İyi gazeteci iyi gazeteci kalır
Kötü gazeteci kötü milletvekili olur!
Ceylan derisinden mamul Meclis koltukları mı, kıyak maaş ve emeklilik mi, iktidar sevdası mı nedir belli değil, yine çok sayıda gazeteci milletvekili adayı oldu. Oysa ki çok büyük ve yapısal farklar var siyasetle gazetecilik arasında… İyi gazeteci iyi gazeteci kalır, kötü gazeteci kötü milletvekili olur!..
7 Haziran 2015 Genel Seçimleri için milletvekili aday listelerine baktığımızda, hem iktidar hem de muhalefet partileri listelerinde çok sayıda gazeteciye rastlıyoruz. Aday adayları listesinde de yine çok sayıda tanıdık tanımadık, yerel ya da ulusal medyada çalışan gazeteci vardı.
Batı’da, benim izleyebildiğim kadarıyla, gazeteciler bizdeki kadar milletvekilliğine heveslenmiyor. Hele muhabir, köşe yazarı, editör, televizyon sunucusu konumundaki gazetecilerin bu alanı terkedip parlamentoya girmesi pek yaygın bir transfer değil. Yine de bazı dev medya holding patronlarının Batı Avrupa’da milletvekili ya da senatör sıfatını taşıdığını biliyoruz.
Zaten bizde de, özellikle CHP’nin tek parti döneminde bazı gazete patronları, ki aynı zamanda başyazardılar, Atatürk’ün ya da İnönü’nün cesaretlendirmesiyle (emriyle?) saylav, mebus ya da vekil oluyordu.
Gazetecilikle siyaset benzer faaliyetler. Yine de bu iki alanın farklılıkları benzerliklerinden daha önemli.
Bir kere, yapısal olarak gazetecilik bir meslek, milletvekilliği ise bir makam. Birisi kalıcı, diğeri geçici. Bu ayrım son derece tayin edici. Çünkü bu fark, iki alanın çalışma koşullarını, sorumluluklarını, iktidarla ilişkilerini belirliyor.
Vakti zamanında Yıldırım Akbulut nam bir zat, Türkiye’de başbakan idi. Onun döneminde genel nüfus sayımı yapılmıştı. Konuta gelen genç kayıt memurları Akbulut’a “Mesleğiniz?” diye sorduklarında, müstehzi bir gülümseme ile “Başbakan” yanıtını almışlardı!
1950 sonrası yönetici elit, bilgi, kültür, üslûp açısından çok yüksek bir performansa sahip değil. Bu kalite eksikliği de, o gün olduğu gibi bugün de “Halkçılık” maskesiyle gizlenmeye çalışılıyor. Oysa ki kalitesiz olan halk değil ki… Gazeteci, mebus ya da bakan çapsız olunca kifayetsizliğini halkla açıklamak en kestirme ve en halkçı yol olsa gerek.
Türkiye’de gazetecinin iç dünyasını, meslek ideolojisini, amaçlarını, hayallerini öğrenmek / anlamak için ille de yıllarca mutfakta çalışmak şart değil. İyi bir okur, hele gazeteciler TV ekranlarına çıkmaya başladığından bu yana, gazetecinin ciğerini okumakta pek zorlanmaz… (Pardon, biraz sakatat jargonuna girdik galiba.)
Bu konuda Fransızca, İngilizce geniş bir literatür var, ama Türkçede kayda değer bir inceleme-araştırmaya rastlamadım. Gazetecilerin anı kitapları, birkaç monografi ya da gazeteler hakkında yayınlanmış kitaplarla sınırlı bizim fikrî (!) dünyamız.
Ben 1978-83 Istanbul, 1983-87 Londra, 1987-99 yine Istanbul, Paris, Amsterdam ve Boston dönemlerinde gazete, ajans ya da radyo servislerinde / mutfaklarında görev yaptım. Şimdi farklı ülkelerin gazeteci tipolojisini kıyaslayacak değilim. O ayrı, farklı, zor ve uzun çalışma. Sadece Türk basını çerçevesinde kalıyorum.
Kronolojik sırasıyla Aydınlık, Hürriyet, Nokta, BBC Turkish, AFP, Libération, Özgür Gündem ve Cumhuriyet yıllarında sadece birlikte çalıştığım arkadaşları değil, genel olarak meslektaşları yakinen gözleme olanakları vardı.
Bu yazıda özel olarak bir gazeteciyi ya da bir gazeteci grubunu ele almıyorum. Kişiler değil benim esas ilgi alanım. Çünkü kişiler de zaten gökten zembille inmiyor, onlar da geçmişin, yakın ve uzak çevrelerinin ürünü, tezahürü. Burada mühim olan yapı ya da sistem. Bourdieu’nün deyişiyle “Alan”.
Türkiye’de Harp Okuluna giren askeri öğrenci, neredeyse ikinci sınıftan itibaren kendisini geleceğin Genelkurmay Başkanı, bilahare de bir darbe ile cumhurbaşkanı olarak görmeye / tasarlamaya / düşünmeye başlar, değil mi? O alanı pek bilmem, ama sabahları yazı işleri toplantılarında konuşulanları, ses tonunu, jest ve mimikleri düşündüğümde, mesela Hürriyet yazı işleri toplantısında, özel olarak Nezih Demirkent ve Çetin Emeç dönemlerinde, mutfaktakilerin aslında çok koyu birer Ankaralı üst düzey memur gibi düşünüp fikir beyan ettiklerini hatırlıyorum. Masanın çevresindeki servis şefleri ve birinci sayfayı çatan editörlerin opinion maker (kamu oluşturucu) ya da informateur (haberci) gibi değil, daha çok event maker (olay yaratıcı) ya da formateur (eğitimci / öğretmen) gibi davrandıklarını hatırlıyorum. Bu “gazeteciler”, laiklik, Kemalizm, Kürt meselesi, Ermeni meselesi, sol muhalefet gibi temel alanlarda tıpkı resmî yönetim, yani Milli Güvenlik Kurulu gibi düşünürdü. Üstelik de samimi idiler, inançlı idiler.
Çok sonraları Aydın Doğan, Hürriyet gazetesinin bir “devlet gazetesi” olduğunu samimi bir şekilde itiraf etmişti zaten…
Cengiz Çandar, Cumhuriyet gazetesinde çalışırken (1980 öncesi), Nadir Nadi, İlhan Selçuk ve diğer ünlü köşe yazarlarının konumlandığı üst kat için “Burası da Milli Güvenlik Kurulu” derdi.
Bir başka gazetenin Ankara’daki diplomasi muhabiri için de, “O bizim gazetenin diplomasi muhabiri değildir; o, bizim gazetede Dışişleri Bakanlığı’nın temsilcisidir” dendiğini çok iyi hatırlıyorum.
Gazete yöneticileri kendilerini Türkiye’nin yöneticileri ile özdeşleştirdiğinde, haliyle / kaçınılmaz olarak servis şefleri de ilgili alanlardan sorumlu Devlet Bakanı gibi düşünüp davranırlar. Mesela Polis / Adliye muhabirleri, İçişleri ya da Adalet Bakanlığı Müsteşarı gibi düşünür, davranır ve o perspektifle haber yazar. Ekonomi muhabirleri de izleyip haberlerini yaptıklarını holdinglerin basın danışmanı olmayı düşler / bekler.
Bu gazeteciler her sabah Türkiye’yi siyaseti ile, ekonomisi ile, kültürü ile yeniden kurar memlekete çekidüzen verirdi. Ya da verdiklerini sanırlardı. Gazetecilik mesleği özellikle Türkiye’de büyük ölçüde megalomanların, daha mütevazı bir deyişle egosantriklerin mesleği. Onlar her konuda her şeyi bilir. Her şeyin de en iyisini bilir. Dünya onların merkezinde döner. Onlar merkezdir, geri kalan her şey periferidedir.
Türk egemen medyasında iktidarla ilişkiler deyince akla gelen manzaralar arasında iki gazeteciyi robe de chambre’la ağırlayan bir cumhurbaşkanı, bir telefonla köşe yazarını işten attıran başbakan ya da başbakanın yanağından makas alan bir köşe yazarı var. Örnekleri çoğaltabiliriz. Şaşılacak bir durum yok aslında. Çünkü unutmayalım ki bu memlekette ilk gazeteyi Saray yayınlamıştır ve ilk gazeteciler Saray’ın maaşlı memurlarıdır.
Türkiye’ye has köşe yazarlığı işte tam da bu megalomanyak / egosantrik ortam için biçilmiş kaftandır. Bilgi olmadan fikir üretirler. Haftanın yedi günü yedi farklı alanda uzman rolü keserler. Onlar aslında yazar değil, yazıcıdır. Roland Barthes bu iki tür arasındaki önemli farkı açıklarken der ki: “Yazar bir etkinlik yürütür, yazıcı ise bir işlev yerine getirir.” Yazarla yazıcı (printer) arasındaki fark, romancı ile daktilo arasındaki fark gibidir!
Bizzat kendisi de gazetecilik yapmış olan Fransız yazar François Mauriac, mealen “Gazeteler horoza benzer. Biri ötmez, diğeri matbaadan çıkmazsa, o gün sabah olmayacağına inanırlar” der.
Topyekûn bir itham olmasın. Ama yukarıda betimlediğim bir portreler galerisi değil, bir sistemin, bir mekanizmanın, bir alanın fotoğrafı. Bu ortamda hiç mi iyi, dürüst, görevini hakkıyla yapan gazeteci yok? Vaar… Ama onların sayısı maalesef bir elin parmak sayısını geçmiyor. Ve gazete içinde çoğu zaman pek etkin değiller. Olamazlar da…
Şimdi yazı işlerini, gerçeğin peşinden koşmayı, tuşları, en azından çürük de olsa fikirlerle oynamayı bırakıp, ceylan derisinden mamul koltuklara çöküp kıyak maaş ve emeklilik, belki de bir kırmızı plakalı araba düşleyenler piyasada.
Ne çok sakıncası vardır. Saymakla bitmez. Bir kere geçmişteki gazeteci görünümlü faaliyetlerinin maskesi düşmüştür, çünkü onlar siyasette artık açıkça taraftır. Hiç kimse muhalefet mebusu olmayı iktidar mebusu olmaya yeğlemeyeceğine göre, eski gizli iktidar propagandacıları artık gazeteciliğin nispî tarafsızlık zırhından kurtulmuşlardır. Eskiden ancak özelde söyleyebildiklerini artık Meclis kürsüsünden bağıra çağıra haykıracaklar: I love you Hocam!
Artık Türkiye’de de, dünyada da hem pratik hem de teorik değerini ve işlevini neredeyse tamamen yitirmiş olan 19. yüzyıl liberal teorisi 4. Kuvvet de, bu transferlerle artık iyice inanılırlığını / güvenilirliğini kaybetti. Artık siyasette de, toplumda da, medyada da öyle dört kuvvet filan kalmadı. Eski Marksist postulat’ya geri döndük: Egemenler ve ezilenler var. Tabii ki arada bir gri alan da mevcut. Orası da zaman zaman ezilenlerin, zaman zaman da egemenlerin safına güç katıyor. Kutuplaşma, özellikle Türkiye pratiğinde Montesquieu’yü mahcup etti. Ve Türkiye hâlâ, toprağı bol olsun, Foucault’nun iktidar teorilerinin her saniye doğrulandığı, sosyal bilimciler için şahane bir laboratuar…
Gazeteci iken yazıyla, sözle, görüntüyle iktidara yeteri kadar katkıda bulunamadıklarına inananlar, artık milletvekili giysileriyle canla başla ve somut olarak millete hizmet edecekler. İktidarla cismanî olarak birleşecekler, özdeşleşecekler. Yazı ve fikir insanı olmaktan çıkıp kavga ve ideal insanı olacaklar. Hiç olmazsa bir dönem için…
Gazeteci gerçeğe yaklaşıp onu aktarmaya çalışır. Milletvekili mevcut gerçeği eğip büküp kendi emellerine alet eder.
Gazeteci, teorik olarak, irfanı, vicdanı, fikri hür bir kişidir. Milletvekili, liderine, parti çizgisine, grup kararına uymakla yükümlü kişidir.
Gazeteci esas olarak gerçeğe karşı sorumludur. Milletvekili kendisine oy verecek yurttaşa karşı sorumludur.
Bizde bakanlık koltuğuna oturduğu halde köşelerini yazmaya devam edenler, hem mebus hem köşe yazarı olanlar vardır. Oysa ki bu iki alan, çıkar çelişkisi barındırdığı için, aynı anda at koşturulacak alanlar değildir. Kişi, tercih yapmalı. Ya gazeteci kalacaksın ya da milletvekili olacaksın.
Kuraldışı örnekler yok mu? Tabii ki var: Mesela Çetin Altan. Ama o zaten iyi bir gazeteci idi, sonra da iyi bir milletvekili oldu.
Şimdikiler ise zaten iyi gazeteci olsalardı bu mesleği bırakmazlardı. Onlar kötü gazeteci, seçilirlerse de kötü milletvekili olacaklar!
(*) Bkz. http://birdirbir.org/iyi-gazeteci-iyi-gazeteci-kalir/
Yorumlar