyorlar, kabadayılık taslıyorlar. Şiddetten medet umup, şiddetle besleniyorlar.
Batı'daki burjuvazi ve onların devletleri de pek matah değildir ama onlar
iktidar etmeyi daha yumuşak, daha akıllı, muhalefete hayat hakkını tanıyarak
daha az sevimsiz bir şekilde beceriyor.
Saray'ın özel sözcüsü Akit gazetesi ve Cem Küçük...
Kabataş gibi bir yalana sarıldılar, aralarından bir kaçı bu yalan rüzgarına
kapılmadı ama çoğu inanmadıkları bu efsane konusunda israr ediyor. Çünkü
Reis'den geldi ilk işaret...
Ethem Sancak medyasında bir kopma olmuştu. Son olarak kendisini 'Hür
Yandaş' ilan eden bir gazeteci de, (Hem Hür hem Yandaş ne demek? Hürsen yandaş
değilsin, yandaş isen hür değilsin! Kendini kandırabilirsin ama bir gün sen de
böyle bir konum olamayacağını herhalde kabul etmek zorunda kalacaksın)
kendi gazetesinden ayrılmak zorunda kaldı. Daha önce de çok sayıda
liberal yazar (Ne demekse?) yandaş medyadan uzaklaştırılmıştı. Tetikçi yazar,
'Aramızda 7 hain var' diyerek yandaş medyada yer alan adı sanı belli
gazetecileri, yazarları kınadı. Söylemin özünde 'Hain' kavramı var. Sanki medya
ortamı değil de mafya örgütünden söz ediyor...Neyse.
Bir de tiraj meselesi var. Yandaş medya, resmi ilan alabilmek ve kendini
'manda gibi göstermeye çalışan kurbağa' kılığına girmek istediği için,
tirajlarını en az 3'le 4'le çarpıyor, şişiriyor.
Cemaat ile AKP kapışmasında olduğu gibi, ben çok uzak olmayan bir
gelecekte, yandaş medyanın kendi içinde bir kapışma bekliyorum.
Siyasi-ideolojik nedenlerle değil de daha çok çıkar çelişkisinden...
(1) Ümit Alan,
Saray'dan Saray'a Türkiye'de Gazetecilik Masalı, 336 s., Can Yayınları,
Istanbul, 2015
(2) Enis Tahsin Til,
Gazeteler ve Gazeteciler, 564 s., Cümle yayınları, Istanbul, 2015
(3) Hıfzı Topuz,
II.Mahmut'dan Holdinglere Türk Basın Tarihi, 471 s., Remzi kitapevi, Istanbul,
son baskı 2015
(4) EDWY PLENEL, Un
Temps de chien (Köpek Zamanı/Rezil Bir Dönem), 208 s., Collection Folio
actuel (n° 49), Gallimard yayınevi, Paris,1996
(5) Haluk Gerger,Türk
Dış Politikasının Ekonomi Politiği
("Soğuk
Savaş"tan "Yeni Dünya Düzeni"ne), Yordam, 320 s., Istanbul, 2012
(6) AİHM kararı
için bkz. http://www.hrcr.org/safrica/expression/oberschlick_austria.html
(7)İstenmeyen Kişi
Gazeteci mi? - Tayin edici olan perspektiftir!, Birgün gazetesi, 24 Mayıs 2015
Pazar eki veyawww.apoletlimedya.blogspot.com
(8) Ceren Sözeri, Bkz. http://www.academia.edu/11666339/T%C3%BCrkiyede_medya_sahipli%C4%9Fi_2015,
Ayrıca, Ceren Sözeri ve Zeynep Güney, Türkiye’de Medyanın Ekonomi Politiği:
Sektör Analizi (İstanbul: TESEV Yayınları, 2011), s. 15. Ayrıca, Esra Arsan ve
Savaş Çoban, Medya ve İktidar, İstanbul: Evrensel Basım Yayın, 2014.
(9) Mehmet Sucu, 12
Eylül Yasakları (Halk Bunu Bilmesin), Cumhuriyet Kitap, 194 s., 2010 ya da
Hasan Cemal, 12 Eylül Günlüğü, - Tank Sesiyle Uyanmak, Everest, 422 s, 2012 ve
Hasan Cemal 12 Eylül Günlüğü 2 - Demokrasi Korkusu, Everest,485 s. 2012
Ayrıca, Zeki Saral, Biz Bir Aileyiz, Yurt-Kitap Yayın, 224 s.1989
TOPLUMSAL TARİH DERGİSİ OCAK 2016 SAYI 265 ( s.28-36)
Yorumlar