Ana içeriğe atla

KÖTÜLÜĞÜN MEDYASI


Medya mülkiyeti yayın politikalarını saptıyor. Beyine, yüreğe, vicdana, bilgi ve düşünme yeteneğine ihtiyaç olmayan ortamda gazeteci, havuz medyasının mürettebatı oluyor. Medyanın üç sacayağı, patron-gazeteci-okur, sorunlu. Belki de bu toplum bu medyaya müstehak! 




Engeli aşmak için engelin ne olduğunu iyi anlamak lazım. Yapı sökmek/bozmak için yapının derin, ayrıntılı tahlilini yapmak gerek. Yapının, mekanizmanın nasıl çalıştığını, boyutlarını, aktörlerini tek tek incelemek lazım. İşin teorik yanı ile pratik yanını ayırmak ve birleştirmek gerekiyor. Bu çalışmada, nispeten kısa ve yüzeysel de olsa, işin geçmişi, yani tarihçesi bize bazı ipuçları verebilir. Bu arada esasla taliyi de iyi ayırt etmek, ayrıntıya gereken önemi verip çok da üzerinde durmamak iyi olur. Çünkü mesele bütünü görmek. Sakat, aksayan, bozuk yanları saptadıktan sonra nedenler üzerinde durup çare üretmek de, çözüm yol ve yöntemlerini önermek de zengin bir tartışma platformu yaratmanın ilk adımları olabilir.
Bugün Kürdistan’da yaşananların Türk egemen medyasına yansımalarını salt teknik/mesleki gerekçelerle açıklayamayacağımız gibi bu olumsuzluğu sadece siyasi/ideolojik yaklaşımlarla da tam olarak kavrayamayız. Bu nedenle işin toplumsal ve kültürel boyutları da gündeme gelmeli.

İsmini doğru koymak
Özetlemek gerekirse, minimum vicdan ve akıl sahibi bir insanın kolay kolay kabul edemeyeceği bir manzara ile karşı karşıyayız: 1 Kasım seçimlerinden bu yana başta Cizre, Silopi, Gever, Siverek, Lice ve Sur olmak üzere Kürdistan’ın birçok ilçesinde iktidar, ağır silahlarla Kürt halkına, kültürüne, mülkiyetine ve en önemlisi yaşam hakkına yönelik bir kırım harekatı sürdürüyor. Bu askeri operasyonların yanı sıra Kürt siyasi hareketine karşı da dokunulmazlıkların kaldırılması, partinin kapatılması, yönetici ve üyelerinin gözaltına alınması girişimleri sürüyor. Kısacası, iktidar, Kürtlere karşı topyekün bir savaş başlatmış durumda. Tüm bu saldırılar, “Terörizme Karşı Mücadele” adı altında sürdürülüyor. Zaten daha bu noktada bir sorun var: Çünkü bebeklerin, çocukların, silahsız yaşlı insanların vurularak öldürülmesi, 20 gün süren sokağa çıkma yasakları, sivillerin evlerinin tanklarla, toplarla yıkılması, ilçe sakinlerinin beyaz bayraklara sığınıp saldırı alanlarından çıkmaya çalışması, terörle mücadele konseptinin bir parçası olamaz. İktidar, tabii ki açıkça itiraf edemiyor ama söz konusu olan, terörle mücadele değil, Kürtleri sindirme operasyonu. HDP Eşbaşkanı Demirtaş zaten bu durumu, “3-5 PKK’liye karşı 2 generalin komutasında binlerce asker, polis ve özel timle mi mücadele ediyorsunuz?” diyerek teşhir etmişti.

Havuz medyası bez isteyen Cafer konumunda
Devletin ideolojik aygıtlarının (Bkz. Althusser  http://www. iletisim.com .tr/kitap/ ideoloji -ve- devletin-ideolojik-aygitlari/6986#.VopSqraLTIU) konumuna bakalım: Askeriye, artık tamamen iktidarın, Saray’ın silahlı gücü görünümünde. Yargı keza, Saray’ın direktifleri doğrultusunda soruşturma açan, hüküm kuran bir mekanizma haline geldi. Eğitim, 4+4+4 sistemi ve TÜRGEV’in müdahaleleri ile Saray’ın formatladığı şekle dönüşüyor. Yasama ve Yürütme’den söz etmeye gerek bile yok. Çünkü bu iki aygıtın Saray’dan bağımsız bir şekilde görev yaptığını kimse iddia bile edemiyor. 
Bizi daha çok ilgilendiren ideolojik aygıt, medya.
Türk egemen medyası, Kürdistan’daki kırım operasyonunu, egemenlerin bakışı ve isteği doğrultusunda, terörizme, bölücülüğe ve PKK’ye karşı resmi, yasal ve meşru bir mücadele gibi göstermeye çalışıyor. Kaçınılmaz olarak da bu konuda zorlanıyor. Sürekli olarak yalan söylemek durumunda kalıyor. İsim, resim ya da herhangi somut bir bilgi vermeden onlarca PKK’liyi öldürülmüş gösteriyor. Farklı gazeteler, resmi makamların verdiği ölü sayısını az ya da çok bulduğu için değiştiriyor, böylece havuz medyasının farklı organları farklı sayılar vermiş oluyor. Çelişkiye düşüyor. Kurşunlanan bebekleri, çocukları, yaşlı kadınları terörist olarak kayda geçiriyor. Bir yazdığını bir daha yazamıyor ya da tam tersini yazıyor. 

Bir sor bakalım acaba?
Havuz medyası tabii ki gazetecilik yapmıyor; ajitasyon, propaganda ve iktidarın halkla ilişkilerini ve reklamını yapıyor. Çünkü gazetecilik yapacak olursa, kendi mantıkları ve terminolojileriyle düşünsek bile yanıtlayamayacağı bir dizi soru ile karşı karşıya kalacak:
*  Sıkıyönetim dönemlerinde bile rastlanmayan bu kadar uzun süreli sokağa çıkma yasakları yasal ve meşru mudur?
*  PKK, YDG-H, milisler ya da mahalle sakinleri, evet hendek, barikat kurdu. Peki acaba neden kurdu? Ne zaman kurdu? Ne zaman kaldırdı? Bu arada kaç kişi resmi kurşunlarla öldürüldü?
*  Cizre’nin, Silopi’nin, Gever’in, Lice’nin, Siverek’in, Sur’un tüm sakinleri terörist mi?
*  PKK, eğer doğruysa, kendisini destekleyen mahallelerdeki bebekleri, yaşlı kadın ve insanları neden vuruyor?
*  Yakılan, yıkılan cami ve konutların duvarlarında mermi, roket ya da havan topu izleri hatta bazen bunların boş kapsülleri, çekirdekleri de bulunuyor. Bunlardan hiç olmazsa birkaç tanesini alıp özel ve bağımsız bir laboratuvarda tahlil ettirip ateş edenleri saptamak söz konusu olabilir mi?
*  Operasyon yapılan ilçelerin 7 Haziran ve 1 Kasım seçimlerinde hangi partiye daha çok oy verdiği bir haber unsuru olabilir mi? 
*  Öz yönetim, özerklik nedir? Nerede, nasıl, ne zaman uygulanmıştır? Uygulanabilir mi? Türkiye için olumlu ya da muhtemelen olumsuz yönleri neler olabilir? 
*  Cumhurbaşkanı Dolmabahçe sürecini neden ve nasıl birdenbire bitirmiştir?
* PKK’ye vurulan her darbe IŞİD’i güçlendirir mi? 
*  Saray, Rojava’daki gelişmelere neden tepki gösteriyor?
Egemen medyadan, havuz medyasından bu tür sorular sormasını beklemek safdillik olur herhalde. Her ne kadar gazetecilik esas olarak soru sormak ve bu sorulara yanıtlar aramak mesleği olsa da... 
Bu egemen medya, gazetecilik için olmazsa olmaz bir koşul olan özgürlük ve bağımsızlıktan tamamen yoksun. Egemen medyanın kendine has bir aklı ve zekası da yok. Havuz medyası olduğu gibi, maddi ve manevi olarak Saray’a bağlı. Gazeteci değil bunlar, ulak oğlanı. Haber değil propaganda ve ajitasyon taşır, getirir, götürürler. Havuz medyasının başındaki yöneticilerin, editörlerin, beyne, yüreğe, vicdana, bilgi, fikir ve kültüre ihtiyaçları yok. Onlar “printer” (yazıcı) gibi. Biri tuşlara basar; kelimeler, cümleler yazar; egemen medya da bu yazılanları kağıda geçirir ya da televizyonda mikrofona okur. Printer’ın aklı, zekası, muhakeme yeteneği, analiz ve sentez kabiliyeti yoktur. Printer, kendisine iletilen yazıları basar, o kadar! Yazar ile yazıcı arasındaki önemli farkı Fransız düşünür Roland Barthes çok iyi açıklamıştır. (Bkz: L’écrivain accomplit une fonction, l’écrivant une activité; juliengautier. net/.../download. php?...barthes_e..)

Yeni değil bu tarz
Türk egemen medyasının tarihi de sabıkalı. Adı üzerinde egemenlerin medyası olduğu için tarih boyunca hep iktidarın sözcülüğünü üstlenmiş olan basın, devletin yasadışı ve gayrimeşru operasyonlarını gizlemek ya da tahrif etmek için büyük çaba harcadı. Arşivler tanık...
1915’in gazetelerini tarayanlar Ermeni Soykırımı konusunda ne doğru ve ciddi bir habere ne de anlamlı bir yoruma rastlayabilir. Keza 1925 Şeyh Said hadisesi İstanbul matbuatına 3 ay sonra, o da tabi tahrifatlı olarak yansımıştı. 37 Dersim Kırımı konusunda yazılanlar ise açıkça ırkçı yayınlar. Bu konuda Faik Bulut’un “Türk Basınında Kürtler” başlıklı çalışmasında yüzlerce örnek var. (Bkz. http://www.kitapyurdu.com/kitap/turk-basininda-kurtler/67561.html) 

Üçü de sakat!
Türk egemen medyası, 2002’den bu yana önemli bir değişim/dönüşüm sürecine girerek kamuoyunu bilgilendirmek amacından tamamen vazgeçip iktidarın önemli bir meşrulaştırıcı aygıtı haline geldi. Bu değişimi sağlamak için bilinen klasik yöntemler olan sansür, otosansür, gazeteci öldürmek, dövmek, gazete binasını basmak, Cumhurbaşkanı’na hakaret ya da başka geçersiz bahanelerle gazeteciler aleyhine dava açmak, yandaş medya yaratmak, yandaş gazetecileri egemen medyada işe aldırmak, işini yapan gazetecileri tutuklamak, gazetecileri işsiz bırakmak, medya şirketlerine vergi cezaları ile boyun eğdirmenin yanı sıra Saray iktidarı kayyım yoluyla medya şirketlerine el koyup, kendi aleyhinde yayın yapan gazete, radyo ve televizyonları yandaş medya saflarına katmayı da başardı. Yasadışı ve gayrimeşru bir şekilde olsa da... Kapitalizmin ana ilkesi olan mülkiyetin kutsallığına rağmen...
Topal balerin ya da kör ressam olamayacağı gibi bağımlı gazeteci de olmayacağı için mevcut Türk egemen medyasını gazetecilik/habercilik kriterleri ile ölçmek, değerlendirmek mümkün değil. Medyanın üç sacayağı olan, işveren, gazeteci, okur üçlüsüne baktığımızda da aslında vahim bir tablo ile karşı karşıya kalıyoruz:
*  İşveren kendi hilafına rağmen: Matbuat/ basın/ medya dönemlerinde medya işvereninin kimliği, statüsü değişim gösterdi. Babadan gazeteciler aile işletmesini en geç 1980’lere kadar sürdürebildi. (Simavi’ler, Nadi’ler, Bilgin’ler). Bilahare basın dünyasına mali sermaye, sıradan işadamları kılığında girdi (Aydın Doğan). Medya döneminin başlarında kimi işadamları, devletle arayı iyi tutmak, kamu ihalelerini almak ya da Başbakan’ın uçağına binebilmek için medya işvereni oldu. AKP ile birlikte medya işvereni kimliği büyük ölçüde değişti. Eskiden gazete sahibi olan iş adamına kamu ihalesi verilirdi. Artık kamu ihalesi alan iş adamına bir de mecburi bonus olarak medya şirketi veriliyor. İktidarın ekonomi-politiğinin en büyük gelir kaynağı olan inşaat gelirlerinin bir kısmı Saray’dan gelen telefonlarla bir havuzda toplanmaya başlandı. Ayrıca, iktidar kendisine yakın holdinglere, mesela Çalık ya da Demirören, bazen kamu bankalarının kredileri bazen de rica minnet ile medya kuruluşlarının mülkiyetini devretti. Hali hazırda Türk egemen medyasında gazetecilikten gelen ve gazetecilikten anlayan hiçbir medya işvereni kalmadı. Bu mülkiyet türü, kaçınılmaz olarak yayın politikalarını da belirliyor. Ve medya kuruluşları artık kamu çıkarı, yurttaşın habere özgürce erişim hakkı gibi, piyasa değeri olmayan işlevlerle uğraşmıyor. Varsa yoksa tek hedefleri kâr, ama bir yandan da iktidarı desteklemek zorunda oldukları için istedikleri kadar tiraj alamıyor yani satamıyorlar. Bunun da çaresi, düşük tirajları, resmi dağıtım raporlarında gerekirse dörtle beşle çarpmak. Böylelikle bir yandan resmi ilan alma hakkına kavuşuyor, bir yandan da tirajını yüksek göstererek yapay/sahte bir prestij kazanıyor. Kazandığını sanıyor...
Gazeteci de artık iktidar oyuncağı: İkinci sacayağı olan gazeteci de 80’lerden sonra mutasyona uğradı. Aslında “Tanrı Gazeteci” Ertuğrul Özkök’le başlayan bu süreç, Uğur Mumcu gazeteciliğine (-ki mükemmel değildir) çamur atarak depolitizasyonu övmüş, iktidarın yanıbaşında, klasik/geleneksel gazetecilik ilkelerini çiğnemeye başlamıştı. İktidar sahipleriyle yaptıkları telefon görüşmelerinin içeriği başyazı olarak sayfalara yansırken, bu tür gazeteciler, iktidardakiler ve zenginlerle aynı mekanlarda ikamet etmeye başlamış, böylece zihniyet olarak da onların dünyasının birer parçası haline gelmişlerdi. Gazetecilik o zamanlar, kentten (Polis’ten) koparılmış steril/dezenfekte cam/çelik çalışma mekanlarında icra edilirken, akşamları kentin pahalı gece kulüplerinde muhabbet eden, gece de dikenli tellerle çevrili, kameralı ve bekçili sitelerde yaşayanların mesleği idi. Kısacası o gazetecilerin hayatı “Plazza-Leila-Villa” üçgeninde geçerdi. Onlar San Francisco’daki T-Bone Steak lokantasına gidip orayı öven yazılar yazar ama Ankara’nın doğusundan hiç bahsetmezlerdi. Yuppie (genç, kentli ve meslek sahibi) idiler. Çok dar bir dünyaları vardı. İyi tahsil görmüşlerdi, birkaç yabancı dil bilirlerdi. Ama mesela Kürtçe diye bir dilin varlığını inkar ederlerdi. Sözümona elit idiler ama hiç de asil değildiler. Böyle plastik, naylon bir edaları vardı.
*  Ece Ayhan’ın ‘Kötülük Toplumu’: Üçüncü sacayak olan okur da kaçınılmaz olarak bu değişim/dönüşüm furyasından nasibini aldı. Ya da “Kötülük Toplumu” gazeteciyi ve işvereni de olumsuzluğa sevk etti. Eskiden gazetesine sadık bir okur kesimi vardı. Tercümancılar ya da Cumhuriyetçiler... Gazetelerin piyango bileti haline dönüşüp kuponla armağanlar vermeye başlamasıyla sadık okur kesimi ortadan kalktı. Her okur en çok istediği armağanı, kuponu veren gazeteyi satın almaya başladı. Gazeteyi okumuyordu bile; kuponunu kesip gazeteyi masa örtüsü ya da kese kağıdı olarak değerlendiriyordu.
80 darbesinin ardından planlı ve bilinçli olarak bir kampanya şeklinde sürdürülen depolitizasyon ve akültürasyon sayesinde yeni dönemin okuru, yurttaşlığa ilişkin neredeyse tüm özelliklerini yitirmeye başlamış, sadece sıradan bir tüketici haline gelmişti. Siyaset kötü bir şeydi. Magazin iyi bir şeydi. Kitap filan okumaya gerek yoktu, çünkü kitaplar yakalanan teröristlerin, “anarçitlerin” silahlarıyla birlikte Emniyet’te teşhir ediliyordu. Sanki çok kapsamlı ve derin bir anket yapılmış gibi, o dönem medya yöneticilerine göre, “Okur, özel hayatlara meraklıydı”. İlginç zenginlik öyküleri istiyordu. Ayrıca kişisel bakım, sağlık ve özellikle cinsellik talep ediyordu. Anglo-sakson deyimle “serious” (ciddi) gazetecilik miyadını doldurmuştu. Artık topyekün popüler gazetecilik, yani magazincilik yapılacaktı. Bu eğilim güç kazanmasına rağmen Türk egemen medyası, baskıcı devleti savunmaktan hiç vazgeçmedi. Farklıyı kınayıp ayrımcılık yapmaya, hatta nefret söylemi ile muhaliflere, Kürtlere, solculara, kadınlara, gençlere, çocuklara veryansın etmeye devam etti. 
Türk egemen medyasının Türk toplumu üzerindeki etkisi tartışmalı ama egemen ideoloji -yani sağcılık, yani Kürt düşmanlığı, sol karşıtlığı- yine de yalan-dolanla, fotomontajla önemli bir okur kesimine empoze edilebiliyorsa ve bu kesim din, Allah, vatan, millet sloganları eşliğinde hala iktidarı destekliyorsa, o zaman bu toplum bu medyaya müstehak demektir. Le Monde’un kurucusu Hubert Beuve-Méry’nin ünlü sözüdür: “Her ülke layık olduğu gazeteyi çıkarır.” İngiltere’ye Guardian, Fransa’ya Le Monde, bize de Akit’le Takvim düştü!..

Egemen medyayı karaya oturtan Kürt meselesi
Bu arada Kürt meselesi, Türk egemen medyası için turnusol kağıdı işlevi gördü. Egemen medya, 1923’ten bu yana hiçbir zaman devletin resmi çizgisinden sapmadı. Kürt hareketi önce şekavet olarak damgalandı (1925), sonra çok uzun süre Kürt varlığı inkar edildi. (Kart kurt, Dağ Türkleri, Kürttürkleri, Orhun yazıtlarındaki Türk asıllı Kürtler...) Turgut Özal’ın Kürtlerin varlığını resmen kabul etmesinden sonra da egemen medya, geçmişteki inkarcı yayınlarını tamamen unutup bu kez de Kürt haklarının inkarı çizgisine geldi. Türk egemenlerine göre Öcalan, PKK, kötü Kürt’tü; Metiner-Miroğlu-Kızılkaya gibileri ise, yani devlet yanlısı korucu kalem erbabı iyi Kürt’lerdi. 
Yalçın Küçük ve Mehmet Ali Birand’ın Öcalan söyleşilerine kadar Türk kamuoyu, Kürtleri, PKK’yi sadece Genelkurmay’ın gözünden ve ağzından görebildi, duyabildi.

‘Hem dersini bilmiyor hem de şişman herkesten’
Bugünkü medyada gazetecilerin iktidarla ilişkilerine bakınca, Türk egemen medyasının esas olarak omurgasız, kişiliksiz, üstelik de beceriksiz şahsiyetlerin mekanı olduğunu görüyoruz. Bugün havuz medyasında köşe sahibi olan, TV’lerde program yapan ve tartışma programlarına uzman olarak çağrılan gazeteci ya da akademisyen görünümlü kişilerin mesleki varlık nedenleri AKP’dir. AKP iktidardan düştüğü gün, bunların hiçbiri demokratik bir ortamda, meslek ilkelerinin uygulandığı bir memlekette hiçbir gazetede görev alamaz. Hatta bugün bile bunların hiçbiri, Türkiye dışında, demokratik bir ülkede, herhangi bir medya organında ya da akademide kendine yer bulamaz.
Oturup tek tek örneklerle, isimlerle uğraşmanın iki sakıncası var: 
Birincisi, bu zatlar pek alıngan oldukları için, eleştiriye cevap verecekleri yerde, kimden öğrendilerse, mahkemelere başvurup yüklü tazminat talep edip kişilik haklarına saldırı, kendilerine de hakaret edildiğini iddia ediyor.
İkincisi, mesele şahsi değil. Mesele böyle bir ortamda, yani meslektaşların dövülüp gazetelerin basıldığı, yazar ve muhabirlerin işten atıldığı ya da hapse atıldığı bir dönemde, sen gazeteci olarak kimin yanındasın? 
Çok özel birkaç özel örneğe değinmeden geçmek de mümkün değil. Mesela bir tanesi, meslektaşlarımızı işten attırmakla hatta öldürmekle tehdit ediyor. İktidar sahipleri bu kişiyi savunuyor. Bir başkası gazete binasına baskın düzenliyor, sonra da iktidar tarafından önemli bir makamla taltif ediliyor. Son örnek de ilginç: Kab’e manzaralı otel odasında esrarengiz bir şekilde vefat eden bir şahıs, iktidar yanlısı kalemlerce yere göğe konamıyor ama yazdıklarından bir tek örnek bile alıntı yapamıyorlar. Çünkü iktidarın 1 numarasının içini okuyup kaleme döken bu şahıs, kendi cemaati dışındaki neredeyse herkese nefret söylemi içinde ağır hakaretler etmiş bir yazıcı!
Demokratik bir düzende bu üç örnek de yargı tarafından sorgulanır ve uygun yaptırımlara çarptırılır. Burada ise tam aksine övülüyor, destekleniyor neredeyse rol model olarak sunuluyor.
Kabataş yalancılarından biri de geçenlerde Sur’da polisin zırhlı aracında “embedded” muhabirlik yaptı. Demokratik bir ülkede bu tür gazeteciler, meslek örgütü tarafından, en ağırı “meslekten men” olan çeşitli cezalara çarptırılır. Demokratik ülkelerde kamuoyu da bu tür usulsüzlükleri zaten affetmez.
Gazetecilik muhalefet mesleğidir. Burada sözü edilen muhalefet, salt siyasi ya da parlamenter anlamdaki muhalefet değil. Gazeteci, toplumda doğru dürüst işlemeyen mekanizmaları, hata yapan sorumluları teşhir etmek için haber yapar. İktidarın icraatlarını övmek, Başbakanlık Basın-Yayın Enformasyon Dairesi’nin işidir. Sabah akşam sadece muhalefet partilerini eleştirmek, ancak iktidar partisi sözcülerinin görevidir.

Zemin çürük, mürettebat daha da beter
Sonuç olarak iki temel sorun var: Medya mülkiyeti, belki de daha geniş bir ifadeyle, Bourdieu’nün tabiri ile belirtmek gerekirse “Medya Alanı”, Türkiye’de başından beri, yani 1831’den bu yana sorunlu. Çünkü Batı’da medya, daha doğumunda esas olarak dönemin yükselen sınıfı olan ticaret burjuvazisinin ürünü olarak gün yüzüne çıkmışken, bizde iktidarın, Padişah’ın, yani Saray’ın girişimi, desteği ve yönlendirmesiyle doğdu. Saray, bugün hala Türk medyasının hem ekonomi-politik hem de ideolojik olarak en büyük, en güçlü mülkiyet sahibi... Dolayısıyla bizde matbuat-basın-medya, kamuoyunu doğru, dengeli, çok yanlı, özgürce ve hızlı bir şekilde bilgilendirme işlevini yerine getiremedi, yapısal olarak da zaten getiremez. Tüm bu mekanizma bizde, Chomsky’nin deyimiyle “rıza üretmek” için kuruldu ve hala bu amaç için çalışıyor. 
İkinci mesele, aslında biraz da birinci sorunun kaçınılmaz sonucu: Bizim medya, fikri, vicdanı hür olan gazetecilerden/habercilerden oluşmadı. Türk medyasının çalışan kumaşı, özellikle 1980’lerden sonra, entelektüel, kültürel ve eğitim düzeyi Batı’daki refiklerine kıyasla son derece düşük şahsiyetlerden oluştu. Bu cehalet ortamı aynı zamanda eleştiri, sorgulama, karşı çıkma reflekslerini de olağanüstü derecede zayıflattı. 80 sonrasında medyanın, bir yandan mali sermayenin bir yandan da siyasi iktidarın müştemilatı haline gelmesi, gazeteciliğin tüm işlevlerini hatta tanımını bile olumsuz bir şekilde değiştirdi. 
Türk egemen medyasının borusu sadece Edirne-Hakkari hattında ötebiliyor. Sınırı kuzeyden, güneyden, batıdan ya da doğudan bir santim bile geçince Türk egemen medyasının bütün parlak, renkli, kuşe cemali patır kütür dökülüyor. “Milli ve yerli medyanın” azameti, yabancı basınla kıyaslanınca yerlerde sürükleniyor.

RAGIP DURAN
YENİ ÖZGÜR POLİTİKA 11 Ocak 2016  
http://www.yeniozgurpolitika.org/index.php?rupel=nuce&id=50117

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Cumhuriyet gazetesi de Türkiye Cumhuriyeti gibidir:

  Kadim iktidar sahibi ama Cumhursuz ve bağnaz!   * Atatürk’ün emriyle kurulan Cumhuriyet gazetesi 100 yaşına bastı. Mustafa Kemal Atatürk ve T.C için olduğu gibi Cumhuriyet gazetesi için de şimdiye kadar elle tutulur, ciddi, çok yönlü, eleştirel perspektifli akademik ya da mesleki bir yayın yapılamadı. Ragıp Duran Cumhuriyet gazetesi hakkında şimdiye kadar yayınlanmış çeşitli yayınların çoğunu okudum. Büyük bir kısmı tek yanlı bir Kemalizm güzellemesi şeklinde kaleme alınmış. Kuşkusuz 100 yıllık tarihinde bu gazetenin gerçekleştirdiği sınırlı sayıda da olsa olumlu siyasi ve medyatik etkinlikler yok değil. Mesela Yaşar Kemal’in Anadolu röportajları. Ya da CUMOK’un ilk baştaki girişimleri. Okay Gönensin’in taslağını hazırladığı Vakıf yapısı. Celal Başlangıç’ın Kürt bölgesi haberleri… Cumhuriyet gazetesi herhangi bir günlük gazete değil. Adı, tarihi, mülkiyeti, yapısı, yayın politikası büyük ölçüde Mustafa Kemal Atatürk ve Cumhuriyet rejimi (1923-2002)   ile neredeyse özdeş. Gaze

Midilli’den İzlenimler: Ada değil Memleket…

  * Kitap tanıtım toplantısı bahanesiyle Türkiye’den gelen kırk yıllık arkadaşlarımla şahane 5 gün yaşadım Midilli’de. Eski ve yeni fotograf kareleri… Ragıp Duran Midilli, Ege’de Türkiye’nin hemen yanı başında kocaman bir ada. İzmir, Ayvalık ya da Dikili’den motorla en fazla 1 saatte ulaşıyorsun.   Benim Yunanca kitabımın tanıtım toplantısı için Midilli’de göçmenlerle çalışan Birarada Derneğinin davetlisi olarak adaya vardık. Yayıncım Yorgo Giannopoulos, ben ve Yiğit Bener, ‘’Selanik Sürgünü’’ kitabının Midilli’deki tanıtım toplantısında 23 Mayıs 2024 Ben 15-20 sene önce, birisi Türkiye-Yunanistan Defne Dostluk Derneği ile ikincisi mektepten arkadaşlarımla gezmeye Midilli’ye gitmiştim. Öyle turistik bir Yunan adası değil. Dağları tepeleri, yeşil vadileri olan güzel bir kara parçası. Son zamanlarda Türkiye’den günde 4-5 motorla yüzlerce turist geliyor. Ada halkı özellikle de esnaf memnun. Çünkü, ‘ ’Türkiye’den gelenler bize (Yunanlılara) çok benziyor. Alman, İngiliz ya da Fran

Ümit Kurt - Kanun ve Nizam Dairesinde / SOYKIRIM TEKNOKRATSIZ OLMUYOR!

  *Kurt’un son çalışması, bir çok yeni gerçeği belgeleriyle su yüzüne çıkarıyor. M.R.Mimaroğlu örneği,   sadece 1915’i değil günümüzü de açıklıyor.   Ragıp Duran   Tarih kitaplarının amatör bir okuru olarak, bizim kuşak, Kürt Meselesini İsmail Beşikçi’nin, Ermeni Meselesini de Taner Akçam’ın çalışmalarından öğrendi.   1915 Ermeni Soykırımı Araştırmalarının öncüsü olan Akçam’ın açtığı yolda ilerleyen tarihçi Kurt, bir önceki kitabında soykırımın Antep somutunda hem mikro analizini yapmış hem de yerel eşrafın (Aktörlerin) konum ve katkısını incelemişti.   Son çalışması olan ‘’Kanun ve Nizam Dairesinde’’ (Aras, 2023, Istanbul, 255 s.) ise, orta hatta üst düzey bürokrat Mustafa Reşat Mimaroğlu’nun (1878-1953) mesleki ve siyasi yaşamını irdelerken, 1915’in bürokrasi boyutunu sergiliyor. Kurt’un kitabını okurken altını çizdiğim bir kaç özellik var: * Akademik çalışmalarının bir bölümünü Kudüs’de gerçekleştirdiği için Kurt, 1915 ile Holokost   arasındaki benzerlik ve farklılıkla