Ana içeriğe atla

Oremar/Dağlıca’da medyatik felaket

Yanlış yöntem doğru sonuç vermez!

daglicaya-son-1-haftada-3uncu-havan-saldirisizesez52fyuevjtko3fr1dq
Medya, siyasî ve askerî alanın en net yansıdığı mecra. Medyadaki aksaklıklara bakarak siyasî alanı gözlemek mümkün. Tersi de doğru. Gerçekler ancak belirli bir süre ve belirli bir kesim için gizlenip tahrif edilebiliyor. Barışçı yaklaşım egemen olsa, Türk askerinin,  Kürt silahlı militanının, sivillerin de ölümleri bir ölçüde engellenebilir.

TSK ve devlet, geçtiğimiz pazar günü Oremar/Dağlıca’da meydana gelen hadise konusunda, askerî ve siyasî nedenlerle olsa gerek, medyatik alanda son derece olumsuz bir tutum sergilemek zorunda kaldı.
Önce, tuzak/baskın/çatışma haberi, millî maç gerekçesiyle galiba en az on saat boyunca verilmedi. Geçmişte çatışma sırasında meydana gelen ölümler nedeniyle maçların ertelendiğine tanık olmuştuk, ama maç nedeniyle çatışma haberine ambargo konulmasına ilk defa rastlıyoruz.
Susunca ne oluyor?
Bir haber neden yayınlanmaz? Bu sorunun iki cevabı olabilir: Ya habere, haberin tüm unsurlarına ulaşamamışsınızdır. Ya da söz konusu haber olağanüstü bir şekilde aleyhinizedir. Aslında her iki şık da vahim. Çünkü, birinci seçenekte, okur/yurttaş, “Koskoca TSK, bir konvoyu tuzağa da düşürülse, saldırının nasıl meydana geldiği ve sonuçta kaç personelinin öldüğü/yaralandığı bilgisine ulaşamıyorsa, söz konusu  hadisenin meydana geldiği alanda egemenliği yitirmiş mi acaba?” sorusunu sorabilir. İkinci şık da pek menfî: “TSK aslında ölü sayısını biliyor, ama bu sayı çok yüksek olduğu için ve askerlerin, milletin, devletin morali bozulmasın diye sayıyı açıklamıyor” diye düşünebilir.
İki tarafın dahlolduğu bir çatışma hakkında, taraflardan biri sessizliğini korusa da, internet çağında, ya ikinci taraf ya da bağımsız kaynaklar (ne yazık ki bu örnekte yok) konuya ilişkin çeşitli bilgileri yayar. Özellikle yerelde tanıdığı, eşi-dostu olanlar, askerdeki oğlunun kaderini haklı olarak merak eden aileler, zor da olsa, bir şekilde bazı bilgi kırıntılarına ulaşabilir. Dolayısıyla taraflardan birinin sessiz kalması durumunda, olayın, hiç olmazsa bir süre –mesela maç bitene kadar—  duyulmaması  mümkün değil.
Aslında HPG pazar günü akşamüstü yayınladığı ilk bildiride 15 askerin öldürüldüğünü açıklamış, konuya ilişkin ayrıntılı açıklamanın ileride yapılacağını duyurmuştu. Bu bildiri ile TSK’nın açıklaması arasında geçen sürede ise internette farklı kaynaklar, spekülasyon içinde, ölü sayısının 50’nin üzerinde olabileceğini öne sürmüştü. HPG, ikinci açıklamasında öldürülen asker sayısını 31 olarak duyurdu, ayrıca ele geçirdiği silah ve mühimmat listesini de yayınladı. Bunun üzerine TSK, HPG açıklamasından yaklaşık bir-iki saat sonra, öldürülen asker sayısını 16 olarak duyururken “silah arkadaşlarımız” sıfatına vurgu yaptı.
TSK’nın geç kalması, söylenti dolayısıyla da abartıların dolaşmasına neden oldu. Bu geç açıklama, TSK’nın hasar tespiti ve istihbarat alanlarında çok da süratli olmadığı kuşkusunu yaygınlaştırdı.
Başbuğ döneminde, konuya ilişkin kitap yazıp her makalesinde parlak fikirler öne süren ve Genelkurmay’a danışmanlık yapan iletişim akademisyenleri vardı. Bu aralar ya onlara rağbet edilmiyor ya da danışmanlar da zor durumda.
İnsan hayatı rakamlara indirgenemez
Aslında, barış gazeteciliğinde sayılar üzerine odaklanmak yanlış. Bir tek insan bile ölse zaten yeteri kadar acı ve vahim bir tabloyla karşı karşıyayız. Rakamlar üzerinden anlamsız bir rekabete girmek, “sizin kayıplarınız / bizim kayıplarımız” maçına dalmak anlamına gelir.
Pazartesi sabahı, iktidar yanlısı en az üç gazete, Türkiye-Hollanda maçının sonucunu birinci sayfadan vermesine rağmen, Oremar/Dağlıca hadisesini görmedi. Demek ki mesele zaman ya da teknik bir sorun, yani erken baskı filan değil. Bu gazeteler, habere ulaşmış olmalarına rağmen, olayın üzerinden 12 saatten fazla zaman geçmiş olmasına rağmen, bir ihtimal TSK’nın gerekçelerine benzer nedenlerle haberi gizledi. İktidar yanlısı diğer gazeteler ise, pazartesi günü, bol sıfatlı manşetlerle, “kalleş, hain, kanlı” nitelemeleriyle, ama yine asker kaybına değinmeden, haber vermekten çok tepkilerini dile getirdi. Bir gazete “gâvur” sözcüğünü bile kullandı.
Salı sabahı yandaş medya, “Yalandan kim ölmüş” düsturuna dayanarak, TSK’nın karşı operasyonlarında kesin, ama farklı rakamlar vererek onlarca “teröristin” öldürüldüğünü yazdı. TSK’nın ölü ve yaralı sayısını 26 saat sonra verebilen egemen medya, PKK ölüleri konusunda galiba çok hızlı ve derin istihbarata sahip.
Oysa ki medyanın görevi, okuru gaza getirmek, nefret tohumları ekmek,  intikamcılığı körüklemek, toplumda infial yaratmak olmamalı. Radyonun, gazetenin, televizyonun, internet sitesinin aslî görevi, yurttaşı olup biten hakkında doğru, çok boyutlu, inanılır, güvenilir ve hızlı bir şekilde haberdar etmek olmalıydı. Zaten yeteri kadar vahim bir olayı, “hain, kalleş” gibi sıfatlarla iyice ateşlendirmek kimin çıkarına hizmet eder ki?
“Taraf tutma, gerçeği tut!”
Savaş muhabirliğinin barış gazeteciliği ile çakıştığı belki de tek nokta “Taraf tutma, gerçekleri tut” sloganı. Gazeteci/gazete, savaşan taraflardan birinin sözcülüğüne soyunursa, okura olayı aktaramaz, taraflardan birinin bakışını yansıtmış olur. Tek yanlı davranmış olur, hadiseyi çarpıtmış ya da gizlemiş olur. Bizim egemen medya, TSK açıklamasına kadar olayın cereyan ediş tarzı ve ölü/yaralı sayısı konusunda tek bir sözcük yayınlayamadı. Bu durum da, egemen medyanın, bu tür haberlerde bir tek kaynağa, resmî kaynak olarak sunulan TSK’ya bağımlı olduğunu kanıtlar. Bu tutum, tabii ki salt teknik bir yetersizlikle açıklanamaz. Egemen medyanın TSK’ya bağımlılığı sadece haber kaynağı alanında değil. Egemen medya siyasî ve ideolojik olarak da TSK’ya bağımlı. Yani egemen medyanın elinde doğru bilgiler olsa bile, bu bilgiler TSK aleyhine olduğu için bu haberleri yayınla(ya)mazdı. Oysa ki gazeteci, tabii ki çatışan tarafların, tüm tarafların yayınladığı bilgileri ciddiye almalı. Bu bilgileri doğruluk süzgecinden geçirdikten sonra da yayınlamalı. Ama gazeteci, bu tür hadiselerde, esas olarak, bağımsız kaynaklara, yani sonuç olarak kendi muhabirlerine ve yerel kaynaklara güvenmeli. Medya, çatışan taraflara eşit uzaklıkta durmalı, savaşın/şiddetin değil, barışın tarafında olmalı.
Doğrusu neydi?
İdeal olan, yapılması gereken şu: TSK’nın ve HPG’nin yayınladığı bilgiler toplanır, muhabirin/yerel kaynakların aktardıkları değerlendirilir, background bilgisi eklenir ve ortaya kimi unsurları eksik olsa bile, yani dört dörtlük olmasa bile, okuru büyük ölçüde tatmin edebilecek bir metin çıkarılabilir. Gazeteci öncelikle ve esas olarak gerçeğe karşı sorumludur. Bu gerçek, kimi zaman millî çıkarlara, askerî yararlara, iki taraftan birinin görüş ve tutumuna karşı olabilir, toplumun moralinin bozulmasına da neden olabilir. Gazeteci, devlet memuru değildir. Dolayısıyla onun bu tür kaygıları olamaz, olmamalı. O, sadece gerçeği, tüm çıplaklığı ve tüm ayrıntılarıyla ortaya çıkarmaya ve halkı bilgilendirmeye çalışır. Gazeteci, tabii ki yürürlükteki yasalara uygun davranacak. Gazeteci şiddetin, terörün propagandasını yapmayacak. Ama gerçekleri aktarmaktan da vazgeçmeyecek.
Savaşlarda, insanların yanısıra gerçekler de öldürüldüğü için, gazetecinin önemi daha da artıyor. Gazeteci, gerçeğin öldürülmemesi için görev yapıyor savaş alanlarında. Bazen, hatta çoğu zaman kendi canını feda ederek.
Bilgi, tecrübe, tahlil…
Barış gazeteciliği, tıpkı Kürt uzmanlığı gibi, derin bilgi, tecrübe ve tahlil yeteneği gibi bazı özellikler gerektirir. Oremar, bölgeye gidip görenlerin bileceği üzerine, coğrafî ve stratejik açıdan ilginç/önemli bir alan. Bir Kürt yerel kaynağı, pazar günü yayınlanan tweet’inde, askerî karakolun uzun süredir zaten kuşatma altında olduğunu, içerideki personelin sıkıştığını, karakola erzak bile gönderilemediğini yazmıştı. Oremar, üstelik ilk kez böyle bir hadiseyle karşılaşmıyor. HPG bildirisinde, Kürt silahlı militanlarının hiç kayıp vermeden üslerine döndüğünü açıklaması da, eğer doğruysa, önemli bir bilgi. Fuat Avni, salı günkü tweet’lerinde ölü sayısının 16’nın üzerinde olduğunu öne sürerken, çatışma sonrasında HPG’nin bazı askerleri esir aldığını da yazdı. Bunlar, her iki tarafça doğrulanması gereken bilgiler.
Hakkari eski milletvekili Canan önderliğinde Yüksekova’dan kalabalık bir STK heyetinin asker cenazelerini almak üzere bölgeye gitmesi, yani hadiseden sonra TSK ile HPG arasında, yerel sivil inisiyatif sayesinde, geçici de olsa bir anlaşma sağlanmış olması herhalde olumlu bir gelişme. HPG bildirisindeki bir ayrıntı da dikkat çekici: Kürt silahlı örgütü, bir asker cenazesinin güvenli bir alana nakledildiğini bildiriyor. YPG mensuplarının cenazelerinin sınır kapılarında bekletilip ailelerine verilmesini engelleyen zihniyetle güzelce çelişen bir tutum.
Kaş yapayım derken…
Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın pazar gecesi bir televizyon kanalında popüler bir gazeteyi neredeyse hedef gösteren konuşması ve AKP’li bir grubun bir AKP yetkilisi önderliğinde gazete binasını basmaya kalkışması ortamın vahametini göstermesi açısından anlamlı.
Yine cumhurbaşkanı nınaynı televizyon söyleşisinde, başta dikkat çekmeye çalıştığım, savaşı/çatışmaları rakamlara indirgeyen olumsuz yaklaşımı sergilemesi de barışa zarar veriyor. Erdoğan, bir güç gösterisi söylemi içinde, “iki binden fazla  teröristin” öldürüldüğünü ve bundan sonra da öldürüleceğini söyledi. Doğru da olsa, yanlış da olsa bu rakamın telaffuz edilmesi  sakıncalı sonuçlar yaratabilir. 2000 rakamı doğru ise, bu durum, TSK’nın karşısındaki gücün, öyle vakti zamanında Turgut Özal’ın söylediği gibi “üç-beş çapulcu” olmadığının devletçe resmen itirafı sayılır. Kaş yapayım derken göz çıkarmak deyimine uygun olarak, aklını mantığını biraz çalıştıran herhangi bir yurttaş “Bunlar 2000 kayıp vermelerine rağmen, 1984’ten beri hâlâ sağa sola saldırıp bir seferinde 16 askerimizi şehit edebiliyorlarsa, ciddi bir güç demektir” diye düşünebilir.
Batı basını nasıl aktardı?
Batı basını da doğal olarak Oremar/Dağlıca hadisesini önemli haber olarak değerlendirdi. Dikkat ettim, benim izlediğim önemli Amerikan, İngiliz ve Fransız gazetelerinin hiçbirinde “hain”, “kalleş”, “gâvur” gibi sıfatlar yoktu. Bu haberlerde son derece net, sade bir olgu dili kullanılıyor. Mesela başlık olarak, bazı global haber ajansları da kullandı, “PKK çok sayıda Türk askerini öldürdü”  derken, sadece haberin son bölümünde PKK’nin, ABD ve AB’nin “terörist örgütler listesinde” olduğu hatırlatılıyor. Zaten, mesela BBC’nin yayıncılık ilkelerinde “terörist” sıfatının kullanımı konusunda temkinli ifadeler bulunur.
Bundan sonra…
Twitter’de ilginç bir kıyaslama gördüm: “PKK, silahlı askerî birliğe saldırıyor. Özel Harekat Cizre’de çocuklara…”
Türk askerinin de, Cizreli çocuğun da ölümüne aynı derecede üzülmek, her ikisinin de hayatta kalmasını sağlamak için yapılacak çok şey var.
Öncelikle, ‘90’larda denenip çok can kaybına yol açan yöntemin bugün başarılı sonuç veremeyeceğini görmek, anlamak, bilmek lâzım. Yani her iki taraf da her türlü şiddet eylemine derhal son vermeli ve müzakere masasına dönmeli. Kürt meselesi gibi siyasî, ideolojik, kültürel, toplumsal, ekonomik, demografik ve tabii ki demokratik boyutları olan bir mesele, askerî yöntemle, yani şiddetle çözülemez. Dolmabahçe Mutabakatı, tüm eksiklik ve zaaflarına rağmen, olumlu bir gelişme sağlayabilecek bir anlaşma. Çözüm Süreci, yine tüm eksiklik ve zaaflarından arındırılıp yeniden, yeni bir anlayışla, hukukî zeminiyle parlamentonun öncülüğünde, hakiki Akil İnsanlar ve İzleme Heyeti ile, yani bağımsız ve iki tarafın da onayladığı insanlardan oluşan garanti sübabı ile başlatılabilirse, yeni Oremar’ları engellemek mümkün olabilir.  Aksi takdirde, giderek iç savaş manzaraları ile karşılaşacağa benzeriz.
http://birdirbir.org/oremardaglicada-medyatik-felaket-yanlis-yontem-dogru-sonuc-vermez/#sthash.uJ8Od7EM.dpuf

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Cumhuriyet gazetesi de Türkiye Cumhuriyeti gibidir:

  Kadim iktidar sahibi ama Cumhursuz ve bağnaz!   * Atatürk’ün emriyle kurulan Cumhuriyet gazetesi 100 yaşına bastı. Mustafa Kemal Atatürk ve T.C için olduğu gibi Cumhuriyet gazetesi için de şimdiye kadar elle tutulur, ciddi, çok yönlü, eleştirel perspektifli akademik ya da mesleki bir yayın yapılamadı. Ragıp Duran Cumhuriyet gazetesi hakkında şimdiye kadar yayınlanmış çeşitli yayınların çoğunu okudum. Büyük bir kısmı tek yanlı bir Kemalizm güzellemesi şeklinde kaleme alınmış. Kuşkusuz 100 yıllık tarihinde bu gazetenin gerçekleştirdiği sınırlı sayıda da olsa olumlu siyasi ve medyatik etkinlikler yok değil. Mesela Yaşar Kemal’in Anadolu röportajları. Ya da CUMOK’un ilk baştaki girişimleri. Okay Gönensin’in taslağını hazırladığı Vakıf yapısı. Celal Başlangıç’ın Kürt bölgesi haberleri… Cumhuriyet gazetesi herhangi bir günlük gazete değil. Adı, tarihi, mülkiyeti, yapısı, yayın politikası büyük ölçüde Mustafa Kemal Atatürk ve Cumhuriyet rejimi (1923-2002)   ile neredeyse özdeş. Gaze

Midilli’den İzlenimler: Ada değil Memleket…

  * Kitap tanıtım toplantısı bahanesiyle Türkiye’den gelen kırk yıllık arkadaşlarımla şahane 5 gün yaşadım Midilli’de. Eski ve yeni fotograf kareleri… Ragıp Duran Midilli, Ege’de Türkiye’nin hemen yanı başında kocaman bir ada. İzmir, Ayvalık ya da Dikili’den motorla en fazla 1 saatte ulaşıyorsun.   Benim Yunanca kitabımın tanıtım toplantısı için Midilli’de göçmenlerle çalışan Birarada Derneğinin davetlisi olarak adaya vardık. Yayıncım Yorgo Giannopoulos, ben ve Yiğit Bener, ‘’Selanik Sürgünü’’ kitabının Midilli’deki tanıtım toplantısında 23 Mayıs 2024 Ben 15-20 sene önce, birisi Türkiye-Yunanistan Defne Dostluk Derneği ile ikincisi mektepten arkadaşlarımla gezmeye Midilli’ye gitmiştim. Öyle turistik bir Yunan adası değil. Dağları tepeleri, yeşil vadileri olan güzel bir kara parçası. Son zamanlarda Türkiye’den günde 4-5 motorla yüzlerce turist geliyor. Ada halkı özellikle de esnaf memnun. Çünkü, ‘ ’Türkiye’den gelenler bize (Yunanlılara) çok benziyor. Alman, İngiliz ya da Fran

Ümit Kurt - Kanun ve Nizam Dairesinde / SOYKIRIM TEKNOKRATSIZ OLMUYOR!

  *Kurt’un son çalışması, bir çok yeni gerçeği belgeleriyle su yüzüne çıkarıyor. M.R.Mimaroğlu örneği,   sadece 1915’i değil günümüzü de açıklıyor.   Ragıp Duran   Tarih kitaplarının amatör bir okuru olarak, bizim kuşak, Kürt Meselesini İsmail Beşikçi’nin, Ermeni Meselesini de Taner Akçam’ın çalışmalarından öğrendi.   1915 Ermeni Soykırımı Araştırmalarının öncüsü olan Akçam’ın açtığı yolda ilerleyen tarihçi Kurt, bir önceki kitabında soykırımın Antep somutunda hem mikro analizini yapmış hem de yerel eşrafın (Aktörlerin) konum ve katkısını incelemişti.   Son çalışması olan ‘’Kanun ve Nizam Dairesinde’’ (Aras, 2023, Istanbul, 255 s.) ise, orta hatta üst düzey bürokrat Mustafa Reşat Mimaroğlu’nun (1878-1953) mesleki ve siyasi yaşamını irdelerken, 1915’in bürokrasi boyutunu sergiliyor. Kurt’un kitabını okurken altını çizdiğim bir kaç özellik var: * Akademik çalışmalarının bir bölümünü Kudüs’de gerçekleştirdiği için Kurt, 1915 ile Holokost   arasındaki benzerlik ve farklılıkla