Ana içeriğe atla

SANAL GERÇEK MÜHENDİSLİĞİ BAZEN ÇOK HIZLI ÇÖKER

TÜRK VE DÜNYA MEDYASI 
KOBANE’Yİ NASIL İZLEYİP AKTARDI

* Savaş dönemlerinde medya, yayınladığı her başlığa, her sözcüğe, her fotograf karesine özel ihtimam göstermek zorunda. Yoksa  inandırıcılığını kaybeder, daha da vahimi yurttaşlar arasında düşmanlığı körükleyip ölümlere bile yol açabilir.

Merhaba,

Bu akşam burada bu salonda bulunan hepimiz çok şanslıyız. Çünkü son iki saat içinde gazeteci arkadaşlarımız Fehim Taştekin, Celal Başlangıç, Mete Çubukçu ve Veysel Altay bize Kobane’deki tanıklıklarını anlattılar.  Son dönemde Kobane’ye gidenlerden Celalettin Can ve Rojava ile Dayanışma Derneğinden Mazhar Zümrüt de bölge hakkında önemli bilgiler verdi. İletişim teknolojisi sayesinde biz burada biraz önce Kobane Başbakanı Enver Müslim daha sonra da PYD Eşbaşkanı Ayşa Abdullah’ı da ekranda naklen izledik ve dinledik. Global medyadan muhabir arkadaşlar da bu bağlantı sayesinde her iki yetkiliye sorular sorabildi.
Tüm bunları 78liler Girişiminden arkadaşlar organize etti. Ellerine sağlık.

Bugün Kobane kuşatmasının  37. günü…Biz son 36 gündür, egemen medyada, bugün burada iki saat içinde dinlediğimiz, öğrendiğimiz bilgi ve yorumlardan hiç birine ulaşamamıştık. Evet Taştekin, Başlangıç, Çubukçu ve Altay’ın yayınladıklarını okumuş ve dinlemiştik ama, egemen medyadan, yaygın medyadan, yandaş medyadan söz ediyorum, onlar burada anlatılanlara ya hiç değinmediler ya da tahrif ettiler.

Oysa ki gazetecilik, muhabirlik, doğru dürüst yapmak isteyen insanlar ya da kurumlar için, öyle o kadar da zor bir şey değil. Evet başınızın üstünden kurşunlar vızır vızır geçiyor, bulunduğunuz yeri bombalıyorlar, yakalanırsanız kellenizi koparıyorlar ama… işte öyle dev medya holdingi olmaya gerek de yok, Celalettin Can ve arkadaşları iki telefon üç muhabbetle bu akşam burada hem gazeteciler için hem de Kobane ile ilgilenenler için dört dörtlük bir ortam yaratmış.

ANORMAL MEMLEKET

Burası, burası derken bu memleketi kastediyorum, normal bir ülke değil. Çünkü normal bir ülke olsaydı, kuşatmanın 37. gününe kadar, bu akşam öğrendiklerimizi bizim çoktan öğrenmiş olmamız gerekirdi. Medya organları, yayın çizgisi ne olursa olsun, bugüne kadar olup bitenleri, hiç olmazsa düz haber olarak aktarmak konumundaydı, işleri bu zaten. Ama yok…Ne izledik biz bugüne kadar? Kobane değil Ayn El Arab! Neymiş, IŞİD eşitmiş PKK’ymiş! Neymiş, PYD teröristmiş! Neymiş, Ankara IŞİD’e destek vermiyormuş! Neymiş, Kobane düştü düşecekmiş!

Gazetecilikte ‘Çatışma alanları muhabirliği’ bir başka deyişle ‘Savaş muhabirliği’ olarak adlandırılan bir branş var. Son dönemlerde maalesef çok gelişme kaydetmek zorunda kaldı. Özel bir alan, dolayısıyla kendine has bir dizi kuralı var.
Barış dönemlerinde, egemen medya, yandaş medya, haber gizler, haber tahrif eder, ajitasyon-propaganda yapar, binbir manipülasyon çeker. Tüm bunların amacı, yurttaşın/okurun kafasını karıştırmak, gerçeği değiştirmeye çalışarak insanların zihnini bulandırmak, kuşkuya sevketmek olabilir. Böylelikle, egemenler güç durumda kaldıklarında, kitleyi aldatarak aslında hiç de zor bir durumda olmadıklarına insanları bu tür haberlerle ikna etmeye çalışır. Tabi, yalancının mumu yatsıya kadar… Çünkü bu tür gizleme/tahrifat/manipülasyon/ajitasyon/propaganda ile ancak ve ancak bir kısım yurttaşı o da bir süreliğine aldatabilirsiniz. Söz ile yazı ile, görüntü ile ses ile herkesi ilelebet aldatmak, ikna etmek mümkün değil. Benim Hakiki Gerçek dediğim, sokak, yani siyasi ve toplumsal gerçek, egemen medyanın bütün bu yalan, eksik, tahrif edilmiş  söylem ve içeriğini berhava eder. En basit örnek, dünya alem, Erdoğan’ın IŞİD’e destek verdiğini biliyor, bunun belgeleri var Batı başkentlerinde duruyor. Ankara, ‘PYD teröristtir’ diye nakarat tutturmuş ama ABD, PYD’ye silah yardımında bulunuyor. Washington da ‘PYD terör örgütleri listemizde bulunmamaktadır’ diye açıklama yapıp Erdoğan’ın fena halde ofsayta düşürdü.  Keza, Erdoğan ‘Önceliğimiz Esad rejimidir’ diyor, IŞİD de aynı doğrultuda, ABD ise ‘Önceliğimiz değişmemiştir, IŞİD’dir’ diyor.

Çok açık bir çelişki var: Kobane’den Rojava’dan gelen arkadaşların anlattıklarıyla bizim egemen medyada yazılanlar birbirini hiç tutmuyor. Yani üretilen, imal edilen medyatik gerçek ile tanıklığı aktarılan hakiki gerçek neredeyse birbirinin zıddı. Alanda hiç kimse ‘PKK=IŞİD’ demiyor mesela… Ya da  ‘IŞİD önemli değil mühim olan Esad rejimi’ demiyor…

Teknik bir sorun var: Barış zamanı egemen medyanın olumsuzlukları esas olarak ideolojik bulandırma amacını taşır ve kimi zaman da bu hedefine ulaşır. Ne var ki savaş dönemlerinde, medya her sözcüğü, her fotograf karesini, her satırı normaldekinden çok daha temkinli bir şekilde kullanmalı. Çünkü savaş zamanı yapılan haber gizleme, tahrifat ve manipülasyonlar, bazen maalesef insan hayatına mal olabiliyor. Bence bu son 6-7 Ekim’deki protestolarda bu kadar çok sayıda insanın öldürülmesinde medyanın sorumsuz yayınlarının payı da var.

Türk medyası ve uluslararası medya Kobane’yi nasıl izleyip aktardı?  Ben bu soruya yanıtlar aradığım bir yazı yazdım. Başlığı da ‘Sizin hiç kafanızı kopardılar mı?’ idi. İkinci başlık da ‘Sizin kentiniz hiç işgale uğradı mı?’ şeklindeydi. (Bkz. www.apoletlimedya.blogspot.com)  O yazıda, egemen medyanın Kobane’yi hangi perspektifle, nasıl, hangi sözcükleri ve kavramları önplana çıkararak izleyip aktardığını, somut örneklerle aktarmaya çalışmıştım. Şimdi o yazının içeriğini burada tekrar etmeyeyim.

Türk egemen medyası Kobane konusunda ne yaptı? Yeni hiçbir şey yapmadı. Yani eskiden beri ne yapıyorsa onu yaptı. Eskiden dediğim de oldukça uzun bir süre… Tam olarak 1831’den beri... Yani bizde ilk günlük gazetenin yayın tarihinden beri egemen medya ne yapıyorsa onu yapmaya devam etti. Kobane konusunda önce sustu, sessiz kaldı, geçiştirmeye çalıştı, sonra tahrif etti ve hep ve hala iktidarın sözcüsü olarak yayın yaptı. Bu arada Kürt düşmanlığında dozajı artırdı. Tecrit edilmiş ve rasyonaliteden uzaklaşmış bir politikayı savunmaya çalışırken sıkı U dönüşleri yaptı, terledi, zorlandı, iki gün önce yazdığının tam tersini yazmak zorunda kaldı. Çünkü Erdoğan ters köşeye yatmıştı. Egemen medya da onunla birlikte ters köşeye yattı.

YAZARLAR VE YAZICILAR

Peki, egemen medyada kim yapıyor bütün bu olumsuzlukları. Genel Yayın Yönetmenleri, Yazı İşleri Müdürleri, Editörler, Muhabirler, Köşe Yazarları?

Biliyorsunuz bir ‘Yazar’ var bir de ‘Yazıcı’.  Ben bu yazıcı sıfatını birkaç kez kullandığımı hatırlıyorum. Cengiz Aktar da son yazılarında kullanıyor. Cengiz, sağolsun, geçenlerde bu Yazar/Yazıcı farkı üzerine Fransız filozof Roland Barthes’ın makalesinden bir alıntı gönderdi bana.  Barthes, 1972 yılında yayınlanan ‘Yazının Sıfır Derecesi’ başlıklı kitabında bu yazar/yazıcı, Fransızcası écrivain/écrivant, écriveur de denebilir farkını çok net, çok güzel açıklıyor. Çünkü kabaca ya da basit bir şekilde, muhalif olan yazar, yandaş olan yazıcı der geçebiliriz. Barthes diyor ki, ‘Yazar bir işlev görür, yazıcı ise bir faaliyet yapar’! Az buz fark yok işlev ile faaliyet arasında değil mi? Bu akşam burada yazarın işlevini gördük, duyduk, dinledik…

Bu ‘Yazıcı’ sözcüğü Türkçe’de, biliyorsunuz İngilizcedeki ‘Printer’ sözcüğünün karşılığı olarak da kullanılıyor. Print ettim, çıktı aldırdım, yazıcının mütekebbi bitmiş… filan diyoruz. Barthes’ın zamanında printer, bugünkü kadar yaygın değildi. Bence bu egemen medyadaki yazıcılar, aslında printer! Çünkü printer sadece faaliyet gösterir, yani kendisi bir bilgi, fikir, yazı filan üretmez, klavyede ne yazarsanız, bir düğmeye yani print düğmesine basarsınız, o da sizin yazdığınızı kağıda döker. Klavyenin başında Erdoğan var, o yazıyor bir şeyler, bizim printerlar da çıktı alıp köşe yazısı diye sayfaya koyuyor bu metinleri… Önemli bir baskı faaliyeti yani…Propaganda faaliyeti diyelim doğrusuna. Yazarlar bilgi aktarır, yorum yapar, fikir üretir. Yazıcılar ise propaganda aktarır.
Gazete, özellikle muhabirlerin ve yazarların mecrasıdır, yuvasıdır. Muhabirler ve yazarlar emeklerinin ürünlerini/sonuçlarını gazetelerde somutlaştırır, sergiler, gösterir. Yazıcıların eserlerini sergiledikleri tezgahlara gazete dememek gerekir. Olsa olsa gaz denebilir bu mekanlara…

Kobane’deki gelişmeler sayesinde ya da yüzünden diyelim, aslında pek beklenmedik ama sonuçta çok da şaşırtıcı olmayan bir koalisyon tezahür etti Türk medyasında. Normal zamanda birbirleriyle çok kavgalı olan bir çok yayın organı adeta bir cephe örgütlenmesi içinde bir araya geldi, yan yana düştüler, buluştular. Sayıyorum, Akit, Aydınlık, Yeni Şafak, Sözcü, Oda Tv, Zaman… Bu yayın organlarının herhangi birinde yayınlanmış bir Kobane haber ya da yorumunu alın, başka herhangi birine koyun, hiç fark etmez, yani sırıtmaz. Kürt düşmanlığı tutkalıyla birleşmiş durumdalar. Esas olarak Kürt düşmanlığı bazen de tali olarak IŞİD sempatizanlığı bu yayın organlarını birleştirmiş durumda. Kendi aralarındaki temel ayrılıkları tamamen unutup, bir kenara bırakıp, PYD ve PKK’ye saldırma, IŞİD’i gizli ya da açıkça desteklemekte beis görmediler, görmüyorlar. Oysa ki milliyetçilik hatta ırkçılık, Kürt düşmanlığı iktidar ideolojisidir. Bu yayın organları Erdoğan’ın siyasetini farklı versiyonlarla savunuyor.

YERLİ KÖTÜ DE YABANCI ÇOK MU…

Türk medyası üzerinde bu kadar durduk, yeter de artar bile. Zamanın değerini bilelim. Ve gelelim şimdi uluslararası medyaya, ya da global medyaya. Aslında önce belirtmek gerek, öyle ‘Global Medya’, ‘Amerikan medyası’, ‘İngiliz medyası’ filan diye yekpare bir medya, hatta aynı yayın siyasetini güden bir medyadan söz etmek doğru olmaz.  Belki de gazete, dergi ya da TV kanallarını tek tek ele alıp değerlendirmek gerekir. Ama işte bizdeki bu milliyetçilik kaynaklı klostrofobi yüzünden, dünyaya çoğu zaman  ‘biz Türkler ve onlar, yabancılar’ diye ayırıp bakıyoruz.  Türkler diye öyle monoblok, birörnek bir insan topluluğu da yok zaten…

Avrupa medyası diye bir sınıflandırmaya da gidemeyiz. Somut örnek, mesela Fransız medyası, Cumhurbaşkanı Hollande’ın Erdoğan’ın ‘Güvenlik Koridoru’ tezini savunduğundan bu yana Alman ya da İngiliz medyasından hiç olmazsa bu konuda farklı yayın yapıyor.
Türkiye’nin Türk okurunun yabancı medya ile ilişkisi sorunludur, uzun zamandan beri sorunludur. Çünkü normalde kendi gazetesinde, kendi televizyonunda bulması gereken haber ve yorumlar çoğu zaman yabancı basında yayınlanır, oradan tercüme edilir ve sonra iktibas edilir. Bu 1831’den beri böyle…

Dün mesela Le Monde’u tarıyordum. Le Monde bölgenin üç farklı haritasını yapmış. Aynı bölgeyi hem askeri hem de siyasi olarak gösteriyor. Birincisi IŞİD açısından, ikincisi Ankara açısından, üçüncüsü de Kürtler açısından gösteriyor. Celal’e gösterdim, ‘Bu haritanın Le Monde’dan önce bizim medyamızda yayınlanması gerekirdi. Kobane dediğin Suruç’un ikizi…’ dedi. Sonra da ekledi: ‘’Kobane’de çatışmaların başladığı ilk 10 gün içinde Türk gazeteleri konuya ilişkin ilk fotografları Reuter’s ajansından alıp yayınladılar. Mesela biz oradayken kente hakim Mürşitpınar tarafındaki tepede gazeteci olarak ben vardım, Kürt medyasına çalışan arkadaşlar vardı bir de New York Times muhabiri vardı. Bizim büyük medyadan kimse yoktu’’. Bizim büyük medyanın büyüklüğü gazetecilikle, habercilikle ölçülmüyor ki!...

Türk egemen medyasının genel yayın politikası, haber perspektifi tek başına iktidar tarafından belirleniyor, demiştim. Uluslararası medya organları için bu durum biraz değişik. Örneğin bir New York Times’da, bir Le Monde’da ya da bir Guardian’da bir dış haber nasıl ele alınıyor? Nasıl yayınlanıyor? Kısaca aktarmaya çalışacağım. Haber değeri dediğimiz ölçü nasıl belirleniyor?

Batı’da haber değerini oluşturan birkaç unsur, birkaç boyut var. Önem sırasına girmeden sayayım. Her seferinde bu unsurların önem derecesi değişebilir.

·       Haber ajansları : Uluslararası haber ajansları, yani AP, Reuter’s ve AFP’nin  global medya, özellikle bu saydığım büyük gazeteler üzerinde önemli bir ağırlığı vardır. Bu ajanslar bir olayı geniş bir şekilde izleyip aktarıyorsa ve bu hal süreklilik gösteriyorsa global gazeteler de buna ilgisiz kalamaz. Kendi deneyimlerimden biliyorum: Ben yaklaşık on yıl kadar, İstanbul ve Ankara’da AFP’de çalıştım. O zamanlar Le Monde’un Türkiye muhabiri Jean Pierre Thieck idi. Türkiye’ye gelmiş geçmiş en iyi yabancı muhabirdir. Türkçe, Arapça, Farsça bilirdi. Hayatının son dönemlerinde Kürtçe de öğrenmeye başlamıştı. Akademisyen yanı da vardı. Biri 17. yüzyıl Osmanlı İmparatorluğunun yanılmıyorsam nufus yapısı diğeri Halep kenti üzerine iki doktorası vardı. Claude Farrère’den mülhem Michel Farrère  imzasını kullanırdı Le Monde’da.  Gazetede yayınlanan bazı diziler ile birkaç akademik makalesi ‘Doğu Tutkusu’ başlığıyla Fransızca kitap olarak yayınlanmıştı. Uzattım, kusura bakmayın ama Jean Pierre’i de iyi bir gazeteci olarak anmış olduk bu vesile ile. Jean Pierre bana, yani AFP muhabirine sürekli olarak baskı yapardı: ‘Diyarbakır’daki olayı yazdın mı?’, ‘Hakkari’deki gelişmeleri geçtin mi?’, ‘Cizre’yi ne zaman yazacaksın?’. Neredeyse şefimden çok sıkıştırırdı beni. Hatta zaman zaman bana kendi özel haberlerinden tüyo da verirdi. Yazayım diye… Çünkü bir haber AFP’de yayınlandığı zaman bütün yazı işlerine düşüyor. Olay ya da haber bir yerde yaygınlık kazanıyor, belki de meşru hale geliyor. Bizim lügatimizde de vardır: ‘Ajans vermiş abi, biz de mecburen yan manşetten girdik…’ denir mesela. 
·       Global ajanslardan biri haberi vermiş ise yazı işlerinin ilgi alanına otomatik olarak girer o haber. Sonra kaçınılmaz olarak haberin kendisi ve özellikle de perspektifi, yayın yapılan ülkenin devletinin siyasetine uygunluğu da önemlidir. Paris, Washigton, Londra ya da Berlin meseleye nasıl bakıyor? Yanlış anlaşılmasın, uluslararası medya, özel olarak da adını verdiğim ‘bu gazeteler, sadece kendi devletlerinin diplomasisine uygun haber verirler’ demek istemiyorum. Ama bu gazeteler, temel yayın politikası olarak nadiren ya da minör vakalarda kendi başkentlerinin 180 derece karşısında durur.  Haber değeri açısı, özellikle de haberin nasıl verileceği konusu, az çok kaçınılmaz olarak o devletin hariciye politikasının da hesaba katılacağı bir durumdur.
·       Nihayet, sonuncu olarak saymıyorum çünkü bazen birinci kriter, tayin edici faktör de olabilir,  sahadaki gerçek, haber değerinde tayin edici bir rol oynar. Kobane’de sahadaki gerçek kafası kesilen Batılılardır. Bu gerçeği hiçbir Batılı medya es geçemez. Oryantalizm, İslamofobi gibi rüzgarlar da zaman zaman haber değerini etkileyebilir.
·       Olayın background’u olayda o ülkenin yurttaşlarının bir şekilde bulunması, olayın yeniliği, cazibesi, garipliği gibi bir dizi daha minör faktör de haber değerini belirleyen unsurlar…

Ben yaklaşık çeyrek asırdır, Fransız Libération gazetesinin Türkiye muhabirliğini yapıyorum. Kobane’de bizimkiler ne yaptı, kısaca aktarayım:Kuşatmanın yanılmıyorsam 5. günü idi, yazı işleri daha doğrusu dış haberlerle konuşuyoruz, Paris’deki merkezden bir muhabir gönderme kararı çıktı. 6. gün geldi, Arapça bilen genç bir meslekdaş, 10 gün çalıştı, röportajlar yaptı, 1-2 özel haber çıkarttı, döndü. 2 gün boş kaldı bölge, sonra ikinci muhabir geldi, o da 10 gün kadar kaldı. Döndü, şimdi duruma göre 3. muhabir gönderecekler. Dikkatinizi çekerim, bizim gazete, Liberation, son olarak Türkiye’ye Gezi Direnişi sırasında muhabir göndermişti.  Muhabir göndermek de, editoryal bir karardır ve olayın haber değerini gösterir.

Bu yabancı gazetelerde çıkan yazıları okuyunca, haber kaynağı olarak bir şey gördüm. Avrupa’daki ABD’deki Kürt kurumları, enstitüler, araştırma merkezleri, PKK’ye yakın ya da bağımsız gazeteciler, aydınlar da Batı medyasını bir şekilde besledi. Alıntılardan bunu anlıyoruz.

Brüksel’de Nuçe Tv ve Sterk TV yayınlarını gerçekleştiren kurum, çok akıllı bir şekilde, Suriye olayları patlak verdiğinde, neredeyse 3 yıl oluyor değil mi, Ronahi TV’yi kurdu. Özel olarak Suriye’ye yönelik  Kürtçe ve Arapça yayın yapan bir TV kanalı.

ERDOĞAN YÜZÜNDEN OLUYOR BUNLAR!

Ben uzun yıllardır yabancı medyadan meslekdaşlarla temastayım. Bu sefer yani Kobane meselesinde iyice su yüzüne çıktı, ben onlarla, yani Fransız, İngiliz, Alman hatta Arap meslekdaşlarla pek anlaşamıyorum. Ayrı zihniyetteyiz sanki, ayrı dalga boylarından konuşuyoruz yani… Örnek. Beyrut’tan yayın yapan Etajeh News var, orta çaplı bir Irak TV’si. İngilizce yayınları da var. Arada bir arayıp, görüş, yorum filan isterler. Telefonda ya da Skype’da işte en fazla 3-4 dakika içinde onların sorduğu 1-2 soruya cevap vermeye çalışırız. Yeni, bir hafta on gün önce galiba, aradılar, Ankara’nın konuya ilişkin tutumunu sordular. Ben de anlattım: Ankara’nın önceliği IŞİD değil, Esad rejimi ayrıca Erdoğan IŞİD=PKK, PKK=PYD diyor, filan dedim. Bu işleri yapanlar bilir, görüşünü söylersin, karşı taraftaki sunucu senin adını ünvanını söyler, teşekkür eder, yayın biter, sen de telefonu kapatırsın. Ben söyleyeceğimi söyledim, sunucu teşekkür  etti, tam kapatacağım, rejide editör varmış, ‘İki dakikanız var mı?’ dedi. ‘Var’ dedim. ‘Mr. Duran çok ilginç yorumlar yaptınız’ dedi. Halbuki ben yorum filan yapmamıştım, olan biteni daha doğrusu Ankara’nın Kobane konusundaki politikasını, tutumunu neredeyse onların ağzından aktarmıştım. Seçtiği sözcüklerden, ses tonundan editörün ne demek istediğini galiba anladım: ‘Bizim yorumcu hafiften kafayı sıyırmış…’. Türkiye’yi tanımayan bilmeyen kim olsa böyle bir tepki verir…

12 yıllık siyasi iktidar hatta daha eskiler için geçerli bir durum var: Edirne ile Hakkari arasında, Türk egemenleri, hukuk, kanun, kural, meşruiyet, vicdan filan dinlemeden, iplemeden, âli devletin çıkarları adına istedikleri gibi at koşturuyorlar.  Ne var ki, sınırı 100 metre aşan bir olay vukubulduğunda bizim resmi aygır, tık nefes oluyor, dört ayağının üzerinde on dakika bile duramıyor, önce dizleri üstüne çöküyor, sonra küt devriliyor. Anadolu steplerinde sirk cambazı gibi koşup atlayan o küheylan, emekli sütçü beygirine dönüşüyor. İflas yani…

Son zamanlarda Kobane bağlantılı olarak New York Times,  Daily Telegraph, Die Welt, Le Monde, Financial Times ve bir çok yabancı gazetede Erdoğan’la ilgili sert eleştiriler içeren yazılar çıktı. Oysa ki 2002-2006 hatta belki de Gezi’ye kadar bu gazeteler Erdoğan’ı olağanüstü öven yazılar yayınlamışlardı. ‘Boğaziçi’nde Sessiz Devrim’, ‘Askeri Vesayeti Kaldıran Lider’, ‘Seçimi Yine Kazandı’ gibi başlıkları medyayı izleyen herkes hatırlar.  Neyse… O dönemde bile Türkiye’de anti-demokratik uygulamalar vardı ama yabancı medya pek o konulara girmezdi. Nitekim bu aralar da Erdoğan’ı eleştiren bu büyük gazetelerde, mesela Rojava’nın özerk yapısı hakkında öyle çok fazla bilgi edinemiyoruz. Keza Kürt direnişi konusunda da esas bilgileri Kürt medyasından alabiliyoruz. Global medya evet Gezi’den bu yana Erdoğan’a Türkiye’deki siyasi iktidara olumlu yaklaşmıyor ama mesela şöyle şeyler de var: Türkiye’de TOKİleşme, işçi cinayetleri, doğa katliamları konusunda global medya haber ya da yorum yayınlamaya çok teşne görünmüyor. Kısacası, ‘Türk medyası çok kötü, yabancı medya çok iyi’ diye bir formül yok. Yani Türk medyası çok kötü de, formülün ikinci kısmı doğru değil…

DÜN DÜNDÜR AMA YARIN BAŞKA

Dünkü bugünkü gelişmelerden sonra mümtaz Türk medyası tıpkı Erdoğan gibi ‘Bez getir Cafer…’ pozisyonuna düştü.  Önce herhalde biraz sessizlik olur, sonra  ilkesiz oldukları için keskin bir U dönüşü yapar herhalde, ya da IŞİD=PKK diyorlardı ya, şimdi de artık IŞİD=PKK=ABD diyebilirler.

Gün boyu, Meclis’de grup toplantılarında AKP, CHP ve MHP liderlerini dinledik. Hiç biri bu ABD’nın PYD’ye silah yardımı meselesine değinmedi bile. Konu anlaşılan milli bir mesele olarak algılanmış, şimdilik susalım demiş hepsi…

Susmakla, gizlemekle, tahrif etmekle, medyatik gerçek inşa etmekle sorun çözülmüyor. Dünya çapında prestiji, güvenirliği, inandırıcılığı sıfıra yaklaşan bir yönetime sahip Türkiye. Oysa ki Stratejik Derinlik, Merkez Ülke ve Sıfır Sorun demişti değil mi? Geçmiş olsun.

Bir ülkenin yönetimi yerlerde sürünebilir. O ülkenin toplumu artık herhalde kendini ve ülkesini daha fazla rezil etmez …
Dinlediğiniz için teşekkürler.


(*) Bu metin 21 Ekim 2014 Salı günü 78liler Girişimi’nin İstanbul Cezayir salonunda düzenlediği ‘Kobane Konuşuyor’ başlıklı toplantıda yapılan konuşmanın bilahare zenginleştirilerek kağıda dökülmüş versiyonudur. Duvar dergisinin Kasım-Aralık 2014 tarihli 17. sayısında yayınlandı.

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Cumhuriyet gazetesi de Türkiye Cumhuriyeti gibidir:

  Kadim iktidar sahibi ama Cumhursuz ve bağnaz!   * Atatürk’ün emriyle kurulan Cumhuriyet gazetesi 100 yaşına bastı. Mustafa Kemal Atatürk ve T.C için olduğu gibi Cumhuriyet gazetesi için de şimdiye kadar elle tutulur, ciddi, çok yönlü, eleştirel perspektifli akademik ya da mesleki bir yayın yapılamadı. Ragıp Duran Cumhuriyet gazetesi hakkında şimdiye kadar yayınlanmış çeşitli yayınların çoğunu okudum. Büyük bir kısmı tek yanlı bir Kemalizm güzellemesi şeklinde kaleme alınmış. Kuşkusuz 100 yıllık tarihinde bu gazetenin gerçekleştirdiği sınırlı sayıda da olsa olumlu siyasi ve medyatik etkinlikler yok değil. Mesela Yaşar Kemal’in Anadolu röportajları. Ya da CUMOK’un ilk baştaki girişimleri. Okay Gönensin’in taslağını hazırladığı Vakıf yapısı. Celal Başlangıç’ın Kürt bölgesi haberleri… Cumhuriyet gazetesi herhangi bir günlük gazete değil. Adı, tarihi, mülkiyeti, yapısı, yayın politikası büyük ölçüde Mustafa Kemal Atatürk ve Cumhuriyet rejimi (1923-2002)   ile neredeyse özdeş. Gaze

Midilli’den İzlenimler: Ada değil Memleket…

  * Kitap tanıtım toplantısı bahanesiyle Türkiye’den gelen kırk yıllık arkadaşlarımla şahane 5 gün yaşadım Midilli’de. Eski ve yeni fotograf kareleri… Ragıp Duran Midilli, Ege’de Türkiye’nin hemen yanı başında kocaman bir ada. İzmir, Ayvalık ya da Dikili’den motorla en fazla 1 saatte ulaşıyorsun.   Benim Yunanca kitabımın tanıtım toplantısı için Midilli’de göçmenlerle çalışan Birarada Derneğinin davetlisi olarak adaya vardık. Yayıncım Yorgo Giannopoulos, ben ve Yiğit Bener, ‘’Selanik Sürgünü’’ kitabının Midilli’deki tanıtım toplantısında 23 Mayıs 2024 Ben 15-20 sene önce, birisi Türkiye-Yunanistan Defne Dostluk Derneği ile ikincisi mektepten arkadaşlarımla gezmeye Midilli’ye gitmiştim. Öyle turistik bir Yunan adası değil. Dağları tepeleri, yeşil vadileri olan güzel bir kara parçası. Son zamanlarda Türkiye’den günde 4-5 motorla yüzlerce turist geliyor. Ada halkı özellikle de esnaf memnun. Çünkü, ‘ ’Türkiye’den gelenler bize (Yunanlılara) çok benziyor. Alman, İngiliz ya da Fran

Ümit Kurt - Kanun ve Nizam Dairesinde / SOYKIRIM TEKNOKRATSIZ OLMUYOR!

  *Kurt’un son çalışması, bir çok yeni gerçeği belgeleriyle su yüzüne çıkarıyor. M.R.Mimaroğlu örneği,   sadece 1915’i değil günümüzü de açıklıyor.   Ragıp Duran   Tarih kitaplarının amatör bir okuru olarak, bizim kuşak, Kürt Meselesini İsmail Beşikçi’nin, Ermeni Meselesini de Taner Akçam’ın çalışmalarından öğrendi.   1915 Ermeni Soykırımı Araştırmalarının öncüsü olan Akçam’ın açtığı yolda ilerleyen tarihçi Kurt, bir önceki kitabında soykırımın Antep somutunda hem mikro analizini yapmış hem de yerel eşrafın (Aktörlerin) konum ve katkısını incelemişti.   Son çalışması olan ‘’Kanun ve Nizam Dairesinde’’ (Aras, 2023, Istanbul, 255 s.) ise, orta hatta üst düzey bürokrat Mustafa Reşat Mimaroğlu’nun (1878-1953) mesleki ve siyasi yaşamını irdelerken, 1915’in bürokrasi boyutunu sergiliyor. Kurt’un kitabını okurken altını çizdiğim bir kaç özellik var: * Akademik çalışmalarının bir bölümünü Kudüs’de gerçekleştirdiği için Kurt, 1915 ile Holokost   arasındaki benzerlik ve farklılıkla