Ana içeriğe atla

YILMAZ ÖZDİL MESELESİ

Hürriyet’in popüler köşe yazarı Özdil’in gazeteden ayrılması tartışma yarattı. Özdil sansür kurbanı mı oldu? Özdil’in köşesini yitirmesi basın özgürlüğü açısından ele alınabilir mi? Bundan sonra ne olabilir?

Hürriyet gazetesinin popüler köşe yazarı Yılmaz Özdil’in bir yazısının gazete yönetimi tarafından etik kurallara uymadığı gerekçesiyle yayınlanmaması, Özdil’den talep edilen değişikliğin de yazar tarafından rededilmesi ve sonuçta Özdil’in gazeteden istifası  tartışmalara yol açtı.

Gazete yönetimi belki de dolaylı olarak siyasi iktidar tarafından sansür edilen bir yazar otomatik olarak mağdur duruma mı düşürülmüştür? Özdil, gerçekten sansüre mi uğramıştır yoksa Hürriyet’in etik kurallarını ihlal ettiği için mi istifa etmek zorunda kalmıştır? Savunduğu görüşler ne olursa olsun, gazete yönetimi tarafından yaptırıma uğratılan her yazar, basın özgürlüğü adı altında mutlaka savunulmalı mıdır?

Sözkonusu sorulara kaçınılmaz olarak siyasi-ideolojik ve/veya mesleki-teknik yanıtlar bulmak mümkün.

Kısa kısa background bilgi hatırlatması, mevcut durum ve olasılıklar:

·       Özdil, muhalefet, cumhuriyetçilik, anti-emperyalizm kisvesi altında aslında/özünde faşizan, milliyetçi, ırkçı ve devletçi bir ideolojiyi savunuyor.  Yazar, istifasına yol açan yazısından önce, yakın bir geçmişte Ahmet Türk’e atılan yumruğu savunmuş, Roboski mağdurlarını katıra benzetmiş, Somalı madencilere ölümü hak ettiklerini yazmış, Esad’a karşı Erdoğan’ı savunmuştu.  Enis Berberoğlu döneminde yayınlanan tüm bu yazılar aslında o zaman da Hürriyet’in yayın ilkelerine, etik kurallarına aykırı idi. Nefret suçu işleyen seri katil, ilk suçunda uyarılmalı, yaptırıma tabi tutulmalıydı. Üstelik o dönemlerde Hürriyet’in Okur Temsilcisi bu konuda uyarıda bulunmuştu. Sabıkalı yazar, Hürriyet yönetiminde rüzgarın yönü değişmeye başladığı günlerde, engelle karşılaştı. Aydın Doğan’ın da açık uyarısı sonrası, Hürriyet, Berberoğlu’nun ayrılışı ve Erdoğan’ın Cumhurbaşkanlığı seçimleri ertesinde siyasi iktidara eskisi kadar direnç gösteremeyeceğinin sinyallerini veriyordu. Bu açıdan Özdil’in gazeteden ayrılmasının zamanlaması anlamlı…
·       Sansür sözcüğü bizde, hatta meslek ortamlarında bile, gelişigüzel ve çoğu zaman yanlış bir şekilde kullanılıyor. Gazete yönetiminin, yazı işleri ya da haber müdürünün, editörün  bir yazıyı yayınlamayı redetmesi sansür değildir. Sansür, gazete dışından bir gücün, çıkarları gereği bir yazının yayınlanmasını engellemesidir. Alo Fatih hadisesi mesela tipik bir sansür örneğidir. Kuşkusuz, kimi zaman, hatta Türkiye’de çoğu zaman gazete yönetimi, gazete dışından gelen bir sansür talebinin aracısı/sözcüsü konumuna da düşebilir. Böyle durumlarda, yani yayınlanması rededilen yazılar konusunda gazete yönetiminin yapması gereken açıklamanın doğru, gerekçeli ve ikna edici olması gerekir. Hürriyet’in Özdil konusunda yaptığı iki açıklama da bana şahsen çok yeterli olmasa da, nispeten geçerli geldi. Hürriyet , aslında şimdiye kadar Özdil’i neden uyarmadığını da açıklaması gerekirdi.  Keza Cumhuriyet’in geçenlerde Bedri Baykam’ın yazısı yayınlamamasıyla ilgili açıklaması da ikna edici idi. Ama mesela İŞİD’in elinde tuttuğu rehineler konusundaki sansür, herhangi haklı bir gerekçeye dayanmıyor. Batı’da benzeri durumlarda, medya,  rehinelerin salıverilmesi için yoğun, temkinli yayın yapar, bizde ise herkesin susması isteniyor. Kısacası, Özdil sansür mağduru değildir. Üstelik kendisine tanınan yazıyı gözden geçirme önerisini de redederek yönetimle çatışmayı göze almıştır.
·       Basın özgürlüğü, kavramı bu hallerde çok sık gündeme gelen bir kavram. Oysa ki şurası çok açıktır ki, basın özgürlüğü, Ahmet Türk’e sallanan yumruğu savunmak, Roboski’de bombalanan köylüleri katıra benzetmek ya da Soma’da öldürülen madencilerin ölümü hak ettiklerini yazma özgürlüğü değildir. Basın özgürlüğü, şiddeti savunmak ve başta ırkçılık olmak üzere her türlü ayrımcılık dışındaki, tüm görüşleri savunma özgürlüğüdür. Basın özgürlüğü, insanları aşağılama, insanlara hakaret etme özgürlüğü de değildir. Özdil’in yazıları ve genel ideolojisinin basın özgürlüğü ile yakından uzaktan ilgisi yoktur. Özdil, demokrasisi gelişmiş bir ülkede, ciddi bir gazetede, bırakın köşe yazarlığını, ofis boy bile yapılmaz.
·       Özdil ile gazetesi arasındaki ihtilafta, yaptırım uygulama makamı Hürriyet yönetimidir. Bildiğimiz kadarıyla, Hürriyet Özdil’in işine son vermemiş, Özdil istifa etmiştir ya da istifa etmek zorunda kalmıştır. Okurlar, medya akademisyenleri, medya eleştirmenleri, Özdil’in meslekdaşları, basın meslek kuruluşları bu yaptırım ya da istifa konusunda çeşitli görüşler belirtebilir, tahliller yapabilir. Yapıyor da zaten… Ne var ki mesleği, mesleğin icra tarzını, etiğini ilgilendiren bir konudaki siyasi/ideolojik mülahazalar pek anlamlı değil. Özdil’in görüşlerini savunan kesimler, Özdil’in mağdur göstermek için çeşitli gerekçeler üretiyor. Özdil’e siyasi olarak karşı olanlar da keza, teknik ya da mesleki hiçbir karşılığı olmayan siyasi/ideolojik gerekçelerle Özdil’in başına gelenleri memnuniyetle karşılıyor. Bizde artık her şey çok ve sadece siyasi olarak algılandığı için işin özü, teknik ve profesyonel yanı gözlerden kaçıyor.
·       Son olarak bence biri toplumsal diğeri mesleki açıdan vahim iki noktaya değinmek gerek:
 Özdil’in milliyetçi, ırkçı, devletçi görüşleri ne yazık ki bu toplumun önemli bir kesiminde pek revaçta. Özdil’in yazdığı kitapların satışı, köşesinin okunma oranı, sosyal medyaya transferi, yazılarından oluşturulan tiyatro eserinin popülaritesi bu gerçeği doğruluyor. Bu kesimin, Özdil’e yönelik bu siyasi/ideolojik bağlantısı, sadakati, sempatisi meselenin gerçek yüzünü örtüyor. Kestirme ve kolaycı bir şekilde ‘Hürriyet, iktidardan korktu Yılmaz’ı attı’ görüşü ağırlık kazanıyor. Oysa ki sen gazetenin kurallarını hiçe sayacak kadar kendini her şeyin üstünde görürsen, sonun böyle olur!
İkincisi yapısal bir mesele: Köşe yazarlığı. Bizdeki türden haftanın 7 günü 7 farklı konuda cevher yumurtlayan yazarlar bir süre sonra kendilerini gazetenin de, gazetenin genel yayın politikalarının da hatta yönetimin de üstünde görmeye başlayıp, ‘Yıldız’ ya da ‘Tanrı Yazar’ katına çıktıklarını sanıyorlar. Çetin Altan bu kategorinin müstesna güzel bir kuraldışıdır ama kendilerini Halk Filozofu hatta siyasi önder olarak telakki edenler var bu medya mahallesinde. Müritleri şeyhi uçururmuş ya…Hatırlayın yakın zamana kadar Yılmaz Özdil’in selefi Emin Çölaşan da Hürriyet’de benzeri bir  konumdaydı. Çölaşan Hürriyet’ten ayrıldı/atıldı ama Hürriyet’in tirajında önemli bir düşüş yaşanmadı. Özdil nedeniyle de Hürriyet’in büyük bir tiraj kaybına uğrayacağını kimse öngörmüyor.
Ne var ki Hürriyet’in önünde daha büyük bir tehlike var: Gazete yönetimi, genel yayın politikasında, manşetlerinde, siyasi iktidarla ilişkilerinde ilk işaretlerini verdiği boyun eğme/biat etme çizgisini sürdürürse, işte o zaman Yılmaz Özdil’in bile kurtaramayacağı bir tiraj kaybına uğrar…


Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Kanlı hayalet aslında 104 yıldır tepemizde

* Talat Paşa’nın şahsından çok temsil ettiği ideoloji ve paradigma T.C açısından bugün hala hayati bir öneme sahip. Talat Paşa sadece İttihat Terakki ve 1915 ile organik olarak bağlantılı değil. O bugünkü T.C nebulasının belleği, kalbi ve beyni. Ragıp Duran Güncellikte sürekli olarak çıkmaza girince, ne geçmişi anlayabilir insan ne de geleceği tasarlayabilir. Osmanlı’dan T.C’ye geçiş çok sorunlu, çok zor ve çok kanlı. 102 yıl bir toplum için çok uzun bir süre değil. Ama yeni kurulan Kemalist rejim inatla ve ısrarla, bir asır boyunca iktidarın siyasi/ideolojik/kültürel/pedagojik aygıtlarını kullanarak geçmişi bağımsız, özgür ve nesnel bir şekilde değerlendirmedi. Kendi çıkarlarına uygun devletçi, milliyetçi hatta ırkçı bir ‘’hikaye’’ üretip yaygınlaştırdı. Geçiş sürecinin (1908-1923 ve sonrası) tüm olumsuzluklarını ya gizledi ya da tahrif etti. Ermeni Soykırımı, Kürt Sorunu ve Pontos Rum Konusu bu olumsuzlukların en bariz olanları. Kemalist ideoloji, iktidarının meşruiyetini sağlama...

Kemalizm’de Hyper Enflasyon

  * İçeriği pek muğlak, dün-bugün-yarın her derde deva olarak önerilen, dev heykel ve portreleri ile tahayyülümüzü baskı altına alan zihniyetin etraflı bir yapı sökümüne ihtiyacı var.   Yerine cazip, çağdaş, popüler yeni bir siyasi-toplumsal proje lazım. Ragıp Duran Sayıları giderek azalsa da Türkiye’ye gelen yabancılar/turistler bize en çok şu soruyu soruyor: ‘Sizde neden her yerde Atatürk heykelleri, posterleri, portreleri var?’. Biz belki içeriden bakıp anlayamıyoruz ama başka ülkelerle kıyaslama yapınca Türkiye’deki Atatürk tutkusunun ne kadar yaygın, ne kadar güçlü olduğunu saptayabiliriz. Her devletin saygıdeğer bir kurucu babası, sevgi ve minnetle anılan askeri ya da siyasi bir lideri tabi ki var. ABD’de G.Washington, SSCB’de pardon Rusya’da V.I.Lenin, Çin’de Mao Zedung, Kore’de Kim Il Sung, Fransa’da De Gaulle… Ama bu ülkelerin hiç birinde lider kültü bizdeki Atatürk düzeyinde değil. Bir başka çelişki d...

Şahin Alpay’ın Anıları / İlginç ve Zengin bir Hikâye ama…

  * 70’lerde Maocuların idolü sonraları Cemaatin kendi deyimiyle sosyal liberal yazarı başarılarını, düş kırıklıklarını, pişmanlıklarını kaleme almış. Parlak bir öztanıtım broşürü, zengin bir özkutlama kataloğu. Ragıp Duran   En eski ünvanı ‘’Maoculuğu Türkiye’ye getiren Adam’’ olan Alpay, Lejand yayınlarından çıkan 564 sayfalık anılarının birinci cildinde son 80 yılın Şahin Alpay’ını biraz da o dönemleri anlatıyor. Alpay, benden 10 yaş büyük. O, Aydınlık’tan ayrıldığı yıllarda ben yeni yeni PDA’cı oluyordum. 70li yılların başında Şahin Alpay ve Halil Berktay bizim için hareketin en önemli ideologları ve gerçek birer devrimci aydındı. Kendisini çok az tanırım. Ama bilgisi, kültürü, çalışkanlığı, içtenliği ve dürüstlüğü konusunda sanırım kimse olumsuz bir yargıda bulunamaz.     Kitap piyasaya çıktığında, Medyascope, Apaçık Radyo ve Serbestiyet’de anılar hakkında yayınlanan söyleşileri izledim. Cazipti. Ancak kitabı okuduktan sonra bu mecralarda söyleşi...