Ana içeriğe atla

SEÇİMLER, KÜRT MESELESİ VE DEMOKRASİ

Kürecik'de Gezi Şehitleri anısına fidan dikme töreni



* Cumhurbaşkanlığı seçimlerine kısa bir süre kala, otoriter Erdoğan rejiminin güçlenerek sürmesine karşı önerilen alternatif nasıl  değerlendirilebilir? Çözüm Süreci hakikaten çözümü mü hedefliyor? Yoksa…Demokrasi nasıl büyüyor?



Merhaba,

Öncelikle ben gazeteciyim. Siyasetçi değilim. Gazetecilikle siyaset, birbirine yakın uğraşlar. Çok sayıda ortak yanı, alanı var. Ama aynı zamanda çok sayıda ayrı, farklı yanları da var. Amaçları, kullandıkları yöntemler, araçlar, çalışma şekilleri farklı. Siyasetçi iktidarı hedefler, bunun için de seçmen ve oy peşinde koşar. Gazetecilik ise muhalefet mesleğidir. Gerçeğin peşinde koşar. Siyasetçi, grup adamıdır, parti disiplinine uymak durumdadır. Gazeteci ise, ilke olarak, teorik olarak fikri hür, vicdanı hür bir kişidir. Bağımsız ve özgürdür.
Bugün burada, aslında her zaman her yerde, gazeteci kimliğimle konuşuyorum. Bu durum, gazetecinin siyasi-ideolojik bir tutumu, konumu, tercihi olmadığını göstermez. Aksine gazeteci, meslek icabı, hatta zorunluluğu olarak, ezilenden, mülksüzden, azınlıktan, sesi çıkamayanlardan yanadır. Görevini yaparken önemli ölçütlerden biri de kamu çıkarını gözetmek. Tabi bütün bunları söyleyince, Türkiye’de medyanın neden bu hale düştüğünü de anlamak çok zor olmasa gerek.

Cumhurbaşkanlığı seçimlerinden başlayayım: Bu iki turlu Başkanlık seçimlerinde Fransa’nın önemli bir tecrübesi var. Ben orada birkaç seçim kampanyası izledim. İlk turda belki  10-15 aday çıkabiliyor. Çünkü oralarda 10-15 farklı siyasi renk, akım, parti var. Fransa’da 1. tura katılabilmek yani aday olabilmek için aranan şart, seçimle işbaşına gelmiş 500 kişiden imza almak. ‘Seçimle iş başına gelmiş kişi’ çok geniş bir kavram. Küçük bir köye muhtar ya da bir ilçeye belediye meclis üyesi seçilmişseniz de, ‘seçilmiş’ sayılıyorsunuz ve Cumhurbaşkanlığı için bir adaya imza verebiliyorsunuz. 1. tura katılan adaylara devlet, eşit ölçüde maddi ve medyatik destek veriyor.
Bizde ise çıka çıka 3 aday çıkabildi. Bu memlekette sadece 3 görüş mü var? Çünkü en az 20 milletvekilinin imzası lazım aday olabilmek için. Celal söyledi: Cumhurbaşkanını halk filan seçmiyor. Partiler hatta parti Başkanları seçiyor dense, gerçeğe daha yakın olur.
Meclise bakalım: TBMM’deki 4 partiden sadece 2’sinin kendi adayları yarışıyor. Erdoğan AKP’nin, Demirtaş da HDP’nin adayı. Halbuki Fransa’da olduğu gibi ilk turda 10-15 aday olsa, her siyasi akım, halk nezdindeki desteğini ölçmüş olur ayrıca, en önemlisi, 2. tura kalamayan adaylar, son 2 aday arasında tercih yapabilir ve onlara verilen yüzde 1 oy bile değerli…
Demirtaş, söylemi, siyasi-ideolojik duruşu itibarıyla benim de aklımın ve gönlümün adayı. Ne var ki, Demirtaş, henüz birinci tur bile yapılmamışken, 2. tur için tutum açıkladı.’İkisini de desteklemiyoruz’ dedi. Bence yanlış. Çünkü 11-24 Ağustos arasında önemli pazarlıklar yapılacak. Hele Demirtaş yüzde 10 barajını aşarsa, son iki aday o oyları kapmak için kıyasıya yarışacak ve Demirtaş’tan ve seçmenlerinden icazet almaya çalışacaklar. Onların doğrultusunda vaatlerde bulunmak zorunda kalacaklar. Demirtaş erken konuştu. Bu yanlışın arkasında bir başka yanlış yatıyor. O da Demirtaş’ın ‘Her iki aday (Erdoğan ve İhsanoğlu) da kötü’ şeklindeki tespiti. Bu gözlem doğru değil. Olamaz da zaten. İkisi de eşit derecede kötü, olumsuz olamaz. Aslında bana kalırsa da ne Erdoğan ne İhsanoğlu ama,  Demirtaş’ın bu yaklaşımı sonuç olarak Erdoğan’ı güçlendiriyor. Çünkü 2. tur için daha şimdiden,  ‘boykot’, ‘ikisine de oy vermeyiz’, ‘ikisinden birini de desteklemeyiz’ şeklinde tutum ve açıklamalar var. Demirtaş, tecrübeli bir politikacı olarak, ‘2. turda ne yapacağımızı, 10 Ağustos gecesinden sonra, partimiz ve seçmenlerimizin de görüşlerini aldıktan sonra belirleyeceğiz. Bugün burada bu konuyu konuşmak için zaman henüz erken’ diyebilirdi.
E şimdi bu, bir çok kesimde, ‘Kürtler, Erdoğan’ı destekliyor’ algısına yol açıyor. Zaten Bahçeli de kalktı ‘Demirtaş, Erdoğan’ın piyonudur’ dedi. Bu da doğru değil.
10 ve 25 Ağustos günleri sandık başına giden yurttaş neye karar verecek? Bu seçimlerin amacı ve sonucu nedir? Ne olabilir?  Parlamenter rejim devam mı edecek yoksa Başkanlık sistemine mi geçeceğiz? Erdoğan, iktidarı boyunca  gerçekleşen cinayetler, ölümler, baskılar, yolsuzluk ve rüşvet operasyonlarından hukuki olarak korunmak için Çankaya zırhına bürünebilecek mi? Yoksa seçmen AKP’nin 12 yıllık iktidarını sona mı erdirecek? Erdoğan’dan daha olumsuz bir başka aday var mı? Erdoğan’ın sultasına son verebilecek ve halkın yüzde 50’sinden çoğunun adayını alabilecek solcu, Kürt, Alevi yani bizim bir adayımız var mı? Çıksa kazanma şansı var mı?  İşte bu sorulara yanıt vermek için sandık başına gidecek seçmenler.
İhsanoğlu, aslında bu ortamda ideal bir aday. Geçmişi temiz, evet sağcı, muhafazakar hatta dindar bir aday. CHP’nin, soldan umudu kesince MHP ile işbirliğine girmesinden sonra, Erdoğan karşıtı çeşitli kesimlerden oy alabilecek bir aday. Hatta AKPli seçmenin bile desteği sözkonusu. Son seçim sonuçları bunu gösteriyor. Erdoğan son olarak yüzde 43’e kadar geriledi. Dolaysıyla rakibi yüzde 57’lik bir potansiyele sahip. İlk turda Demirtaş ve İhsanoğlu ne kadar yüksek oy alırsa, Erdoğan’ın seçilme şansı o kadar azalıyor. Celalettin çok net söyledi: Demirtaş ya da İhsanoğlu’na oy vermeyi düşünenler, 10 Ağustos’da mutlaka sandık başına gidip oyunu düzgün bir şekilde kullanırsa, hileye karşı oyuna sahip çıkarsa Erdoğan başarısız olur. Seçim aritmetiği katılımın tayin edici olduğunu gösteriyor. Katılımın azalması Erdoğan’ı güçlendiriyor.
Kürecik Kültür ve Cem Evinde Gezi Çocukları:Elbet bir bildiği var bu çocukların/Kolay değil öyle genç ölmek

Aslında AKP ve Erdoğan, İhsanoğlu’nun adaylığından rahatsız. Ekmel Beyin adaylığı ilk açıklandığında Erdoğan ‘Kimmiş o!’ diye pek terbiyeli olmayan bir tepki verdi. Sonra Hüseyin Çelik de kalktı ‘Siyaset dışı aday olmasın, muhalefet bu adayını gözden geçirsin biz de ona göre tutumumuzu belirleriz’ dedi. Ekmel bey, çatışmacı, kavgacı bir aday değil.  Adam Bilim Tarihi profesörü. Hem Arap Dünyasında hem Batı dünyasında tanınmış bir isim. Geçmişinde ihale yolsuzluğu, para sıfırlamak, komisyon almak, haksız kazanç gibi kirli işler yok. Kürt meselesi, Alevi sorunu, sol gibi konularda tabi ki bize uymayan sözler ediyor. Kısacası bana göre kötülerin en iyisi…
Gezi’de çocuklarımızı, kardeşlerimizi öldüren, ‘Talimatı ben verdim’ diyen, Soma’da madencilerin ölümünü fıtratla açıklayan, Rojava’yı boğmaya çalışan, İŞİD’i destekleyen, milyarlarca dolar yolsuzluk suçlamasıyla muhatap olan bir aday mı yoksa öteki mi?
Amaç Erdoğan’ın siyasi hayatına son vermek ise İhsanoğlu, ince düşünülmüş, ideal bir aday. Bu şahsı Kılıçdaroğlu ile Bahçeli’nin belirlemediğini de herhalde hepimiz biliyoruz. 
Erdoğan’ın şansızlığı şu ki, seçilmez ise, seçim kaybetmiş bir liderin toplumda ve kendi partisi içindeki prestiji çizilecek. Seçilirse de, Tek Adam Yönetimi nedeniyle hem Anayasal sorun çıkartacak, hem de AKP ve Başbakan’la çelişecek.

SÜREÇ?

Kürecik 4. Doğa ve Kültür Festivali Brosürü
Etkinlikler ve Festivale katılan sanatçılar
İkinci altbaşlığımız süreç. Sadece süreç diyorum ama aslında bunun adı Barış Süreci olması lazım. Kimileri Çözüm Süreci diyor. Olabilir. Ama iktidar, ‘Milli Birlik ve Kardeşlik Projesi’ gibi sözler sarfediyor. Henüz herkes sürecin adı konusunda bile hemfikir değil. Öncelikle saptayalım: İlke olarak, teorik olarak Süreç doğru, olumlu bir fikirdir. Ne var ki uygulamada ve bir tarafın samimiyetinde ciddi sorunlar var. Ankara yani Türk devleti ile Kürt tarafı oturup bu işi silahla değil konuşarak, müzakere ederek çözecekse, ki doğrusu bu, iki tarafın eşit koşullarda olması gerekir. Halbuki taraflar eşit değil. Kürt tarafının başmüzakerecisi konumundaki Abdullah Öcalan, elleri kelepçeli, İmralı adasında mahkum. Türk tarafının başmüzakerecisi konumundaki yetkili ise, o da garip, çünkü mesele sanki istihbarat meselesi, MİT Müsteşarı Hakan Fidan. Onun elinde olağanüstü imkanlar var. Diyalog, Görüşme, Müzakere, Temas… adına ne derseniz deyin, iki taraflı, özel olarak da iki eşit taraflı olarak yapılır. Oysa ki mesela İmralı’ya kimin ne zaman gideceğine, Erdoğan karar veriyor. Sürecin hangi aşamada olduğunu da Erdoğan saptıyor. Takvimi de, atılacak adımları da hep Erdoğan belirliyor. Süreç tek tarafın iradesi ile gelişebilecek bir alan değil.  Ve aslında görüşme var, müzakere yok. Takvim yok, yol haritası yok. Öcalan bu konularda sabırla uzun soluklu çalışmalar yürüttü, belgeler üretti ama devlet tarafı bu girişimleri kaale almıyor, ciddiye almıyor. Hukuki altyapı konusunda, iktidar alel acele, kimseye sormadan danışmadan, yine tam seçim öncesinde bir kanun çıkarttı. Celalettin sözünü etti. Ama kanunda en ayrıntılı hüküm,  onların deyimiyle ‘terörü sona erdirmek için’ görüşme yapan kamu görevlilerini yargı karşısında korumaya alan hüküm.  Yarın başka bir iktidar gelir, ‘Sen bu teröristlerle nasıl görüşme yaparsın?’ diye hesap sormasından korktuğu için kendine güvence sağlıyor şimdiden. Bir de artık cılkı çıkmış eve dönüş hükümleri var ki, kimse, kendileri dahil, bunun uygulanamayacağını biliyor.  
Biz, İngiltere ile Kuzey İrlanda arasında İRA, Madrid ile Bask bölgesi arasında ETA, Fransa’da Paris ile Korsikalı örgütler arasındaki, sonra  Latin Amerika’daki devlet-gerilla örgütleri arasındaki ilişkileri az çok biliyoruz. Bu işin bazı kuralları var, bir içtihadı var, bir raconu var yani… Bizdeki süreç bunların hiç birine uymuyor, benzemiyor.
2012 Aralık’ında başladı süreç. 2013 Newroz’un Öcalan önemli bir açıklama yaptı. Bu açıklamada benim takıldığım bir nokta var. Öcalan, ‘Artık silahlı mücadele dönemi bitmiştir. Siyasi mücadele dönemi başlamıştır’ mealinde bir cümle kullandı. Bu önerme kuşkusuz doğru. Ne var ki, uluslararası alandaki diğer örneklere baktığımızda, silah bırakma aşaması, sürecin en sonunda yer alan bir adım. Siz baştan, ‘Silahlı mücadele dönemi bitti’ derseniz, karşı taraf da o zaman size ‘Hadi o zaman bırak silahlarını, hepsini bana teslim et!’ der. Öcalan bence bir zamanla hatası ya da formülasyon hatası yaptı. ‘Sürecin olumlu bir şekilde tamamlanması halinde, silaha gerek kalmayacağı için , silahlarımızı uluslar arası gözetim altında BM’ye teslim edeceğiz’ şeklinde bir açıklama yapabilirdi. Yanlış anlaşılmasın, ben ‘PKK silahlı mücadeleye devam etmelidir’ anlamında söylemiyorum bunu.  
Süreç başladığından bu yana evet küçümsemeyelim bazı önemli gelişmeler oldu. Ama yetersiz.
* Her şeyden önce artık Türk askerinin ve PKK gerillasının çatışmalarda ölmemesi, askere ya da dağa giden çocukların eve cenazelerinin gelmemesi hayati ve son derece olumlu bir kazanım. Ne var ki, bunun hepten böyle gideceğine dair hiçbir güvence ne yazık ki yok…  
* Öcalan artık İmralı’da hem BDP/HDP heyetleri hem de Ankara’nın temsilcileri ile görüşebiliyor.
* Genel olarak memlekette Kürt meselesi konusunda eskiye oranla daha yumuşak bir atmosfer oluşuyor. Celalettin, ‘Akil Adamlar’ projesini kısaca aktardı. Orada da 3-4 iyi niyetli aydının girişimi sayesinde bazı bilgilere ulaştık. Geri kalanı Erdoğan’ın elçisi gibi davrandı.
* Öcalan’ın hücresine televizyon kondu. Hükümet bunu büyük bir lütufmuş gibi gösterdi halbuki her mahkumun doğal hakkı…
* Şırnak-İdil arasında inşa edilen havalimanına Şerafettin Elçi adı verildi.  Hükümet bunu da olağanüstü bir kıyak gibi gösterdi. E orada havaalanı yapıp adını Cem Ersever koymayacaktı herhalde, değil mi?
* KCK tutuklularının çoğu tahliye edildi. İlginçtir, tahliyeler, Cumhurbaşkanlığı seçiminin hemen öncesi denk geldi. Burada da Kürt siyasetçilere bir sitemim olacak. Hükümet bunu da Kürtlere verilmiş bir taviz gibi gösteriyor. Oysa ki KCK tutuklamaları topyekün haksız, gayrımeşru ve gayrı kanuni idi. Bu tutuklamaların hesabı sorulmadan, tahliyelere sevinmenin bir alemi yok. Erdoğan bunu Gülen Cemaatinin üstüne yıkıyor ama bir devletin yetkilileri ve sorumluları vardır. Yurttaş, haksızlığa uğradığında, devlet, ‘Ben yapmadım, Cemaat yaptı’ diyemez. Derse, devletin aczini itiraf etmiş olur.

Tüm bu sınırlı ve nispi olumlu gelişmelere rağmen, Erdoğan, sıkıştığında özüne dönüp, ‘Teröristbaşı’ diyor. Olmaz. Sen bir yandan süreci yürüteceksin, bir yanda da teröristbaşı dersen, süreç yürümez. En son kalktı, ‘BDP/HDP Meclis’e girmemeliydi!’ demez mi? Sen Meclis’in nizamiye kapısının bekçisi misin? Oraya insanlar, milyonlarca seçmenin onayı alıp giriyor. Senin icazetinle değil!  BDP/HDPliler Erdoğan’a karşı bence çok efendice, aşırı nazik  bir  muhalefet sürdürüyor. 
Süreç konusunda çok iyimser değilim ben.  
Çünkü bu mesele, yani Kürt meselesi, barış meselesi, mevzi ve noktasal bir sorun değil. Genel bir yaklaşım meselesi. Sen şimdi kalk Gezi’de çocukları öldür, TOMA’yla, gazla barışçı gösterileri bastır. Rojava’da İŞİD’i destekle, PYD’ye muhalefet et, sonra gel ‘Kürtlerle barışacağım’ de! Kimse inanmaz sana. İnanmıyor zaten.

UZUN İNCE BİR YOL…

Demokrasi…Ne güzel bir sözcük. Ne sihirli bir kavram.  Ama demokrasi denince çok geniş bir yelpaze, çok uzun ve meşakkatli bir yol geliyor aklımıza, hayalimize. Bu yol bitmez, çünkü Demokrasi de aslında bir süreç, hep devam eder, hep yeni kazanımlar, başarılar gerekir. Kalıcı olabilmesi için canlı tutmak gerekir. Mükemmeliyet gibi bir şey, Hiçbir zaman ulaşamayacağımızı bilsek de hep o yöne doğru yürümek, koşmak yani mücadele etmek gerekir.
Yine Fransa’dan bir örnek vereyim: Biliyorsunuz, Fransa’da 1789’da, dönemin ilerici/devrimci sınıfı burjuvazi, feodaliteyi, kiliseyi, krallığı yıktı. Ama Cumhuriyeti, demokrasiyi yerleştirmek için 1793’de, 1830’de ,1848’de, 1871’de darbeler, devrimler, köklü değişimler oldu, krallık yeniden işbaşına geçti, imparatorluk ilan edildi, sonra iki dünya savaşı yaşandı. 1789’dan bugüne 5 Cumhuriyet kuruldu Fransa’da. Ve 1989 yılında, dönemin Cumhurbaşkanı François Mitterrand’ın 1789 Devriminin 200. yıldönümünde yaptığı çok önemli bir konuşma bir çok şeyi açıklıyor: Demokrasinin belki de en veciz, en güzel formüllerinden biri de üç boyutu anlatan , ‘Özgürlük-Eşitlik-Kardeşlik’ sloganıdır. Mitterrand bu ünlü konuşmasında mealen şöyle diyor: ‘200 yılda özgürlüğü büyük ölçüde sağladık. Eşitlik konusunda yapmamız gereken daha çok şey var. Kardeşlikten sözetmesem daha iyi. Çünkü bu alanda henüz çok gerilerdeyiz’.
Türkiye’de 1923 yılında Cumhuriyet kuruldu. Cumhursuz bir şekilde kuruldu. O günden bu yana hala çözüme kavuşamayan devasa sorunlar var:
-         Kürt Meselesi
-         Ermeni Meselesi
-         Alevi Meselesi
-         Kadın Sorunu
-         Kemalizm Sorunu
Daha sayabilirim. Ama Türkiye henüz kendi yakın geçmişiyle bile yüzleşememiş bir ülke, bir toplum. Eski katliamlar, soykırımlar, haksızlıklar orada öyle duruyor. Hesap sorulmadığı için de her an bu olumsuzluklar tekrar yaşanabiliyor.

Demokrasi, tabi ki esas olarak teorik, soyut bir kavram değil. Hatta esas olarak pratik bir olgu. Günlük yaşamda, insanlararası ilişkide, hatta karı-koca ilişkilerinde, arkadaşlar arasındaki ilişkilerde, devletle yurttaş arasındaki ilişkide  bir şekilde kendini gösteriyor.
Ben, ortaokul talebesiydim, Paris’te 68 Mayıs’ının küçük bir kısmını yaşadım. Demokrasiyi orada gördüm, tanıdım, tanıştım, çok da memnun oldum.
Kitaplardan 1789’u, 1871 Paris Komününü okumuştum, orada da demokrasi vardı. Bizde Şeyh Bedrettin destanında demokrasi sahneye çıkar. Son olarak, şanslı bir kuşaktanmışız, Istanbul’da Taksim’de Gezi’yi yaşadık. Demokrasi en yakışıklı haliyle Park’ta dolaşıyordu.
İki gündür, burada Kürecik’deyiz. Şu alanda insanların cemalindeki gülümseme, umut, duvarlardaki pankart ve afişler, bizleri evlerinde ağırlayan arkadaşlar, buranın geçmişi, buradaki dayanışma da, demokrasinin burada yeşerdiğini gösteriyor.
Türkiye’de on tane daha Kürecik olsa, bu ülke bugünkünden çok daha güzel olur!
Teşekkürler.

(*) Bu metin, 19 Temmuz 2014 Cumartesi günü Kürecikliler Dayanışma ve Kültür Derneğince düzenlenen  4. Doğa ve Kültür Festivali programındaki ‘Cumhurbaşkanlığı Seçimleri, Çözüm Süreci ve Demokrasi’ konulu panelde yapılan konuşmanın bilahare zenginleştirilmiş yazılı versiyonudur. Nimet Tanrıkulu’nun yönettiği panelde konuşmacı olarak 78liler Vakfı Sözcüsü Celalettin Can ve Gazeteci-Yazar Celal Başlangıç da vardı.
  







Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Cumhuriyet gazetesi de Türkiye Cumhuriyeti gibidir:

  Kadim iktidar sahibi ama Cumhursuz ve bağnaz!   * Atatürk’ün emriyle kurulan Cumhuriyet gazetesi 100 yaşına bastı. Mustafa Kemal Atatürk ve T.C için olduğu gibi Cumhuriyet gazetesi için de şimdiye kadar elle tutulur, ciddi, çok yönlü, eleştirel perspektifli akademik ya da mesleki bir yayın yapılamadı. Ragıp Duran Cumhuriyet gazetesi hakkında şimdiye kadar yayınlanmış çeşitli yayınların çoğunu okudum. Büyük bir kısmı tek yanlı bir Kemalizm güzellemesi şeklinde kaleme alınmış. Kuşkusuz 100 yıllık tarihinde bu gazetenin gerçekleştirdiği sınırlı sayıda da olsa olumlu siyasi ve medyatik etkinlikler yok değil. Mesela Yaşar Kemal’in Anadolu röportajları. Ya da CUMOK’un ilk baştaki girişimleri. Okay Gönensin’in taslağını hazırladığı Vakıf yapısı. Celal Başlangıç’ın Kürt bölgesi haberleri… Cumhuriyet gazetesi herhangi bir günlük gazete değil. Adı, tarihi, mülkiyeti, yapısı, yayın politikası büyük ölçüde Mustafa Kemal Atatürk ve Cumhuriyet rejimi (1923-2002)   ile neredeyse özdeş. Gaze

Midilli’den İzlenimler: Ada değil Memleket…

  * Kitap tanıtım toplantısı bahanesiyle Türkiye’den gelen kırk yıllık arkadaşlarımla şahane 5 gün yaşadım Midilli’de. Eski ve yeni fotograf kareleri… Ragıp Duran Midilli, Ege’de Türkiye’nin hemen yanı başında kocaman bir ada. İzmir, Ayvalık ya da Dikili’den motorla en fazla 1 saatte ulaşıyorsun.   Benim Yunanca kitabımın tanıtım toplantısı için Midilli’de göçmenlerle çalışan Birarada Derneğinin davetlisi olarak adaya vardık. Yayıncım Yorgo Giannopoulos, ben ve Yiğit Bener, ‘’Selanik Sürgünü’’ kitabının Midilli’deki tanıtım toplantısında 23 Mayıs 2024 Ben 15-20 sene önce, birisi Türkiye-Yunanistan Defne Dostluk Derneği ile ikincisi mektepten arkadaşlarımla gezmeye Midilli’ye gitmiştim. Öyle turistik bir Yunan adası değil. Dağları tepeleri, yeşil vadileri olan güzel bir kara parçası. Son zamanlarda Türkiye’den günde 4-5 motorla yüzlerce turist geliyor. Ada halkı özellikle de esnaf memnun. Çünkü, ‘ ’Türkiye’den gelenler bize (Yunanlılara) çok benziyor. Alman, İngiliz ya da Fran

Ümit Kurt - Kanun ve Nizam Dairesinde / SOYKIRIM TEKNOKRATSIZ OLMUYOR!

  *Kurt’un son çalışması, bir çok yeni gerçeği belgeleriyle su yüzüne çıkarıyor. M.R.Mimaroğlu örneği,   sadece 1915’i değil günümüzü de açıklıyor.   Ragıp Duran   Tarih kitaplarının amatör bir okuru olarak, bizim kuşak, Kürt Meselesini İsmail Beşikçi’nin, Ermeni Meselesini de Taner Akçam’ın çalışmalarından öğrendi.   1915 Ermeni Soykırımı Araştırmalarının öncüsü olan Akçam’ın açtığı yolda ilerleyen tarihçi Kurt, bir önceki kitabında soykırımın Antep somutunda hem mikro analizini yapmış hem de yerel eşrafın (Aktörlerin) konum ve katkısını incelemişti.   Son çalışması olan ‘’Kanun ve Nizam Dairesinde’’ (Aras, 2023, Istanbul, 255 s.) ise, orta hatta üst düzey bürokrat Mustafa Reşat Mimaroğlu’nun (1878-1953) mesleki ve siyasi yaşamını irdelerken, 1915’in bürokrasi boyutunu sergiliyor. Kurt’un kitabını okurken altını çizdiğim bir kaç özellik var: * Akademik çalışmalarının bir bölümünü Kudüs’de gerçekleştirdiği için Kurt, 1915 ile Holokost   arasındaki benzerlik ve farklılıkla