Kürecik'de Gezi Şehitleri anısına fidan dikme töreni |
* Cumhurbaşkanlığı
seçimlerine kısa bir süre kala, otoriter Erdoğan rejiminin güçlenerek sürmesine
karşı önerilen alternatif nasıl
değerlendirilebilir? Çözüm Süreci hakikaten çözümü mü hedefliyor?
Yoksa…Demokrasi nasıl büyüyor?
Merhaba,
Öncelikle ben gazeteciyim.
Siyasetçi değilim. Gazetecilikle siyaset, birbirine yakın uğraşlar. Çok sayıda
ortak yanı, alanı var. Ama aynı zamanda çok sayıda ayrı, farklı yanları da var.
Amaçları, kullandıkları yöntemler, araçlar, çalışma şekilleri farklı. Siyasetçi
iktidarı hedefler, bunun için de seçmen ve oy peşinde koşar. Gazetecilik ise
muhalefet mesleğidir. Gerçeğin peşinde koşar. Siyasetçi, grup adamıdır, parti
disiplinine uymak durumdadır. Gazeteci ise, ilke olarak, teorik olarak fikri
hür, vicdanı hür bir kişidir. Bağımsız ve özgürdür.
Bugün burada, aslında her
zaman her yerde, gazeteci kimliğimle konuşuyorum. Bu durum, gazetecinin
siyasi-ideolojik bir tutumu, konumu, tercihi olmadığını göstermez. Aksine
gazeteci, meslek icabı, hatta zorunluluğu olarak, ezilenden, mülksüzden,
azınlıktan, sesi çıkamayanlardan yanadır. Görevini yaparken önemli ölçütlerden biri
de kamu çıkarını gözetmek. Tabi bütün bunları söyleyince, Türkiye’de medyanın
neden bu hale düştüğünü de anlamak çok zor olmasa gerek.
Cumhurbaşkanlığı
seçimlerinden başlayayım: Bu iki turlu Başkanlık seçimlerinde Fransa’nın önemli
bir tecrübesi var. Ben orada birkaç seçim kampanyası izledim. İlk turda belki 10-15 aday çıkabiliyor. Çünkü oralarda 10-15
farklı siyasi renk, akım, parti var. Fransa’da 1. tura katılabilmek yani aday
olabilmek için aranan şart, seçimle işbaşına gelmiş 500 kişiden imza almak.
‘Seçimle iş başına gelmiş kişi’ çok geniş bir kavram. Küçük bir köye muhtar ya
da bir ilçeye belediye meclis üyesi seçilmişseniz de, ‘seçilmiş’ sayılıyorsunuz
ve Cumhurbaşkanlığı için bir adaya imza verebiliyorsunuz. 1. tura katılan
adaylara devlet, eşit ölçüde maddi ve medyatik destek veriyor.
Bizde ise çıka çıka 3 aday
çıkabildi. Bu memlekette sadece 3 görüş mü var? Çünkü en az 20 milletvekilinin
imzası lazım aday olabilmek için. Celal söyledi: Cumhurbaşkanını halk filan
seçmiyor. Partiler hatta parti Başkanları seçiyor dense, gerçeğe daha yakın
olur.
Meclise bakalım: TBMM’deki 4
partiden sadece 2’sinin kendi adayları yarışıyor. Erdoğan AKP’nin, Demirtaş da
HDP’nin adayı. Halbuki Fransa’da olduğu gibi ilk turda 10-15 aday olsa, her siyasi
akım, halk nezdindeki desteğini ölçmüş olur ayrıca, en önemlisi, 2. tura
kalamayan adaylar, son 2 aday arasında tercih yapabilir ve onlara verilen yüzde
1 oy bile değerli…
Demirtaş, söylemi,
siyasi-ideolojik duruşu itibarıyla benim de aklımın ve gönlümün adayı. Ne var
ki, Demirtaş, henüz birinci tur bile yapılmamışken, 2. tur için tutum
açıkladı.’İkisini de desteklemiyoruz’ dedi. Bence yanlış. Çünkü 11-24 Ağustos
arasında önemli pazarlıklar yapılacak. Hele Demirtaş yüzde 10 barajını aşarsa,
son iki aday o oyları kapmak için kıyasıya yarışacak ve Demirtaş’tan ve
seçmenlerinden icazet almaya çalışacaklar. Onların doğrultusunda vaatlerde
bulunmak zorunda kalacaklar. Demirtaş erken konuştu. Bu yanlışın arkasında bir
başka yanlış yatıyor. O da Demirtaş’ın ‘Her iki aday (Erdoğan ve İhsanoğlu) da
kötü’ şeklindeki tespiti. Bu gözlem doğru değil. Olamaz da zaten. İkisi de eşit
derecede kötü, olumsuz olamaz. Aslında bana kalırsa da ne Erdoğan ne İhsanoğlu
ama, Demirtaş’ın bu yaklaşımı sonuç
olarak Erdoğan’ı güçlendiriyor. Çünkü 2. tur için daha şimdiden, ‘boykot’, ‘ikisine de oy vermeyiz’,
‘ikisinden birini de desteklemeyiz’ şeklinde tutum ve açıklamalar var.
Demirtaş, tecrübeli bir politikacı olarak, ‘2. turda ne yapacağımızı, 10
Ağustos gecesinden sonra, partimiz ve seçmenlerimizin de görüşlerini aldıktan
sonra belirleyeceğiz. Bugün burada bu konuyu konuşmak için zaman henüz erken’
diyebilirdi.
E şimdi bu, bir çok kesimde,
‘Kürtler, Erdoğan’ı destekliyor’ algısına yol açıyor. Zaten Bahçeli de kalktı
‘Demirtaş, Erdoğan’ın piyonudur’ dedi. Bu da doğru değil.
10 ve 25 Ağustos günleri
sandık başına giden yurttaş neye karar verecek? Bu seçimlerin amacı ve sonucu
nedir? Ne olabilir? Parlamenter rejim
devam mı edecek yoksa Başkanlık sistemine mi geçeceğiz? Erdoğan, iktidarı
boyunca gerçekleşen cinayetler, ölümler,
baskılar, yolsuzluk ve rüşvet operasyonlarından hukuki olarak korunmak için
Çankaya zırhına bürünebilecek mi? Yoksa seçmen AKP’nin 12 yıllık iktidarını
sona mı erdirecek? Erdoğan’dan daha olumsuz bir başka aday var mı? Erdoğan’ın
sultasına son verebilecek ve halkın yüzde 50’sinden çoğunun adayını alabilecek
solcu, Kürt, Alevi yani bizim bir adayımız var mı? Çıksa kazanma şansı var
mı? İşte bu sorulara yanıt vermek için
sandık başına gidecek seçmenler.
İhsanoğlu, aslında bu ortamda
ideal bir aday. Geçmişi temiz, evet sağcı, muhafazakar hatta dindar bir aday.
CHP’nin, soldan umudu kesince MHP ile işbirliğine girmesinden sonra, Erdoğan
karşıtı çeşitli kesimlerden oy alabilecek bir aday. Hatta AKPli seçmenin bile
desteği sözkonusu. Son seçim sonuçları bunu gösteriyor. Erdoğan son olarak
yüzde 43’e kadar geriledi. Dolaysıyla rakibi yüzde 57’lik bir potansiyele
sahip. İlk turda Demirtaş ve İhsanoğlu ne kadar yüksek oy alırsa, Erdoğan’ın
seçilme şansı o kadar azalıyor. Celalettin çok net söyledi: Demirtaş ya da
İhsanoğlu’na oy vermeyi düşünenler, 10 Ağustos’da mutlaka sandık başına gidip
oyunu düzgün bir şekilde kullanırsa, hileye karşı oyuna sahip çıkarsa Erdoğan
başarısız olur. Seçim aritmetiği katılımın tayin edici olduğunu gösteriyor.
Katılımın azalması Erdoğan’ı güçlendiriyor.
Kürecik Kültür ve Cem Evinde Gezi Çocukları:Elbet bir bildiği var bu çocukların/Kolay değil öyle genç ölmek |
Aslında AKP ve Erdoğan,
İhsanoğlu’nun adaylığından rahatsız. Ekmel Beyin adaylığı ilk açıklandığında
Erdoğan ‘Kimmiş o!’ diye pek terbiyeli olmayan bir tepki verdi. Sonra Hüseyin
Çelik de kalktı ‘Siyaset dışı aday olmasın, muhalefet bu adayını gözden
geçirsin biz de ona göre tutumumuzu belirleriz’ dedi. Ekmel bey, çatışmacı, kavgacı
bir aday değil. Adam Bilim Tarihi
profesörü. Hem Arap Dünyasında hem Batı dünyasında tanınmış bir isim.
Geçmişinde ihale yolsuzluğu, para sıfırlamak, komisyon almak, haksız kazanç
gibi kirli işler yok. Kürt meselesi, Alevi sorunu, sol gibi konularda tabi ki
bize uymayan sözler ediyor. Kısacası bana göre kötülerin en iyisi…
Gezi’de çocuklarımızı,
kardeşlerimizi öldüren, ‘Talimatı ben verdim’ diyen, Soma’da madencilerin
ölümünü fıtratla açıklayan, Rojava’yı boğmaya çalışan, İŞİD’i destekleyen,
milyarlarca dolar yolsuzluk suçlamasıyla muhatap olan bir aday mı yoksa öteki
mi?
Amaç Erdoğan’ın siyasi
hayatına son vermek ise İhsanoğlu, ince düşünülmüş, ideal bir aday. Bu şahsı
Kılıçdaroğlu ile Bahçeli’nin belirlemediğini de herhalde hepimiz
biliyoruz.
Erdoğan’ın şansızlığı şu ki,
seçilmez ise, seçim kaybetmiş bir liderin toplumda ve kendi partisi içindeki
prestiji çizilecek. Seçilirse de, Tek Adam Yönetimi nedeniyle hem Anayasal
sorun çıkartacak, hem de AKP ve Başbakan’la çelişecek.
SÜREÇ?
Kürecik 4. Doğa ve Kültür Festivali Brosürü |
Etkinlikler ve Festivale katılan sanatçılar |
İkinci altbaşlığımız süreç.
Sadece süreç diyorum ama aslında bunun adı Barış Süreci olması lazım. Kimileri
Çözüm Süreci diyor. Olabilir. Ama iktidar, ‘Milli Birlik ve Kardeşlik Projesi’
gibi sözler sarfediyor. Henüz herkes sürecin adı konusunda bile hemfikir değil.
Öncelikle saptayalım: İlke olarak, teorik olarak Süreç doğru, olumlu bir
fikirdir. Ne var ki uygulamada ve bir tarafın samimiyetinde ciddi sorunlar var.
Ankara yani Türk devleti ile Kürt tarafı oturup bu işi silahla değil konuşarak,
müzakere ederek çözecekse, ki doğrusu bu, iki tarafın eşit koşullarda olması
gerekir. Halbuki taraflar eşit değil. Kürt tarafının başmüzakerecisi
konumundaki Abdullah Öcalan, elleri kelepçeli, İmralı adasında mahkum. Türk
tarafının başmüzakerecisi konumundaki yetkili ise, o da garip, çünkü mesele
sanki istihbarat meselesi, MİT Müsteşarı Hakan Fidan. Onun elinde olağanüstü
imkanlar var. Diyalog, Görüşme, Müzakere, Temas… adına ne derseniz deyin, iki
taraflı, özel olarak da iki eşit taraflı olarak yapılır. Oysa ki mesela İmralı’ya
kimin ne zaman gideceğine, Erdoğan karar veriyor. Sürecin hangi aşamada
olduğunu da Erdoğan saptıyor. Takvimi de, atılacak adımları da hep Erdoğan
belirliyor. Süreç tek tarafın iradesi ile gelişebilecek bir alan değil. Ve aslında görüşme var, müzakere yok. Takvim
yok, yol haritası yok. Öcalan bu konularda sabırla uzun soluklu çalışmalar
yürüttü, belgeler üretti ama devlet tarafı bu girişimleri kaale almıyor,
ciddiye almıyor. Hukuki altyapı konusunda, iktidar alel acele, kimseye sormadan
danışmadan, yine tam seçim öncesinde bir kanun çıkarttı. Celalettin sözünü
etti. Ama kanunda en ayrıntılı hüküm,
onların deyimiyle ‘terörü sona erdirmek için’ görüşme yapan kamu
görevlilerini yargı karşısında korumaya alan hüküm. Yarın başka bir iktidar gelir, ‘Sen bu
teröristlerle nasıl görüşme yaparsın?’ diye hesap sormasından korktuğu için
kendine güvence sağlıyor şimdiden. Bir de artık cılkı çıkmış eve dönüş
hükümleri var ki, kimse, kendileri dahil, bunun uygulanamayacağını biliyor.
Biz, İngiltere ile Kuzey
İrlanda arasında İRA, Madrid ile Bask bölgesi arasında ETA, Fransa’da Paris ile
Korsikalı örgütler arasındaki, sonra
Latin Amerika’daki devlet-gerilla örgütleri arasındaki ilişkileri az çok
biliyoruz. Bu işin bazı kuralları var, bir içtihadı var, bir raconu var yani…
Bizdeki süreç bunların hiç birine uymuyor, benzemiyor.
2012 Aralık’ında başladı
süreç. 2013 Newroz’un Öcalan önemli bir açıklama yaptı. Bu açıklamada benim
takıldığım bir nokta var. Öcalan, ‘Artık silahlı mücadele dönemi bitmiştir.
Siyasi mücadele dönemi başlamıştır’ mealinde bir cümle kullandı. Bu önerme
kuşkusuz doğru. Ne var ki, uluslararası alandaki diğer örneklere baktığımızda,
silah bırakma aşaması, sürecin en sonunda yer alan bir adım. Siz baştan,
‘Silahlı mücadele dönemi bitti’ derseniz, karşı taraf da o zaman size ‘Hadi o
zaman bırak silahlarını, hepsini bana teslim et!’ der. Öcalan bence bir zamanla
hatası ya da formülasyon hatası yaptı. ‘Sürecin olumlu bir şekilde tamamlanması
halinde, silaha gerek kalmayacağı için , silahlarımızı uluslar arası gözetim
altında BM’ye teslim edeceğiz’ şeklinde bir açıklama yapabilirdi. Yanlış
anlaşılmasın, ben ‘PKK silahlı mücadeleye devam etmelidir’ anlamında
söylemiyorum bunu.
Süreç başladığından bu yana
evet küçümsemeyelim bazı önemli gelişmeler oldu. Ama yetersiz.
* Her şeyden önce artık Türk
askerinin ve PKK gerillasının çatışmalarda ölmemesi, askere ya da dağa giden
çocukların eve cenazelerinin gelmemesi hayati ve son derece olumlu bir kazanım.
Ne var ki, bunun hepten böyle gideceğine dair hiçbir güvence ne yazık ki yok…
* Öcalan artık İmralı’da hem
BDP/HDP heyetleri hem de Ankara’nın temsilcileri ile görüşebiliyor.
* Genel olarak memlekette
Kürt meselesi konusunda eskiye oranla daha yumuşak bir atmosfer oluşuyor. Celalettin,
‘Akil Adamlar’ projesini kısaca aktardı. Orada da 3-4 iyi niyetli aydının
girişimi sayesinde bazı bilgilere ulaştık. Geri kalanı Erdoğan’ın elçisi gibi
davrandı.
* Öcalan’ın hücresine
televizyon kondu. Hükümet bunu büyük bir lütufmuş gibi gösterdi halbuki her
mahkumun doğal hakkı…
* Şırnak-İdil arasında inşa
edilen havalimanına Şerafettin Elçi adı verildi. Hükümet bunu da olağanüstü bir kıyak gibi
gösterdi. E orada havaalanı yapıp adını Cem Ersever koymayacaktı herhalde,
değil mi?
* KCK tutuklularının çoğu
tahliye edildi. İlginçtir, tahliyeler, Cumhurbaşkanlığı seçiminin hemen öncesi
denk geldi. Burada da Kürt siyasetçilere bir sitemim olacak. Hükümet bunu da
Kürtlere verilmiş bir taviz gibi gösteriyor. Oysa ki KCK tutuklamaları topyekün
haksız, gayrımeşru ve gayrı kanuni idi. Bu tutuklamaların hesabı sorulmadan,
tahliyelere sevinmenin bir alemi yok. Erdoğan bunu Gülen Cemaatinin üstüne
yıkıyor ama bir devletin yetkilileri ve sorumluları vardır. Yurttaş, haksızlığa
uğradığında, devlet, ‘Ben yapmadım, Cemaat yaptı’ diyemez. Derse, devletin
aczini itiraf etmiş olur.
Tüm bu sınırlı ve nispi
olumlu gelişmelere rağmen, Erdoğan, sıkıştığında özüne dönüp, ‘Teröristbaşı’
diyor. Olmaz. Sen bir yandan süreci yürüteceksin, bir yanda da teröristbaşı
dersen, süreç yürümez. En son kalktı, ‘BDP/HDP Meclis’e girmemeliydi!’ demez
mi? Sen Meclis’in nizamiye kapısının bekçisi misin? Oraya insanlar, milyonlarca
seçmenin onayı alıp giriyor. Senin icazetinle değil! BDP/HDPliler Erdoğan’a karşı bence çok
efendice, aşırı nazik bir muhalefet sürdürüyor.
Süreç konusunda çok iyimser
değilim ben.
Çünkü bu mesele, yani Kürt
meselesi, barış meselesi, mevzi ve noktasal bir sorun değil. Genel bir yaklaşım
meselesi. Sen şimdi kalk Gezi’de çocukları öldür, TOMA’yla, gazla barışçı
gösterileri bastır. Rojava’da İŞİD’i destekle, PYD’ye muhalefet et, sonra gel
‘Kürtlerle barışacağım’ de! Kimse inanmaz sana. İnanmıyor zaten.
UZUN İNCE BİR YOL…
Demokrasi…Ne güzel bir
sözcük. Ne sihirli bir kavram. Ama
demokrasi denince çok geniş bir yelpaze, çok uzun ve meşakkatli bir yol geliyor
aklımıza, hayalimize. Bu yol bitmez, çünkü Demokrasi de aslında bir süreç, hep
devam eder, hep yeni kazanımlar, başarılar gerekir. Kalıcı olabilmesi için
canlı tutmak gerekir. Mükemmeliyet gibi bir şey, Hiçbir zaman ulaşamayacağımızı
bilsek de hep o yöne doğru yürümek, koşmak yani mücadele etmek gerekir.
Yine Fransa’dan bir örnek
vereyim: Biliyorsunuz, Fransa’da 1789’da, dönemin ilerici/devrimci sınıfı
burjuvazi, feodaliteyi, kiliseyi, krallığı yıktı. Ama Cumhuriyeti, demokrasiyi
yerleştirmek için 1793’de, 1830’de ,1848’de, 1871’de darbeler, devrimler, köklü
değişimler oldu, krallık yeniden işbaşına geçti, imparatorluk ilan edildi,
sonra iki dünya savaşı yaşandı. 1789’dan bugüne 5 Cumhuriyet kuruldu Fransa’da.
Ve 1989 yılında, dönemin Cumhurbaşkanı François Mitterrand’ın 1789 Devriminin
200. yıldönümünde yaptığı çok önemli bir konuşma bir çok şeyi açıklıyor:
Demokrasinin belki de en veciz, en güzel formüllerinden biri de üç boyutu
anlatan , ‘Özgürlük-Eşitlik-Kardeşlik’ sloganıdır. Mitterrand bu ünlü
konuşmasında mealen şöyle diyor: ‘200 yılda özgürlüğü büyük ölçüde sağladık.
Eşitlik konusunda yapmamız gereken daha çok şey var. Kardeşlikten sözetmesem
daha iyi. Çünkü bu alanda henüz çok gerilerdeyiz’.
Türkiye’de 1923 yılında
Cumhuriyet kuruldu. Cumhursuz bir şekilde kuruldu. O günden bu yana hala çözüme
kavuşamayan devasa sorunlar var:
-
Kürt Meselesi
-
Ermeni Meselesi
-
Alevi Meselesi
-
Kadın Sorunu
-
Kemalizm Sorunu
Daha sayabilirim. Ama Türkiye
henüz kendi yakın geçmişiyle bile yüzleşememiş bir ülke, bir toplum. Eski
katliamlar, soykırımlar, haksızlıklar orada öyle duruyor. Hesap sorulmadığı
için de her an bu olumsuzluklar tekrar yaşanabiliyor.
Demokrasi, tabi ki esas
olarak teorik, soyut bir kavram değil. Hatta esas olarak pratik bir olgu.
Günlük yaşamda, insanlararası ilişkide, hatta karı-koca ilişkilerinde,
arkadaşlar arasındaki ilişkilerde, devletle yurttaş arasındaki ilişkide bir şekilde kendini gösteriyor.
Ben, ortaokul talebesiydim,
Paris’te 68 Mayıs’ının küçük bir kısmını yaşadım. Demokrasiyi orada gördüm,
tanıdım, tanıştım, çok da memnun oldum.
Kitaplardan 1789’u, 1871
Paris Komününü okumuştum, orada da demokrasi vardı. Bizde Şeyh Bedrettin
destanında demokrasi sahneye çıkar. Son olarak, şanslı bir kuşaktanmışız,
Istanbul’da Taksim’de Gezi’yi yaşadık. Demokrasi en yakışıklı haliyle Park’ta
dolaşıyordu.
İki gündür, burada
Kürecik’deyiz. Şu alanda insanların cemalindeki gülümseme, umut, duvarlardaki
pankart ve afişler, bizleri evlerinde ağırlayan arkadaşlar, buranın geçmişi,
buradaki dayanışma da, demokrasinin burada yeşerdiğini gösteriyor.
Türkiye’de on tane daha
Kürecik olsa, bu ülke bugünkünden çok daha güzel olur!
Teşekkürler.
(*) Bu metin, 19 Temmuz 2014 Cumartesi günü
Kürecikliler Dayanışma ve Kültür Derneğince düzenlenen 4. Doğa ve Kültür Festivali programındaki
‘Cumhurbaşkanlığı Seçimleri, Çözüm Süreci ve Demokrasi’ konulu panelde yapılan
konuşmanın bilahare zenginleştirilmiş yazılı versiyonudur. Nimet Tanrıkulu’nun
yönettiği panelde konuşmacı olarak 78liler Vakfı Sözcüsü Celalettin Can ve Gazeteci-Yazar
Celal Başlangıç da vardı.
Yorumlar