Mustafa Dağıstanlı’nın medya eleştirisi kitabına (5N 1 KİM, Postacı) yazdığım önsözde Türk egemen medya alemini sevimsiz bir hayvanat bahçesi olarak nitelemiştim. Sevimli dostlarımız hayvanlara gönderme yaparken dikkat: Onlar doğaldır, omurgaları hatta şahsiyetleri vardır, yırtıcı bile olsa hakikidir, belki de sevimli. Üstelik aslansa mesela, hep aslan kalır. Tarihte ve evrende önce aslan sonra tilki olan bir yaratığa rastlanmaz. Tilkiler de büyüyünce ya da orman değiştirince aslan olmazlar, olamazlar.
Ama bizde, siyaset ve medya dünyasını yakından uzaktan izleyen her yurttaş, her okur, fazla değil, 10 yıllık belleğe sahipse ya da zahmet edip arşive bir göz atsa, olağanüstü değişken (Oynak dememek için seçilmiş diplomatik bir sözcük!) bir manzara ile karşılaşır. 3 yıl önce ak diyen, aynı renge bugün kara deme cüretini çok rahat gösterebiliyor. 5 yıl önceki mavi bugün sarı oluyor. İşin vahim tarafı bu hızlı ve sorunsuz(?) saf değiştirmelerin akla izana, mantığa uyan hiçbir açıklaması yok. Gerekçesi namevcut, özeleştiri filan hak getire… Topaç misali, anlı şanlı köşe yazarları, büyük siyaset adamları, çok kolay bir şekilde saf değiştiriyor. İşin biraz derinine inince, borsadaki alçalma ve yükselmeleri, siyasi tutum barometresindeki renk değişimlerini pertavsızla inceleyince tayin edici bir kriter kabak gibi ortaya çıkıyor: İKTİDAR.
Doğası, işlevi, tanımı gereği, kamu adına iktidarın faaliyetlerini denetleyip, olumsuzlukları sergilemek ve olumlu tutumu geliştirmekle görevli olan medya, sadece Türkiye’de değil, bir süredir, bütün dünyada, iktidar(lar)ın bir müştemilatı, bir ajitasyon-propaganda aracı haline geldi. Medya mülkiyetindeki köklü değişimler, alavere dalavere ile bazen iktidarın bizzat kendisi çoğu zaman da iktidar yanlıları tarafından gasbedilmesiyle somutlaştı. Bu müthiş dönüşümde, çok sayıda meslektaş, çalıştığı medyadan hatta meslekten uzaklaştırıldı. Alnının akıyla gazetecilik yapmaya çalışan bir avuç dürüst gazeteci ise her an işinden olma tehlikesiyle karşı karşıya. Geçen yıl doğumunun 100. yılı nedeniyle yeniden gündeme gelen Fransız yazar-düşünür-gazeteci Albert Camus’nün olağanüstü isabetli tanımlamasıyla ‘Ahlaklı gazetecilik’ neredeyse samanlıktaki toplu iğne kadar nadir bir değer haline geldi.
Gazetecilik, neo-liberal düzenin kışkırtması ve zorlamasıyla, meta haline gelen haberin alış-veriş borsasındaki faaliyeti şekline dönüştü. Bu borsa öyle, aslında zaten sadece teorik olarak var olan, serbest piyasa borsası filan da değil. Gazetecilik, Türkiye’de artık 657 sayılı Memurin Kanununa tabi bir meslek oldu. Başbakan, sadece telefon kayıtlarında değil, umuma açık toplantılarda da, hangi gazetecinin hangi gazetede yazmasını, hangi televizyonda boy göstermesi gerektiğini açık açık söylüyor. E tayin çıkınca, maaş da iyi, ek ödemeler de cabası, gazeteci kılığında bir takım fırdöndüler, penguenler, yılanlar, çıyanlar,… bukalemun zırhlarıyla köşeleri, televizyon ekranlarını işgal ediyor.
Türk egemen medyasında yer alan şahsiyetlerin son 10 yıl içindeki siyasi-ideolojik saflardaki değişimlerinin bilançosunu çıkarmaya kalkışsak, çok zor bir değerlendirme ve haritalama faaliyeti yapmak zorunda kalırız. O kadar çok sayıda kalem, o kadar hızlı bir şekilde saf değiştiriyor ki, bilançonun neredeyse haftada bir yenilenmesi gerekir.
Kabaca baktığımızda, 10 yıl önce kendisini solcu ya da liberal (ne demekse?) olarak niteleyen kalemler, kah yavaş yavaş kah birdenbire AKP’li oldu. Keza, 10 yıl önce, Gülen Cemaatinin önde gelen sözcülüğüne soyunanların neredeyse hepsi bir gecede (17 Aralık Gecesi) Erdoğan ve AKP karşıtı oluverdiler ki, onların hepsi 10 yıl boyunca iktidarın neferleriydi. Kentsel dönüşüm gibi manzara… Siyasal dönüşümden payını alanlar arasında Ergenekon, Balyoz, Oda TV sanıklarına da rastlamak mümkün. Bu kesimde mesela Doğu Perinçek’in tahliye edildikten kısa bir süre sonra Akit gazetesine demeç verip Gülen hareketine karşı savaşa girmesi, Erdoğan için ne kadar büyük bir destektir bilinmez ama ulusalcılıktan AKP yanlılığına geçiş açısından ilginç bir örnektir. Gerçi Perinçek, 40 yıllık siyaset hayatında çok farklı mecralara uçup konup yeniden havalanan karga misali, siyasi slalomunu sürdürüyor. Bu konuda, geçenlerde bir sohbet sırasında sanatçı bir arkadaş, enfes bir soru sordu: “Ne kafadır bu yahu? Ne içiyor bu adam?”
Türkiye siyaset sahnesinde üç büyük aktör olsa gerek: Erdoğan’ın liderliğindeki İslami görünümlü gerici, soyguncu, yolsuzluk kutbu; kadim iktidarın ulusalcı nebulası ve Kürtler. Üç merkez de birbirleriyle çelişkili. Gerçi en azı Kürt kutbunda olmak üzere, bu merkezler kendi içlerinde de çelişkili, parça parça… Hiçbir monoblok değil.
İktidarın kendi içindeki Erdoğan/Gülen yarılması, haliyle diğer iki bloku da etkiledi. Erdoğan’ın Gülen’i teşhir ve tecrit operasyonuna, ulusalcılardan da Kürtlerden de destek geldi.
Son polis operasyonu da, bu konuda ilginç bir o kadar garip tezahürlere yol açtı. Mesela ulusalcı kanadın yapaygaz medyası Sözcü gazetesi, Gülenci polislerin gözaltı operasyonunda en az Yeni Şafak kadar heyecanlanıp, amigoluk bile yaptı.
Bu yalpalamaların, bu rüzgara göre eğilmelerin bir nedeni de, kendisine muhalif, solcu, ulusalcı filan diyenlerin, gerçek anlamda bağımsız, özerk bir siyasetleri/ideolojileri olmaması. Onlar çoğu zaman, dolaylı olarak da olsa, iktidara endekslendikleri için, istemeden de olsa, bir anda kendilerini Erdoğan’ın saflarında bulurlar. Mesela seçim kampanyasında, İhsanoğlu ve/veya Demirtaş’ı sözüm ona soldan ya da ulusalcı perspektiften eleştiriyorum sanırsın, ertesi gün Yeni Şafak’ın hatta Akit’in manşetinde bulursun kendini!
Son 10 yılda, kim nerede idi, nerelerden geçti, şimdi hangi saflarda sorularına yanıt vermek gerçekten güç. Tüm köşe yazılarını, televizyondaki siyasi tartışmaları ince ince okuyup değerlendirdikten ve sınıflandırdıktan sonra rengarenk(?) bir tablo/harita çıkarmak mümkün. Tabloyu doğru dürüst incelersek, aslında pek öyle rengarenk olmadığını görürüz. Çünkü tüm saf değiştirmelerin altında bir tek saik yatıyor, o da iktidar. Tablo/harita aslında sadece iki renkle (Siyah ve Beyaz) çizilebilir. Siyah muhalefet ise, eskiden siyahlar zaman içinde grileşip sonunda aklaşmışlardır. 10 yıl önce beyaz olup bugün koyu grileşen çok az sayıda bir-iki örnek ya vardır, ya yoktur.
Omurgasızlık, şahsiyetsizlik bir yana, iktidarın cazibesi (İşin içinde şan şöhret, para-pul, mevki-makam vardır çünkü) gazeteciyim diye ortaya çıkanları bir süre sonra ulak oğlanı ya da ulak kızı haline getirir. Onlar yat ve kat sahibi olabilir ama onur ve vicdan konusunda olağanüstü yoksuldurlar. Üstelik de gelecekleri yoktur. Çünkü Erdoğan gittiğinde onlar da gidecektir. Kuvvetle muhtemel ki, oradan yine dönmeye çalışacaklar ama artık yeter ve hayır!
Bu açıdan bakıldığında belki de bu son 10 yılın dönekler/bukalemunlar/sürüngenler tablosunu çıkartmaktansa, son 10 yılın şahsi, siyasi ve mesleki olarak ayakta duranlarının dökümünü yapmak daha yararlı olabilir. Hem daha kolaydır, çünkü nüfus pek öyle kalabalık değildir, hem de yararlıdır, çünkü bu tabloya giremeyen her gazetecinin ne menem bir şahsiyet olduğunu kolayca anlayabiliriz.
(*) Bu yazıda özel olarak aslında herkesin bildiği bütün isimleri yazmadım. Çünkü onlar kendilerini tanıyor. Ayrıca mesele, şahsi değil, siyasi, ideolojik, kültürel ve büyük ölçüde de ahlaki.
Doğası, işlevi, tanımı gereği, kamu adına iktidarın faaliyetlerini denetleyip, olumsuzlukları sergilemek ve olumlu tutumu geliştirmekle görevli olan medya, sadece Türkiye’de değil, bir süredir, bütün dünyada, iktidar(lar)ın bir müştemilatı, bir ajitasyon-propaganda aracı haline geldi. Medya mülkiyetindeki köklü değişimler, alavere dalavere ile bazen iktidarın bizzat kendisi çoğu zaman da iktidar yanlıları tarafından gasbedilmesiyle somutlaştı. Bu müthiş dönüşümde, çok sayıda meslektaş, çalıştığı medyadan hatta meslekten uzaklaştırıldı. Alnının akıyla gazetecilik yapmaya çalışan bir avuç dürüst gazeteci ise her an işinden olma tehlikesiyle karşı karşıya. Geçen yıl doğumunun 100. yılı nedeniyle yeniden gündeme gelen Fransız yazar-düşünür-gazeteci Albert Camus’nün olağanüstü isabetli tanımlamasıyla ‘Ahlaklı gazetecilik’ neredeyse samanlıktaki toplu iğne kadar nadir bir değer haline geldi.
Gazetecilik, neo-liberal düzenin kışkırtması ve zorlamasıyla, meta haline gelen haberin alış-veriş borsasındaki faaliyeti şekline dönüştü. Bu borsa öyle, aslında zaten sadece teorik olarak var olan, serbest piyasa borsası filan da değil. Gazetecilik, Türkiye’de artık 657 sayılı Memurin Kanununa tabi bir meslek oldu. Başbakan, sadece telefon kayıtlarında değil, umuma açık toplantılarda da, hangi gazetecinin hangi gazetede yazmasını, hangi televizyonda boy göstermesi gerektiğini açık açık söylüyor. E tayin çıkınca, maaş da iyi, ek ödemeler de cabası, gazeteci kılığında bir takım fırdöndüler, penguenler, yılanlar, çıyanlar,… bukalemun zırhlarıyla köşeleri, televizyon ekranlarını işgal ediyor.
Türk egemen medyasında yer alan şahsiyetlerin son 10 yıl içindeki siyasi-ideolojik saflardaki değişimlerinin bilançosunu çıkarmaya kalkışsak, çok zor bir değerlendirme ve haritalama faaliyeti yapmak zorunda kalırız. O kadar çok sayıda kalem, o kadar hızlı bir şekilde saf değiştiriyor ki, bilançonun neredeyse haftada bir yenilenmesi gerekir.
Kabaca baktığımızda, 10 yıl önce kendisini solcu ya da liberal (ne demekse?) olarak niteleyen kalemler, kah yavaş yavaş kah birdenbire AKP’li oldu. Keza, 10 yıl önce, Gülen Cemaatinin önde gelen sözcülüğüne soyunanların neredeyse hepsi bir gecede (17 Aralık Gecesi) Erdoğan ve AKP karşıtı oluverdiler ki, onların hepsi 10 yıl boyunca iktidarın neferleriydi. Kentsel dönüşüm gibi manzara… Siyasal dönüşümden payını alanlar arasında Ergenekon, Balyoz, Oda TV sanıklarına da rastlamak mümkün. Bu kesimde mesela Doğu Perinçek’in tahliye edildikten kısa bir süre sonra Akit gazetesine demeç verip Gülen hareketine karşı savaşa girmesi, Erdoğan için ne kadar büyük bir destektir bilinmez ama ulusalcılıktan AKP yanlılığına geçiş açısından ilginç bir örnektir. Gerçi Perinçek, 40 yıllık siyaset hayatında çok farklı mecralara uçup konup yeniden havalanan karga misali, siyasi slalomunu sürdürüyor. Bu konuda, geçenlerde bir sohbet sırasında sanatçı bir arkadaş, enfes bir soru sordu: “Ne kafadır bu yahu? Ne içiyor bu adam?”
Türkiye siyaset sahnesinde üç büyük aktör olsa gerek: Erdoğan’ın liderliğindeki İslami görünümlü gerici, soyguncu, yolsuzluk kutbu; kadim iktidarın ulusalcı nebulası ve Kürtler. Üç merkez de birbirleriyle çelişkili. Gerçi en azı Kürt kutbunda olmak üzere, bu merkezler kendi içlerinde de çelişkili, parça parça… Hiçbir monoblok değil.
İktidarın kendi içindeki Erdoğan/Gülen yarılması, haliyle diğer iki bloku da etkiledi. Erdoğan’ın Gülen’i teşhir ve tecrit operasyonuna, ulusalcılardan da Kürtlerden de destek geldi.
Son polis operasyonu da, bu konuda ilginç bir o kadar garip tezahürlere yol açtı. Mesela ulusalcı kanadın yapaygaz medyası Sözcü gazetesi, Gülenci polislerin gözaltı operasyonunda en az Yeni Şafak kadar heyecanlanıp, amigoluk bile yaptı.
Bu yalpalamaların, bu rüzgara göre eğilmelerin bir nedeni de, kendisine muhalif, solcu, ulusalcı filan diyenlerin, gerçek anlamda bağımsız, özerk bir siyasetleri/ideolojileri olmaması. Onlar çoğu zaman, dolaylı olarak da olsa, iktidara endekslendikleri için, istemeden de olsa, bir anda kendilerini Erdoğan’ın saflarında bulurlar. Mesela seçim kampanyasında, İhsanoğlu ve/veya Demirtaş’ı sözüm ona soldan ya da ulusalcı perspektiften eleştiriyorum sanırsın, ertesi gün Yeni Şafak’ın hatta Akit’in manşetinde bulursun kendini!
Son 10 yılda, kim nerede idi, nerelerden geçti, şimdi hangi saflarda sorularına yanıt vermek gerçekten güç. Tüm köşe yazılarını, televizyondaki siyasi tartışmaları ince ince okuyup değerlendirdikten ve sınıflandırdıktan sonra rengarenk(?) bir tablo/harita çıkarmak mümkün. Tabloyu doğru dürüst incelersek, aslında pek öyle rengarenk olmadığını görürüz. Çünkü tüm saf değiştirmelerin altında bir tek saik yatıyor, o da iktidar. Tablo/harita aslında sadece iki renkle (Siyah ve Beyaz) çizilebilir. Siyah muhalefet ise, eskiden siyahlar zaman içinde grileşip sonunda aklaşmışlardır. 10 yıl önce beyaz olup bugün koyu grileşen çok az sayıda bir-iki örnek ya vardır, ya yoktur.
Omurgasızlık, şahsiyetsizlik bir yana, iktidarın cazibesi (İşin içinde şan şöhret, para-pul, mevki-makam vardır çünkü) gazeteciyim diye ortaya çıkanları bir süre sonra ulak oğlanı ya da ulak kızı haline getirir. Onlar yat ve kat sahibi olabilir ama onur ve vicdan konusunda olağanüstü yoksuldurlar. Üstelik de gelecekleri yoktur. Çünkü Erdoğan gittiğinde onlar da gidecektir. Kuvvetle muhtemel ki, oradan yine dönmeye çalışacaklar ama artık yeter ve hayır!
Bu açıdan bakıldığında belki de bu son 10 yılın dönekler/bukalemunlar/sürüngenler tablosunu çıkartmaktansa, son 10 yılın şahsi, siyasi ve mesleki olarak ayakta duranlarının dökümünü yapmak daha yararlı olabilir. Hem daha kolaydır, çünkü nüfus pek öyle kalabalık değildir, hem de yararlıdır, çünkü bu tabloya giremeyen her gazetecinin ne menem bir şahsiyet olduğunu kolayca anlayabiliriz.
(*) Bu yazıda özel olarak aslında herkesin bildiği bütün isimleri yazmadım. Çünkü onlar kendilerini tanıyor. Ayrıca mesele, şahsi değil, siyasi, ideolojik, kültürel ve büyük ölçüde de ahlaki.
(3 Ağustos 2014 Pazar ekinden - www.evrensel.net)
Yorumlar