Aşağıdaki söyleşi Toplum ve Kuram dergisinin Bahar 2014 tarihli 9. sayısında yayınlandı.
Toplum ve Kuram: Doksanlara gelmeden önce, 12 Eylül darbesi ile değişen iktidar-medya ilişkisini nasıl anlamak gerekiyor? Aslında doksanlara ve bugüne kadar gelen; medyanın holdingleşmesi, haber alma özgürlüğünün aşama aşama sermaye-devlet kıskacına sıkışması bu dönemde başlıyor. Seksenlerden bugüne kabaca bir dönemselleştirme yapmak gerekse, nasıl bir çerçeve ortaya koymalı?Ragıp Duran: 12 Eylül'den hatta daha da öncesinden başlamak gerekebilir. Türkiye'de ilk gazete 1831'de yayına başladı. O dönemin gazetelerine, medya mülkiyetine baktığımızda, 19. yüzyılda iktidarla matbuat arasındaki ilişkileri görebiliriz. Bu alanda, konuyu daha iyi değerlendirmek için, Batı’daki durumla kıyaslama yapalım. Ben 1983-1987 yılları arasında Londra'da, BBC’de çalışıyordum. 1985 yılının Ocak ayında London Times gazetesi kuruluşunun 200. yılını kutladı. Bir gazete, doğum gününü kutlarken, şenlik, festival düzenler, yahut bir ödül töreni organize eder. İşte yaklaşık 30 sene önce, artık ‘The Times’ olarak anılan gazetenin yöneticileri, okurlarına armağan olarak o 1785’de çıkmış ilk sayının fac similesini verdi. Bir de 200 yıllık gazetecilik serüvenini anlatan, böyle kuşe kağıda basılmış çok güzel bir albüm… London Times’ın ilk sayısının birinci sayfası, tabi o zamanki teknolojiyle kötü bir şekilde basılmış, sekiz sütunda esas olarak Londra limanına girip çıkan, İpek Yolu’ndan gelen gemilerin ne getirdiği, hangi geminin boş olduğu konusunda bilgiler içeriyor, ilan gibi bir takım haberler var. Esas olarak ticaret haberleri. Biz, Batı’da gazeteciliğin, o dönemde, ticaret burjuvazisinin yayın organı olarak işlev gördüğünü biliyoruz. Her sınıf kendi çıkarına hizmet eden haberler verdiği için, o gazete o zaman gemicilik yapan, ticaret yapan burjuvaziyi bilgilendirecek, ona hizmet edecek, normal yani… O zamanlar, London Times gazetesinin sahibi de bir Lord, yani devlet tarafından elit/asil düzeyine yükseltilmiş bir aristokrat ya da aristokrat eskisi…1831’de bizde çıkan Takvim-i Vekai başlıklı gazeteye baktığımızda, gazetenin fiil sahibi Sultan çünkü bu gazete 2. Mahmud’un isteği ve onayı ile çıkarılıyor ve muhteviyatı da Saray’ın merkezi yayın organı olduğunu gösteriyor. Orhan Koloğlu’nun çalışmalarında önemli bir konudur: Türkiye’ye matbaa Batı’ya kıyasla 400 yıl, gazete 200 yıl rötarlı geliyor. Mesele sadece zamanda değil. İçerikler, yaklaşımlar da çok farklı. Bizde çıkan gazetenin sahibi fiili patronu Sultan olunca, sarayın memurları da gazetenin muhabiri, yazarı, editörü oluyor. Devlet gazetesi yani... Gazetenin künyesinde ayrıntılı bilgi yok ama bu gazetede verilen haberlere, haberlerin veriliş şekline baktığınızda yayının resmi bir yayın olduğu kolayca anlaşılıyor. Yani Osmanlı’da matbuat, bugünkü deyişle medya, Batı’dakinden çok farklı bir şekilde, devletin siyasi bir aparatı olarak doğmuş.Bugün de işin özüne bakacak olursak, pek fazla bir şey değişmemiş durumda. Belki mülkiyet itibari ile bugün Saray ya da devlet yerine özel sektör patronları gazetelerin sahibi görünüyor ama, ideolojik olarak medyanın eskiden de bugün de hizmet ettiği odak, esas olarak müesses nizam dediğimiz, yerleşik düzen. O zamanki Takvim-i Vekai’nin de, bugünkü Hürriyet ya da Zaman gazetesinin birinci misyonu egemenlerin statükosunu korumaktır. Bütün bu gazeteler, Saray ya da devletin âli çıkarlarını ve müesses nizamı korumak için, yine devlet tarafından saptanan bir yayın politikası izliyor.Bizim gazeteler, 1831’te olsun, bugün olsun Batı’dakilerden her zaman çok daha fazla siyasetle meşgüller. Siyaset derken devleti, başkenti, resmi siyaseti kastediyorum. Batı’da gazetelerde, mesela Fransa’da Libération’da, ünlü bir şarkıcı öldüğü zaman, bu haberi manşetten verir, içeride de özel dosya yayınlar. Aynı gün Cumhurbaşkanı ya da Başbakan’ın yaptığı bir açıklama çok da önemli değildir. Zaten oranın Cumhurbaşkanları, Başbakanları, bizimkiler gibi her Allah’ın günü kurdela kesip, törene katılmaz, havaalanında ya da evinin önünde miting düzenleyip siyasi nutuk atmaz, medya da her haber bültenine Başkan’la başlamaz. Batı’da haber değeri taşıyan her türlü sosyal, kültürel, sportif olay manşet olur, bizde olmaz. Çünkü bizde gazeteleri, gazetelerin birinci sayfasını yani çatısını Ankara yapar. Ankara büroları, Başbakan, Genelkurmay Başkanı, Cumhurbaşkanı… Yüce Devlet’ten o gün kim ön plana çıkmışsa, onun sözcülüğünü yapar. Üstelik bu resmi açıklamalar, hiçbir süzgeçten geçirilmeden, virgülüne dokunulmaksızın, sanki her söylenen yüzde yüz doğruymuş gibi, çoğu zaman tam metin yayınlanır. Bakın, gazetelerin ana merkez binalarının bulunduğu semtler de, yani coğrafi konumları da bize bir ipucu verir. Batı’da yakın zamana kadar gazete merkezleri, Borsa’nın, yani ekonomik-mali merkezlerin bulunduğu semtlerdeydi. Paris’te Bourse’da (AFP, Figaro…), Londra’da mali merkez Fleet Street’de. Bizde ise Bab-ı Ali’de. Yani bugün Istanbul Valiliği olan, Osmanlı döneminde hükümet merkezi olan Cağaloğlu’nda. Yeni öğrendim, araya sıkıştırayım: Kentlerin girişinde karayolunda kenarda bir tabela var ya, nufus ve rakım bilgilerini verir. Kentin rakımı ölçülürken neresi kıstas alınıyor biliyor musunuz? En yüksek tepe, ya da en çukur nokta, belki de ikisinin tam ortası… gibi nispeten makul yanıtlar verebilirsiniz. Yanıldınız! İllerde Vilayet binası, ilçelerde Kaymakamlık binası kerteriz alınırmış. Biz topografide bile devletçi bir milletiz! Neyse… Basın merkezi Cağaloğlu’nda diyordum. Neo-liberal ekonomik nedenlerle, arsa rantı nedeniyle son 20-30 yılda Batı’da da, bizde de gazete merkezleri, aynı nedenlerle şehir dışına çıkarıldı. Gazetelerin böylece somut gerçekle, sokakla ilişkileri de koparılmış oldu. Üstelik bizde, devlet sadece siyasi olarak değil ekonomik ve mali olarak hala güçlü bir konumda. Özel sermaye olarak bugünkü Hürriyet’i, Milliyet’i belki bizzat devlet, yani eskiden Saray’a tekabül eden güç çıkarmıyor ama bugün hâlâ savunduğu esas olarak müesses nizamdır. Noam Chomsky bunu Rıza Üretimi kitabında çok ayrıntılı bir şekilde anlatır. Topluma, yurttaşa hatta Devrim’e hizmet eden gazeteciliğin ve gazetenin önemli bir örneği 1789 Fransa’sında ‘Pamphlet’ler -Osmanlı’da risaleye tekabül eder- vardı. Bu pamphlet’ler, belki de Gütenberg’in icadıyla matbaa sayesinde, Saray’ın, Kral’ın, Devlet’in elinde bulunan bilgi tekelini kırdı. Haber ve fikirlerin, bilginin geniş toplum katmanlarına ulaşması önemli bir yenilik. Bu sayede, özellikle devlet iktidarına karşı toplumun muhalefetini savunmak, yaygınlaştırmak söz konusu idi. Bu açıdan matbaanın, pamphlet’lerin devrimci, toplumcu, ilerici bir yanı var. Matbaa olağanüstü demokratik bir mekanizma, bilginin yaygınlaşmasını, çoğullaşmasını sağlıyor. Koloğlu’nun tespitlerine göre Osmanlı’da matbaa konusunda Şeyhülislam çok direniyor. Osmanlı’da henüz Osmanlıca, Arapça, Farsça ya da Batı dillerinde eser basan matbaa yok iken, Istanbul’da çok sayıda Ermeni matbaası var. Osmanlı’da henüz gazete yok iken, Batı ile yoğun etkileşim sayesinde, Pera’da daha 18. yüzyılın başlarında, bülten gibi olsa da, yabancı gazeteler satılıyor. Nüfusun çoğu okur yazar olmamasına ve yabancı dil bilenlerin az olmasına rağmen, o zaman Fransızca, İngilizce, Almanca bilen Osmanlı aydınları da onları takip ediyor. Bu yapısal durum bugün büyük ölçüde hâlâ geçerliliğini koruyor. Eskiden de bugün de, Saray ya da Türk devleti aleyhindeki haber ve gelişmeler, Osmanlı ya da Türk matbuatında yayınlanamaz, yabancı neşriyatta yer alır(dı).İşin bir başka yanına, işlevsel yanına da değinmek gerekir: Belki teorik bir mesele gibi görünebilir. Medya aslında etimolojik olarak medyumun çoğulu. Mesela Fransızca’da, medya tekil yazılmaz, s ile yazılır, les médias yani. Çoğuldur. Medyum, etimolojik olarak okunduğu zaman, Latince’de de ‘orta’, ‘ara’, ‘ortada’, ‘arada’ demek. Yani bir bakıma ‘arabulucu’.İki şey, iki mekan, iki güç, iki odak arasında, bir nevi köprü, aktarıcı. Dolayısıyla, toplumsal alanda, medya, yöneten ile yönetilen, devlet ile toplum arasında bir köprü gibi, bir aracı gibi davranmalı. 19. yüzyıl liberal ideologların, politikologların tespitlerinde meşhur bir Dördüncü Kuvvet teorisi var. Tepede yönetici kesim, yani devlet var. Modern bir devletin üç ana işlevi var. Yasama, yürütme ve yargı. Lise Yurttaşlık Bilgisi dersi gibi oluyor kusura bakmayın… Erdoğan duysa kızar ama kızarsa kızsın, ben Montesquieu’den bahsediyorum. Yasama, işte Parlamento, kanunları yapıyor. Yürütme bu kanunları uyguluyor. Yani hükümet ediyor. Bu aralar Türkiye’de ‘Yürütme’ dendiğinde, akla kaçınılmaz olarak çalmak anlamındaki yürütme geliyor ya neyse… Yasaların uygulanması konusunda ihtilaf çıktığında da, işte bu anlaşmazlığı çözmek, kimin haklı, kimin haksız olduğunu belirlemek için de yargı, yani mahkemeler devreye giriyor. Bu üç güç birbirinden bağımsız, yani paralel filan değil. Ayrı güçler. Her birinin kendine has işlevi, görevi var.19. yüzyıl liberal ideologları bile bu üç kuvvet ile toplum arasındaki ilişkilerde bir eksiklik, bir terslik görmüşler. Toplumun en büyük kesimi yönetilenler, halk, toplum ya da millet. Bu kesim siyasi olarak, ideolojik olarak, ekonomik olarak çok büyük bir yüzölçümüne sahip olmasına ve nüfus olarak da büyük olmasına rağmen, tepeden gelen üçlünün [yasama, yürütme, yargı] baskısı altında bulunuyor. Bu üçlüye karşı kendisini savunmak için bir aygıtı yok. İşte, Dördüncü Kuvvet teorisi de buradan çıkıyor. “Kardeşim, sen yöneticisin, sen devletsin, tamam, elinde üç büyük güç var. Yasa çıkarıyorsun ama bu yasanın topluma hizmet edip etmeyeceği ne malum?. Sen bu yasaları uyguluyorsun, ama uygularken hakikaten düzgün bir şekilde uyguluyor musun? Mahkeme bir karar veriyor, hem de millet adına karar veriyor. Ama acaba bu mahkemenin verdiği karar doğru mu? Gerçekten toplumun, yönetilenlerin, milletin çıkarına uygun mu bu karar?” Bu nedenle, ideologlar, esas olarak üç gücün çalışmalarını, edimlerini, faaliyetlerini toplum adına, yönetilenler adına denetleyen bir mekanizmaya ihtiyaç olduğunu saptıyor. İşte bu mekanizma da, medya, ya da eski deyimiyle, matbuat ya da basın. Amaç, tepeden gelen üç kuvvetin toplum üzerine baskısını biraz frenlemek, filtre etmek, doğruların geçmesini sağlamak, yanlışları da geri püskürtmek. Kısacası belki de devlet ile toplum arasındaki ilişkileri dengelemek, bir kontrol sübabı olarak medyayı öne çıkarmak, hele bugün çok önemli, çok gerekli… Gazetecilere, ‘Felaket Tüccarı’ derler, egemenler der, bu çok yanlış değil. Gazetecilik, işlemeyen, doğru gitmeyen kurumları, mekanizmaları eleştirme, ve onların doğru dürüst çalışmasını teşvik eden, talep eden bir aygıt, öyle olmalı…“Yanlış bu politika” diyor medya ve bunu manşetten veriyor. Ya da “Böyle bir yasa, anayasaya aykırıdır” diyor medya. Bu Dördüncü Kuvvet, şimdi tabii iş öyle bir hale geldi ki, normalde kamu adına-buraya millet ya da halk adına da denebilir- devletin yönetici kademesinin üç asli işlevini denetleyen mekanizma olarak doğmuş ve uzun süre Batı’da bu şekilde uygulanmış olan medya, bu çok eski değil 1980’lere kadar galiba, artık yasama, yürütme ve yargının yanına; kontrol edeceğine bunların müştemilatı olan, bunların propagandasını yapan bir Dördüncü Kuvvet oldu. Yani medya artık, yasamanın ne kadar doğru ve güzel olduğunu, yürütmenin şahane işler yaptığını, mahkeme kararlarının örneğin Balyoz, Ergenekon ya da KCK kararlarının ne kadar güzel olduğunu empoze etmeye çalışan bir mekanizma haline geldi. 80’lerdeki dönüşüm budur. Fransa’da ‘Medya Gözlem Evi’ diye solculardan oluşan bir kuruluş, bu sefer de Beşinci Kuvvet diye bir mekanizma önerdi. Çünkü ‘’Biz seni burayı denetleyesin diye buraya koyduk, sen gittin onların yandaşı Dördüncü Kuvvet oldun. Her halükarda medya da artık yasama yürütme yargı kadar etkili olduğundan bu kuvvetleri denetlemekle sorumlu/görevli bir Beşinci Kuvvet lazım’’ dediler. Dördüncü Kuvvet olarak medya da ilk üç kuvvetin safına katıldığı için, onun da denetlenmesi lazım. Fransa’da acrimed.org, ABD’deznet.org, Yurttaş Gazeteciliği fikri ve kavramları da işte bu eleştirel yaklaşımdan ortaya çıktı. Şimdi tabii bu işin teorisi ve belirli ölçüde Batı’da, son yıllarda bu eleştirel yaklaşım bir süredir olumlu bir şekilde uygulanıyor. Mesela ben ABD’de Boston’da Noam Chomsky’nin derslerine girdim, 1999-2000 öğretim yılında Harvard Üniversitesinde Nieman gazetecilik okuluna gittim. Chomsky, Amerika’da, aşağı yukarı 70’lere kadar, her eyalette 100 bin, 200 bin satan sendikaların çıkardığı işçi gazetelerinden söz etmişti. Çok önemli gazetelerdi bunlar. Nedeni şu: Sendikanın o eyalette mesela on bin üyesi var, bu aşağı yukarı on bin muhabir demektir. Gazetesine sahip çıkan işçiler oldukları için, her sabah gidiyor alıyor, mahallesinde, köyünde, kentinde, fabrikasında bir haber olduğu zaman pat diye o zamanın teknolojisiyle gazeteye ulaştırıyor. Hakikaten esaslı, sıkı bir gazete ve sendika ve işçi gözüyle bütün bir toplumu kapsıyor/yansıtıyor. Bu gazeteler öyle sıradan sendika bülteni filan değil, hakiki bildiğimiz gazete, magazini de var, sporu da var, televizyon sayfası da var, ekonomi sayfası da var, tabi 4 tam sayfa borsa sayfası yok! Şimdi bizde, bu seksenlerdeki dönüşüm, aslında 12 Eylül darbesinin ve ideolojisinin – ki militer ve neo-liberaldir- siyasi, ideolojik, toplumsal, kültürel yıkımının neredeyse kaçınılmaz bir sonucu.Bu yapısal bozukluğun geçmişi itibarıyla, tarihimizde Osmanlı’yı da dahil ederek bir kaç önemli/tayin edici kırılma noktası olduğunu söyleyebiliriz. Bir tanesi 1923. Türkiye tarihi açısından 1923 önemli bir kırılma. Ne yazık ki, bunun kısa dönemde medyaya yansımasını göremiyoruz. Yani siyasi-toplumsal alanda Saltanatın devrilip, yerine Cumhuriyet rejiminin konulmasının, ideolojik yaklaşım ve medya mülkiyeti ile içeriği açısından değişimi matbuattan okumak oldukça zor. Bir iki olumlu gelişme belki var. Gazetecilik açısından konuşuyorum. Mesela, Halide Edip Adıvar. Halide Hanım, Kurtuluş Savaşı’na onbaşı rütbesiyle katılmış, Mustafa Kemal ile yakın ilişkilere girmiş bir aydın. Fakat hakiki bir liberal olduğu için bir süre sonra uyanmış. İngilizce olarak yazdığı Turkish Ordeal kitabı daha sonra Türkçe’ye ‘Türk’ün Ateşle İmtihanı’ diye çevrildi. Vedat Günyol’un imzasını taşır ve dünyanın en iyi tahrifat çevirisidir. İngilizce orijinal metin, ki İnternet’de var, olağanüstü bir Mustafa Kemal eleştirisidir.Tabii çevirmen, yazarın teşvikiyle bütün bunları çıkarmış, ayıklamış. Adıvar, 1926’da Londra’ya gidiyor. İstediği zaman Türkiye ile ilgili New York Times’ta tam sayfa haber yayınlıyor, yayınlatabiliyor. Zaten Savaş döneminde Mustafa Kemal’in basın danışmanı gibi çalışmış. İkinci örnek Sabiha ve Zekeriya Sertel. İkisi de Selanikli. Sabiha Hanım komünist, Zekeriya Bey demokrat. Cumhuriyet rejiminin ilk Basın Yayın Genel Müdürü ve Sertellerin Halide Hanım ile ilişkisi var. Halide Edip, Sertellerin Yeni Kemalist rejim konusundaki kaygılarını biliyor ve ‘sonumuz kötü’ diyor. Halide hanım, Sertelleri ABD’ye gönderiyor. Sabiha hanımın ABD’de hem akademik bazı çalışmaları var hem de oradaki Türkleri örgütlüyor. Mustafa Kemal öldükten sonra Halide Hanım dönüyor. İsmet İnönü’nün desteğiyle, itibarı iade ediliyor ve Istanbul’da İngiliz Filolojisinin başına getiriliyor. İpek Çalışlar’ın kitabında bu öykünün ayrıntısı var. Sertellerin anılarında ilginç ipuçları var. Mustafa Kemal, savaşı kazandıktan sonra, Tek Adam olarak, Halide Hanımın, Sertellerin hakiki burjuva demokrat olduğunu biliyor. Daha Kazım Karabekir’den kurtulamamış, eski İttihatçı arkadaşlarından kurtulamamış. Adıvar, Sertel gibi Batı dünyası ile güçlü bağları olan aydınları fiziksel olmasa da, teorik olarak likide ediyor baştan.1923’ten sonra baktığımız zaman, medya açısından Demokrat Parti’nin(DP) iktidara gelişi ve bugün hâlâ önemli olan Hürriyet Gazetesi’nin kurulması gerçekleşir. DP, tıpkı AKP’nin 2002 öncesi gibi büyük iddialarla iktidara geliyor. Çok partili hayata geçiş, matbuatın daha o zamanlarda bile çok siyasi olması nedeniyle, haliyle yeni matbuatı da çeşitlendirdi. İlk yarılma böyle gerçekleşiyor: CHP yanlısı matbuat ve DP yanlısı matbuat. Asında ikisi de resmi ideolojinin gazeteleri biri hükümet, diğeri muhalefet. Ama ikisi de devletçi!Bir de şu var tabi: Hiç bir gazete, ‘Hadi gazete çıkaralım’ diye çıkmaz. Her gazetenin arkasında bir siyasi, ideolojik, kültürel, toplumsal bir gerekçe olması lazım. Bir altyapı, bir yatak lazım. Hürriyet Gazetesi mesela okur yazar sayısının arttığı, ama yine de az yazı bol fotoğrafla daha çok insana ulaşma konusunda kullanılıyor. Daha sonra siyasi partilerin artması, farklı grupların kendilerini ifade etmede gazete ve dergileri kullanmaları, matbuatın çeşitlenmesini sağlıyor. 1946 sonrasında 1960 darbesine kadar gazetecilik yavaş yavaş basın özgürlüğü ile tanışmaya başlıyor. DP’nin son dönemlerde ağır ve ciddi bir sansürü var ve o dönem bazı gazeteler bu sansüre karşı, yasaklanan haberlerin yerini boş bırakıp bir tutum takınmışlardı. Matbuat, 27 Mayıs’tan sonra Basın adını aldı ve eskiye oranla daha özgür bir ortamda çalışmaya başladı. Darbe sonrasında 212 ve 1475 sayılı kanunla mesleki olarak gazetecilere önemli haklar verildi. Sarı basın kartı ve 212 iyi bir işçi yasasıdır. Şimdi bu yasa neredeyse geçersiz. Tabii o zaman biraz da kendi meşruiyetlerini sağlamak ve basını yanlarına çekmek için bu yasayı çıkardılar. 1960’tan sonraki kırılma noktası 1980. 12 Eylül 1980 darbesi, gerçek anlamda, ayrıntılı bir şekilde özellikle de, üstyapı açısından, planlanmış, müthiş bir silindir gibi toplumun üzerinden geçti.Konjonktür olarak Türkiye’nin uluslararası neo-liberal pazara katılması için, eğitimden medyaya her alanda, yüzlerce cana mal oldu ve gazetecilik de kendine düşen payı aldı. Dünyanın bir çok yerinde, mesela Latin Amerika’da, Asya’da, Portekiz’de, İspanya’da, gazeteciler direndi. Klasik geleneksel gazeteciliği korumaya çalışıp, alternatif modeller yaratmaya çalıştılar. 1980 darbesi ve global neo-liberalizme geçiş, medyada bugün yaşadığımız acıların, sorunların kaynağı oldu . Bu neo-liberal politikalar, sendikaları, üniversiteleri ve medyayı hatta bütün toplumu kısmaya, boyun eğmeye, muhalefeti de pasifize etmeye çalışıyor. 80’ler ve 90’ların ilk yarısı, Müsteşarlıktan Cumhurbaşkanlığı’na kadar, Özal dönemi. Özal, çok net bir şekilde söyledi “2 buçuk gazete olacak” diye. Onlar da o dönem, Sabah, Hürriyet ve Cumhuriyet’ti. 90’lı yıllarda medyaya ağırlığını koyan mesele Kürt meselesi. 1984’te PKK’nin silahlı mücadeleye başlamasıyla Kürt sorunu medyaya girdi, acaip bir şekilde girdi, dezenformasyon(Haber tahrifatı) ve misenformasyonla (Haber gizleme). 1925 Şeyh Sait hadisesi ve 1938 Dersim Katliamı arasında irili ufaklı isyanlar var ama 1938 sonrası Kürt muhalefeti büyük ölçüde sessizliğe gömülüyor. Ağır darbeler yemiş. Buna rağmen medyada, siyaset alanında cılız birkaç itiraz, muhalefet yine de var. Musa Anter’in Diyarbakır’da çıkardığı gazete ve yazdığı birkaç kitap ve bazı Kürt aydınlarının yurtdışındaki çabaları var. Medya, bugün de o zaman da, doğrudan devletin, hükümetin, egemenlerin sözcüsü konumunda olduğu ve böyle hareket ettiği için, Kürt meselesi konusunda egemen medyadan bir bilgi, bir fikir almak mümkün değil. O zaman geriye bir tek yabancı medya kalıyor, o dönem onlar da bugünkü kadar bölgede aktif değiller. Medyayı izleyince, devletin siyasi ve ideolojik tercihlerini belki okuyabiliyorsunuz. Ama sadece yazılanlar, yayınlananlar önemli değil, hatta o dönem ve belki bugün de esas olarak yayınlanmayanlar daha önemli. Benim anladığım şu: Aslında 2002’ye kadar uzanan süreçte, iktidardaki partinin adı, rengi çok önemli değil. Aslında bir devlet var ve ayıp olmasın diye onun altında bir hükümet var. Devletin kuruluşundan bu yana, resmiyetin CHP’li olduğu görüşüne ben katılmıyorum. Devlet, kendisini kuruluşundan bu yana Kemalizm ideolojisi adı altında örgütlese de, devlet eşittir CHP değildir. 90’lı yıllarda bu ikilikte – tabii sonradan bunu görüyoruz- Kürt meselesinde aynı şeyi söyledikleri için sorun yoktu. Yani devlet ve hükümet de Kürt karşıtıydı ve ikisi de basını bastırıp ses çıkmasın diye uğraşıyorlardı. 2002’den sonra- tabii 1984’ün etkileri de hemen ortaya çıkmadı, Özal 3-4 çapulcu demişti- devlet ile hükümetin söylemlerinin, medyada biraz daha ayrıştığını görüyoruz. 2002'de şunu gördük ki, artık özellikle Kürt meselesinde devlet, büyük ölçüde hâlâ eski inkârcı, asimilasyoncu tutumunu sürdürüyor ya da sürdürmeye çalışıyor. Bunu, sadece medyadan değil, mevzuattan da açık bir şekilde görüyoruz. Hukukun, doğru dürüst bir hukuk olabilmesi için öngörülü olması ve toplumun ilerisinde olması lazım. Sadece bugünün koşullarına, konjonktüre göre bir yasa yaparsan, o yasa yarın geçersiz hale gelir. Hukuğun perspektif ile toplumsal gelişmenin perspektifi arasında bir uyum olması gerekir. Bakın mesela, ben Fransa’da hukuk tahsili yaptım. Fransa’da bir yasa en az bir yılda yapılır. Komisyonlar, uzmanlar toplanır, toplumun görüşleri alınır, medyada bunun uzun uzun tartışması yapılır ondan sonra Meclis’de de uzun uzun tartışılır. Fransa’da Meclis’in yanı sıra bir de Senato var, bizde de 1980’e kadar vardı, Senato’da da tartışılır. Zaten yasa hazırlanırken Anayasa Konseyinin görüşü alınır. Tüm bu süreçlerden sonra yasa çıkar. Bizde nasıl? Hükümet sıkıştı mı, nasıl olsa Meclis’te çoğunluğa da sahip, hop, kaldır elleri, hemen bir yasa çıkarıver, olsun bitsin… Tabi sonra Danıştay ya da Anayasa Mahkemesi böyle apar topar çıkarılan yasaların bir kısmını iptal eder, ya da hükümet konjonktür değişince, o yasa işine yaramadığı için, haydaa olmadı baştan ‘5463 sayılı kanunda değişiklik öngören 7659 sayılı yasa’ diye yap-boz ihalesine girişmek zorunda kalır.Bugün hâlâ bütün Türk mevzuatında ‘Kürt’ sözcüğü geçmiyor. Kürtçe yayınlarla ilgili TRT'nin doğru dürüst yasası da yok. İşte Kurmancî, Zazaca filan diye geçiyor ama Kürt sözcüğü geçmiyor. Hatta ilk başlarda ‘özel alanlarda kullanılan şive ve lehçeler’ diye bir ibare geçiyordu. Eğer ‘Kürt’ sözcüğü resmi mevzuata girmiş olsaydı, devlet ve hükümet aynı şeyi düşünüyor diyebilirdik. Gerçi Erdoğan, son olarak Diyarbakır’da Şiwanlı Tatlısesli Barış Süreci Konserinde ‘Kürdistan’ sözcüğünü kullandı ama devlet yanlıları, Başbakan’ın ‘Paraguay Kürdistan’ını’ ima ettiğini savundu.Hiç bir iktidar kendi imtiyazlarından, kendi kapalı av alanlarından sıkı darbe yemedikçe taviz vermez. Teslim olması için ancak devrim, güçlü halk ayaklanması, darbe, savaş gibi çok fazla burnunun sürtmesi lazım. 2002'den itibaren, merkezin dışından, müesses nizamın kenarından, (Periferiden) gelen, yani İslami kanattan gelen, ama bugün İslami renkleri de solan, tamamen neo-liberal muhafazakar bir yapı var. Aslında muhafazakar da değiller. Muhafazakar, tutucu demek. Bunlar hiçbir şeyi tutmuyor, hiçbir şeyi muhafaza etmiyor, her şeyi yıkıp yakıp geçiyorlar. Her şeyi, kenti, doğayı, siyaseti, ekonomiyi, toplumu, eğitimi, medyayı kendi isteklerine ve çıkarlarına uygun bir şekilde değiştirmeye çalışıyor. Kentsel dönüşüm adı altında yeni rant alanları açmak için binaları, alanları, sokakları, caddeleri yıkıyorlar, hem de toplum düzenini kendilerine göre dizayn etmek istediklerinden eski düzeni muhafaza filan ettikleri yok.Ne var ki, AKP, daha ilk başlarda, Kürt meselesinde, kadim devletten farklı düşünüyordu. Ümmet anlayışı vardı, dindarlığın Kürtler arasında yaygın ve güçlü olması önemliydi. Ayrıca askeri vesayet Kürt karşıtı ise, bunların da Kürt karşıtı olmaması gerekiyordu. 2002 seçimlerinden önce esas olarak Apoletli olan medya, AKP'nin seçimi kazanacağını öngörememişti. Öngöremediği gibi istemiyordu da. Ama AKP seçimi kazandıktan sonra, Türk medyası çok esnek olduğu için, hemen iktidar yanlısı hale geldi. Ben neredeyse 70’li yılların ortalarından bu yana medya ile uğraşıyorum. Kürt meselesine de aslında medyadan geldim.İzin verirseniz, görüşlerimin, tutumumun belki daha iyi anlaşılabilmesi için, biraz kişisel, siyasi, mesleki geçmişimden bahsedeyim. İstanbul doğumlu, temiz bir aile çocuğuyum. Babam hukuk profesörüydü. İyi okullarda okuttu beni. Galatasaray Lisesinden sonra Fransa'da hukuk okudum. Bu arada 1969-78 yılları arasında turist rehberliği yaptım. Doğu turları vardı o zaman. 21 gün, Ankara’dan başlar, Trabzon, Erzurum, Kars, Van, Diyarbakır, Urfa, Adana her tarafı dolaşırdık. Kürt coğrafyasını o zaman tanımıştım. Ama o genç yaşta siyasi bilgim, bilincim yoktu. Gazeteciliğe 1978 yılında Istanbul’da Aydınlık gazetesinde başladım. Hiç kimse mükemmel değildir… 80 darbesi oldu, bizim gazeteyi kapattılar, Hürriyet’e girdim ama o dönem hiçbir yerde doğru dürüst gazetecilik yapılamıyordu, bunalmıştım, yurtdışına gitmek istiyordum. Bir sürü bursa, okula başvurdum. 83 yılında Paris’te bir gazetecilik okuluna kabul ettiler, okul bitti, BBC'de çalışmaya Londra'ya gittim. Orada kişisel hayatım açısından, mesleki hayatım, siyasi hayatım açısından iki önemli şey oldu. İngiltere'deyken tabii ki her sabah İngiliz gazetelerini okuyorsun. Bir de BBC'de çalışıyordum zaten görev gereği okuyorsun. O zaman öyle İnternet filan yok. Kürt meselesi hakkında, bir olayı İngiliz gazetelerinden, radyodan, televizyondan öğreniyoruz. Üç gün sonra gelen Cumhuriyet Gazetesinden de aynı olayla ilgili bir haber var. Ama çok farklı hatta tamamen ayrı bir olay gibi verilmiş. Aynı olayı bir Times, Guardian, Daily Telegraph veriyor bir de Cumhuriyet gazetesi veriyor. Neredeyse iki ayrı olay. Sadece günü, saati ve mekanı aynı, diğer tüm unsurlar bambaşka hatta birbirine tamamen zıt. Terminoloji, söylem, haberin perspektifi de tamamen farklı. Kürt meselesinin, daha doğrusu silahlı ayaklanmanın başladığı dönemde, 1983-87'de Londra'daydım. Şimdi tabii ki gazeteler arasında fark olur; aynı haberi Guardian'la Times da ajans haberi kullanmamışsa birebir aynı vermez. Aynı başlıkla, aynı sözcüklerle, aynı haber değeri, aynı uzunlukta vermez, vermeyebilir. Ama aynı haber, Guardian ile Times da sadece yaklaşım, yorum farkı ile verilebilir. İki gazeteyi okuyan insan, iki haberde aynı olaydan biraz farklı bir şekilde sözedildiğini kolayca anlar. Türk basını ile İngiliz basınını, bir de Fransızca Le Mondeile Libération’u takip ediyorum, kıyaslama, değerlendirme, haber analizi yaptığım zaman, Fransız, İngiliz basını bir yana Türk basını bir yana. Kürt meselesine ilişkin haber, röportaj, karikatür hatta fotograflarda bile aradaki fark, siyahla beyaz kadar. Kullanılan terminolojiden, olayın aktarılışına kadar. Yorumları bir kenara bıraktım. ‘Haber kutsal, Yorum hürdür’ derler ya. AKP döneminde bu deyiş ‘İktidar kutsaldır’ oldu. Onun için artık haber de hür, yorum da hür, hatta ileri hür! Ben bu aşamada hakikaten ve tamemen sadece gazetecilikle ve habercilikle uğraşıyorum. Bu çelişkiyi görünce, Kürt meselesini anlamak, öğrenmek ihtiyacı hasıl oldu. Çünkü Cumhuriyet, Hürriyet, Milliyet gibi Türk gazetelerini okuduğun zaman bir Kürt algılaman var, İngiliz Fransız gazetelerini okuduğun zaman bambaşka bir algın var. Tabii ki, kafam esas olarak Fransız ve İngiliz gazetelerine yatkın, çünkü haberin sunumu çok daha mantıklı, gerekçeli ve rasyonel. Londra’da önce İngilizce ve Fransızca Kürt meselesi hakkında kitaplar okumaya başladım sonra orada PKKli arkadaşlarla tanıştım ve böylelikle, Türk medyası ile yabancı medya arasındaki farkın nelerden, nerelerden kaynaklandığını öğrenmiş oldum.Demin sözünü ettiğim ayrım, yani devletle hükümetin ayrı telden çalması sonuç olarak olmaması gereken bir şey. Fransa'da filan böyle devlet hatta derin devlet gibi ayrımlar olmadığı için tercüme ederken zorlanıyorsun. Fransızca haber yazdığım için editör buraya dipnot düş, parantez aç filan diyor. Yok çünkü o kavramlar oralarda yok. Ne demek devletle hükümet ayrı şey düşünmez, hükümet seçimle iş başına gelmiştir ve devleti yöneten siyasi bir gruptur. Devletin hükümetin dışında başka bir politikası olamaz. Nato ülkelerinde bizdeki Kontrgerilla’nın yeğenleri oralarda da varmış vakti zamanında, ama öyle şeyler artık yok. En son İtalya ve İspanya’da temizlendi bunlar.90'lı yıllara bence medya açısından damgasını vuran, 1980 sonrası her türlü siyasi haberi özellikle toplumsal muhalefeti görmezden gelip, sadece Evren'i ve diktatörlüğü övmeye yönelik yayıncılık yapılması oldu. Bu arada iğrenç bir magazinleşme gelişti, gazeteleri satmak için ansiklopedi verildi, bir tanesi uçak verdi, bir tanesi ödül olarak üçüncü sınıf bir yıldızla akşam yemeği verdi. Yani 1980 darbesi de 90'lı yılların hazırlayıcısı oldu. Benim ilgi alanlarım itibariyle, medya itibariyle de, 90'lı yıllara damgasını vuran Kürt meselesi. Yani 1984'de, birçok insan ‘Nereden çıktı bu Kürtler?’diye menfi bir soru sordu. Resmi ideoloji ancak bilinçli-kasıtlı-organize cehaletle gelişebilir. 1984’deki Kürtler, Kawa’nın, Bedirhanların, Şeyh Saidlerin paltosundan çıktı. En az 1925'den beri mücadele var. 90'lı yıllarda çok ayrıntılı bir koleksiyon taraması yaptığınızda görürsünüz, manşetlere ve genel yayın politikalarına ağırlığını koyan Kürt meselesidir. Bu ağırlık, doğrudan doğruya, Cizre'deki çatışma, Nusaybin'de patlamanın, resmi deyişle ‘bölücü terör’ün çok ötesinde, memleketin iç ve dış politikasını, toplumsal, kültürel hayatını doğrudan birebir etkileyen bir sorun.Türkiye'de AKP'nin çok gururlanarak kaldırdığını söylediği askeri vesayeti, aslında ilk kez PKK kırdı. Üstelik de askeri yöntemlerle kırdı. Çünkü askeri vesayet öyle seçimle meçimle kırılmaz. PKK olmasaydı, resmi ideoloji tarafından lanetlenmiş, kargılanmış AKP, ne seçim kazanabilirdi ne de iktidara gelebilirdi.1992, Özgür Gündem'in kuruluşudur. Özgür Gündem'den önce özellikle Kürt bölgesinde BBC muhabirliği yapmıştım. Kürtler kendilerine en yakın medya olarak BBC'nin Türkçe yayınlarını izlerdi. Akşam saat 21.30’dan 22.15’e kadar bir bülten vardı. Türk medyası Kürt haberlerini ya vermiyordu ya da tahrif ediyordu. Bu nedenle BBC önemli bir kaynaktı. Ben gerilla kamplarında da gördüm, PKK’nin karargahında da gördüm, BBC haber bültenlerini pür dikkat dinliyordu herkes. Çünkü BBC, Türkiye’de devlet ihaleleri alan bir kuruluş değildi. Çünkü BBC’nin Ankara’yı kızdırmamak diye bir derdi yoktu. Kürt meselesine önemli bir haber olarak bakıyorlardı. Bölücü terörizm olarak değil. Zaten PKKlilere de ‘Silahlı Kürt militanları’ diyorlardı.Bugünkü iletişim teknolojisi, cep telefonu, İnternet de yoktu o zaman. Bence çeşitli eksiklikleri, olumsuzlukları olmasına rağmen, Özgür Gündem, Türk medyasında kırılma noktalarından biridir. Tabi daha sonra MED TV’nin yayına başlaması da tayin edici. Erivan, Şam, Tahran ve Bağdat radyolarının da sınırlı süreli Kürtçe yayınları vardı ama parazitlerden zor dinlenirdi. MedTV’ye kadar, Kürtler ezenin, başka bir deyimle sömürgecinin diliyle yapılan yayınlara maruz kalmıştı. Bütün temel Türk resmi tezlerini yıktı MedTV. Kürtçe yoktur diyordu devlet, Kürtçe yayın yapıyordu MedTV. Kürt yoktur diyordu devlet, MedTV Kürtlerin varlığını, eylemlerini haber ve yorumlarıyla aktarıyordu hem de Kürtçe olarak. Çünkü, Kürtçe yoktur, şivedir, Dağ Türklerinin lisanıdır, kart kurt dilidir palavraları çöktü.2002'de AKP iktidara geldiği zaman da, bu sefer devlet kadrolarını AKP'lileştirmek endişeleri çeşitli kesimlerde ortaya çıkarken AKP'nin kendisi devletleşti. AKP, devleti AKP'lileştirmek istiyordu, kendi devlet haline geldi. Böylelikle hükümetle devlet aynı potada bir tek kurum olarak ortaya çıktı. Bu aslında iyi bir gelişme fakat devletin uyguladığı politikalar olumsuz olduğu için iki olumsuz politika bir arada birleşmiş oluyor normalde. Devlet mekanizmadır, öteki de bir siyasi partidir onu yönetir. 2000’lerin başlarına kadar Türk basını topyekün devletçiydi. İktidar partisi de, muhalefet partisi de, toplumun geniş kesimi Kürt meselesini, Kürt varlığını inkar ediyor, Kürtlerin mücadelesini terörizm olarak kabul ediyordu. Eskiden de CHP zamanında, DP muhalefeti, DP iktidarında CHP muhalefeti vardı. Ama muhalefetteki partiyi veya iktidardaki partiyi destekleyen gazeteler, ordu konusunda, Kürt meselesi hakkında ya da Ermeni sorunu hakkında hemfikirdi. Orduya en küçük bir eleştiri yapılmazdı. Ordu, tabu idi. 90'lı yıllarda gazetecilik/habercilik açısından vahim bir durum vardı: Açın bakın 90'lı yıllardaki herhangi bir gazeteye, Genelkurmay Başkanı ne demişse, hiçbir kontrolden, hiç bir sorgulamadan geçmeden ya manşettir ya yan manşettir. Bazen de sürmanşet olurdu. Yani onun yeri hazırdır. Genel Kurmay Başkanlığının ya da bizzat Genel Kurmay başkanının açıklaması/demeci/basın toplantısı, ne derse desin, öyle 2. ya da 3. sayfadan verilmez. Ya manşettir, ya sürmanşet en az göbekten kocaman fotografla verilirdi. 90'lı yıllarla ilgili ilk medya eleştirisi kitabım 1996'da çıkmıştı. Apoletli Medya’ydı adı ve dönemi betimliyordu. Bu deyim/niteleme ilginç bir şekilde tuttu, literatüre/jargona girdi. Apoletli medya deyiminde iki anlam var: Medya apoletlileri destekliyor hatta onların sözcüsü ama medyanın kendisi de tıpkı bir kışla gibi yönetiliyor. Tepeden inmeci, lider temelli, eleştiri yok, özgürlük yok… Ama daha sonra Kürt meselesi sayesinde, bence medya iyi bir kırıma uğradı. Bugün egemen medya, kendi arşivine dönüp baksa, normalde çok utanması lazım. Çünkü Kürt düşmanlığıyla, Kürtlere yönelik nefret söylemiyle dolu yazıp çizdikleri. Geleceği öngören bir iz yok, yani Kürtlerin önce Irak’ta sonra Suriye’de özerk yönetim kuracak kadar aşamaya gelebileceğini, Türkiye siyasetinde 3. büyük güç olacağını, Türk devletinin Kürt uzmanları dahi öngörememişti. Kürt meselesi konusunda, medya açısından söylüyorum, herhalde siyasi açıdan da doğrudur, kabul edelim ki, bugün çok daha iyi bir konumdayız. Eskiden, Kürdün k’sını bile yazamazdık neredeyse. Hele Kürdistan zinhar… Orası filan derdik. Her Apo röportajı mahkemelik olurdu.Geçen gün Hasan Cemal bizim Röportaj Atölyesine geldi. Hasan, gerillanın çekilmesini izlemek istiyor. Bir de muhabir ruhu var, gidip izleyecek, haber yapacak. Şimdi gazetecilikte atlatma hikayesi vardır. Batılılar ‘Exclusive’ ya da ‘Scoop’diyor. Haberi ilk önce ben yapacağım diye bir dert var. Hasan da kafaya takmış, ben bu geri çekilmeyi muhabir olarak izleyeceğim diyor. Güney’e inecek haber bekliyor. Hasan abi neredeyse 70 yaşına geliyor. Ama ruhen genç. Sırt çantası bir de dağ ayakkabısı almış. Akşamları evde sırt çantasına ağırlık koyuyor, odanın içinde yürüyüş provaları yapıyor, ayakkabısına da alışmaya çalışıyor. Gitmişler aşağıya. Fehman Hüseyin yani Bahoz Erdal, orada. Bütün geri çekilmeyi yöneten komutan. Fehman Hüseyin “Hasan Bey bu zor iştir, gerillayla yürümek, yani gece yürüyoruz, yağmur çamur var, çok çaba sarfetmeniz lazım. Vazgeçin isterseniz bu işten, sonra başınıza bir şey gelir, sorumluluğu bize yıkarlar ” diyor. Hasan, “Yok, ben gideceğim, ayakkabı bile aldım” demiş. Fehman Hüseyin, ayakkabılara bakmış ve “Bunlar olmaz” demiş. Hasan da “Ben bunları Akmerkez'den aldım”diye yanıtlamış. Fehman Hüseyin de “Hasan bey, vallahi Akmerkez bizim buralara pek uymaz” demiş. Daha sonra bir on dakika boşluk olmuş. Komutanla orada oturuyorlar. ‘Vaktiniz varsa iki üç soru sorayım’ demiş Hasan. Bu gazetecilik ruhu böyle bir şey işte, sürekli olarak haber-bilgi peşinde koşar gazeteci, bir yerde sinekten yağ çıkarırcasına haber çıkaracak. Bahoz Erdal’a “Siz PKK'ye nasıl katıldınız, anlatır mısınız?” demiş. Ciddi, sert görünümlü bir adam bu komutan. “Aldatıldım ben” demiş. Hasan, ‘Beni üç dört dakika işletti’ diyor. Şimdi Hasan'ın anlattığı Bahoz gerçeği bir tarafa, Türk medyasındaki Bahoz, Esad'ın sağ kolu, katil bilmem ne diğer tarafa. Hasan Cemal gibi birisine hiç şu espiriyi yapan bir komutanı düşünebiliyor musunuz? Bu da aslında bütün medyayı teşhir eden bir cevap.90'lı yılların Kürt meselesi bağlamında önemli dayanaklarından biri de itirafçı açıklamaları. Televizyonlarda gazetelerde, Şemdin Sakık başta olmak üzere PKK’yi aşağılayan, Öcalan’ı kötüleyen insanlar. Neden bu tür propaganda yapar devlet? ‘Bakın, bu adam da Kürt, hatta eskiden PKKlıydı, şimdi gerçeği anladı ve anlatıyor’ demeye getiriyorlar. Bütün savaşlarda bu itirafçılar kullanılır, kullanılmıştır ama ben şimdiye kadar bunların bir etkisini görmedim. Aslında bir başka açıdan bakarsanız, itirafçıları/korucuları filan kullanmak biraz da korkunun ürünü. İktidar, iktidarlar böyle düşünüyor ve böyle yapıyor. Aslında iktidar da bal gibi PKK’yi ve onun kitle desteğini çok iyi biliyor. Ana işte bu tür propaganda ile ‘Birkaç kişiyi caydırsam bile kârdır’ diye düşünüyor. Biz bu işin ayrıntısını bilemeyiz, anlayamayız. Çünkü bu yaklaşım iktidarın yaklaşımıdır. Ancak iktidarda olanlar bunu bilir ve anlar. Biz… Biz demeyeyim de ben diyeyim radikal bir iktidar karşıtı olduğum için bu tür çabaları hep nafile görmüşümdür. Bir de ben Foucault ve Bourdieu okuru olduğum için bilirim: İktidarda olduğun zaman dünyayı başka türlü görürsün. Marx'ın söylediği senin zincirinden başka kaybedecek hiç bir şeyin yoksa, her şeyi yaparsın. İktidardaki ise iktidarını kaybetme riskiyle yaşıyor 24 saat. Marx'ın bir başka sözü de ‘Kulübede yaşayan insanla sarayda yaşayan insan farklı düşünür’. Ne kadar basit bir şekilde açıklamış. Hakikaten öyledir. Kulübe yani gecekonduda yaşayan insanların hayal dünyasını, zihniyetini, günlük sorunlarını dertlerini düşünün, bir de sarayda yaşayan insanların. Tabii ki apayrı şeyler bunlar. Düşünceleri farklı, düşünme yöntemleri de farklı onların. Dertleri dolayısıyla çözümleri de farklı. Kulübedeki insan saraydaki gibi düşünmez ve davranmaz. Tersi de doğru…Türk medyasının bugün çok kötü olmasının bence önemli sebeplerinden biri de, Kürt meselesi konusunda keza Ermeni ve TSK ile Mustafa Kemal Atatürk konularında henüz ve hala bir yüzleşme yapamamış olmasıdır. Medya aslında bunu yapabilir. Esas olarak siyasetin ve toplumun yapması gerekir, medya da onu yansıtır ama medya da siyaseti ve toplumu beklemeden böyle bir girişimde bulunabilir, bulunmalıdır da… Son dönemlerde bir tek rahmetli Mehmet Ali Birand, Kürt meselesi konusunda bir özeleştiri yayınladı. Bir de Irak Savaşı konusunda Cüneyt Ülsever özeleştiri yaptı. Aslında bu özeleştiri/yüzleşme tek tek gazetecilerin yapacağı bir iş değil. Kurumsal bir sorun, zihniyet meselesi. M.Ali Birand’ı ben çok severdim, Galatasaray'dan abim olur, görüşlerinin büyük bir kısmına katılmamakla birlikte, hakiki profesyonel bir gazeteci idi. Mealen aktarıyorum: “Biz Kürt meselesinde Genelkurmay ne diyorsa onu yazdık hiç kontrol etmedik” diye yazmıştı. Bizde özeleştiri geleneği zaten yok. Ama bugün Kürt meselesi çözülmedikçe, Türk medyasından, Türk entelijansiyasından, Kürt meselesini doğru bir şekilde algılamadığı sürece entelijansiyadan, akademiden, medyadan iyi bir şey beklemek söz konusu olamaz.2002’den bu yana Kürt meselesinde, son dönemlerde de bilhassa kör topal da olsa Barış Süreciyle birlikte çok adım atıldı. Ama Kürt gerçeği hala içselleştirilmedi ve hukuka yansımadı. Yani PKK'nin hala anayasal statü talep ediyoruz demesinin altında da bu yatıyor. PKK haklı bu konuda. Anayasal güvence olmadan Erdoğan’ın ağzından çıkan/çıkacak sözlere mi güveneceğiz? Mesela TRT Şeş, yarın MHP iktidara gelsin, TRT6’yı kapattığı zaman hiç kimse engel olamaz, çünkü bir hukuki yapısı yok.TK: Bir yazınızda, bugün medyada komiserlerin olduğunu yazmıştınız. 90’larda nasıldı? Böyle medya komiserleri mi vardı yoksa doğrudan sansür ve otosansür mü uygulanıyordu?RD: Son olarak bu ‘Alo Fatih!’ hattı teşhir olunca, artık medya komiserlerine ihtiyaç kalmadığı anlaşılıyor. Çünkü baksanıza Başkomiser her işi kendi yapıyormuş!... Yine de kuşkusuz bugünle kıyaslama yaparak 90’lı yılları daha iyi anlayabiliriz. 90’lardaki uygulamalar bugüne oranla bence daha naifti, daha sınırlı idi. Asker ya da Başbakan’a yakın biri telefon eder, rica ederdi. Ancak, o dönem mevcut olan ve süren sansür mekanizmaları giderek güçlendi ve bugünkü iktidara nasip oldu, sansüre ihtiyaç kalmadan otosansürle gerçekleri gizleyebileceklerine inandılar. 90’lı yıllardaki sansür; gazetecileri, editörleri ve muhabirleri birtakım şeyleri yazmamaya, yazsa da yayınlamamaya zorluyordu. Bu uzun bir süre devam ettiği için bugün gazeteci, muhabir ve editör neyin yayınlanıp neyin yayınlanamayacağı konusunda artık çok net fikirlere sahip. Benim gördüğüm bugünkü otosansür, 90’lı yıllardaki sansürün bir yan ürünü olarak ortaya çıktı. Şöyle somut örnekler verebilirim;Olağanüstü Hâl Bölge Valisi Hayri Kozakçıoğlu ben Diyarbakır’daydım, İstanbul’a vali olarak atanmıştı. Gitmeden önce gazetecilere veda yemeği verecekti. Bu yemekten benim haberim yoktu öyle tesadüfen duydum. Beraber çalıştığımız arkadaşlar; “Gel beraber gidelim” dediler. Namık Durukan, Faruk Balıkçı ile beraber gittik yemeğe. Programda önce bir basın toplantısı ardından da yemeğe geçecektik. Oradaki muhabirler, meslekdaşlar birkaç soru sordular, ancak sıkıştıran sorular değildi. Ben de bir soru sormak istiyorum dedim; “Siz göreve geldiğinizdeki bilanço neydi? Bugünkü bilanço ne? Yani kaç kişi öldü, kaç kişi kaldı?” diye bir soru sordum. Kozakçıoğlu kısa bir bilanço verdi ama esas olarak olumsuz bir bilanço, yani onun döneminde kendisinin deyişiyle ‘terör olaylarında’ önemli bir artış var. Ben rahattım, BBC muhabiri olduğum için bir de Diyarbakır’da yaşamıyorum, 2-3 günlüğüne gelmişim, bir süre sonra gideceğim. “Sayın Vali, siz ‘Çok iyi hizmet ettim’ dediniz ama son olarak verdiğiniz rakamlara baktığımda, olay ve ölü sayısının arttığını görüyorum” dedim. “Öyle oldu” deyip geçiştirdi. Akşam yemeğe gittiğimizde masaları tek tek dolaşıp oturanların elini sıkıyordu. Tam dışarı çıkınca yanına yaklaştım “Tatmin edici bir cevap olmadı sizin söylediğiniz, ayrıntılı bir bilanço yapmanızı bekliyordum” dedim, iki koruma hemen çekti kolumdan uzaklaştırdılar beni. Böyle bir ortamda nasıl habercilik yapılabilir ki? Hakaret etmiyorum, küfür etmiyorum, normal bir gazetecinin yapması gerektiğini yapıyorum sadece.Hasılı, baskının yöntemi değişiyor. İktidarlar, sansürü, gazeteciler bir süre sonra otosansür uygulasın diye, yoğunlaştırıp, yaygınlaştırır. İlk başta sansüre boyun eğerse gazeteci, sonra da can simidi olarak otosansüre sarılır. 1984 romanında George Orwell’in tarif ettiği bir dünya var: “Otoriter, olağanüstü güçlü ve yaygın bir denetim mekanizmasının olduğu bir dünya, hiçbir şey yapamadığın ve seni sürekli denetim ve gözetim altında tuttukları bir dünya”. Oysa Orwell’den önce Orwell’in babası sayılması gereken Aldous Huxley, Cesur Yeni Dünya kitabında bambaşka bir dünya tarif eder; o dünyada, esas olarak gizli belki de sanal ya da içsel, içselleştirilmiş bir denetim mekanizması vardır. Bu denetim mekanizması öyle bir zihin mekanizması ve bilinç dünyası yaratmıştır ki, zaten kimsenin aklına iktidara karşı çıkmak gelmez. Dolayısıyla olağanüstü mekanizmalar ile denetim mekanizmalarına ihtiyaç yoktur. Bu bağlamda otosansür ve sansür kavramlarını biraz Huxley ve Orwell betimlemelerine benzetebilirim. Yani Orwell sansürdür, Huxley de otosansür. Türkiye benim izleyebildiğim kadarıyla hâlâ Orwellyen yapıya sahip bir toplum. Ben bir yıl kadar, 2000-2001 öğretim yılında Amerika’da kaldım. ABD bana daha çok Huxley toplumu gibi göründü. Tabii ki, polis, ordu, medya ve akademinin oluşturduğu denetleme ve gözetleme mekanizması var. Yine de milliyetçilik, refah toplumu, kredi kartları gibi olağanüstü bir kriz olmadığı sürece, Amerikalının Amerikan iktidarına karşı çıkması pek söz konusu değil. Huxleyci bir toplumda, insanı/yurttaşı iktidara karşı çıkmaya ikna edemezsin. Orwellyen bir toplumun ise bence şöyle olumlu bir yanı var: Bu kadar baskı, denetim gözetim, sonuç olarak iktidarın olduğu her yerde muhalefeti doğurduğuna göre, yani anti-tez neredeyse kendiliğinden oluştuğuna ve güçlendiğine göre, daha umutvar bir toplum olabiliyor. Huxley toplumu, bilinçli/gönüllü/zorunlu başeğmede son aşama olsa gerek. Ondan sonra, kurgubilim romanlarında, filmlerinde olduğu gibi tamamen teslim olmuş, özel tüm niteliklerini yitirmiş bir toplumsal yapı ortaya çıkıyor.Türk medyası da giderek Huxleyvari bir toplum haline gelebilir. Çok çeşitli mekanizmalar var ve bu mekanizmalar adım adım iktidar tarafından bence belirli bir plan çerçevesinde uygulamaya konuyor. Mesele sadece medya mülkiyeti ya da Alo Fatih meselesi ile sınırlı değil…. Kendi mesleki hayatımdan örnek vereyim: Geçmişte 1978-1980’de Aydınlık Gazetesi’nde, 1980-1983’te de Hürriyet Gazetesi’nde çalıştım. O zaman ciddi bir Orwellyen toplum olarak, Selimiye Askeri Kışlası’nda kıytırık bir yüzbaşının imzasıyla haber yapılıyordu. “Şu haber görülmeyecektir” gibi emirler geliyordu. Sonra haber yapmak için oradan haber beklemeye başladık. Anlattıklarımı ayrıntılı olarak Yahya Koçoğlu’nun o dönemin olaylarını topladığı kitabında bulabilirsiniz. Hasan Cemal’in 12 Eylül kitaplarında da var. Sonrasında işi azıttı yüzbaşı; “En fazla çift sütundan kullanılacaktır, resim verilmeyecektir” gibi işin teknik yanını içeren emirler geldi. Adam orada sansür yapa yapa gazeteci oldu. Bizimkiler gazeteciyken sansürcü oluyor. O yüzbaşı sansürcüyken gazeteci oluyor. Diyalektik pozisyonlar… Böyle ironik bir durum sözkonusu.Bugünkü olumsuzluklarda bizim de yani gazetecilerin de kabahati var. Mesela, Aydın Doğan, Milliyet’i daha sonra Hürriyet’i satın aldığı yıllarda, sendikayı tasfiye etti ama biz direnemedik. Umur Talu o yıllar Milliyet’in başında olduğu için o dönemi iyi anlatır. Ama bugün Fransa’da, İngiltere’de gazeteciler sendikası, hâlâ güçlü bir sendikadır. Mesela gazetenin Genel Yayın Yönetmeni, teknik servise ya da aşağıya matbaaya giremez, çünkü teknik servisin, matbaacıların ayrı bir sendikası var, onlardan izin alıp girer. Patron ise, Genel yayın Yönetmeninin onayı olmaksızın, yazı işlerine bile giremez ve bence en önemlisi sendikanın onayı olmadan patron gazeteden kimseyi işten atamaz, keza patron, sendikanın onayı olmadan kimseyi işe de alamaz. Batı’da sendika, sadece çalışanların özlük haklarını savunmakla sınırlı tutmaz aktivitelerini, mesleği de, yani gazetecilik/habercilik ilkelerini de savunan bir örgüttür. Batı’daki sendikalar hakkında söylediklerim, benim bizzat Fransa’da, İngiltere’de ve ABD’de gazetecilik yaptığım 90’lı ve 2000’li yıllar için geçerli. Son dönemlerde neo-liberalizm, Batı’da sendikal haklara da büyük darbeler vurdu. Ama yine de medya alanında güçlü bir sendikal yapıdan sözetmek bence hala mümkün. Hele sendikanın s’sinin bile duyulamadığı Türkiye ile kıyaslayacak olursak, Batı’da durum, eskiye nazaran olumsuz ve güç kaybeden bir konumda da olsa, yine de özellikle bir göre oldukça iyi demek gerek.Türkiye’de medya mülkiyet yapısının bozukluğu şurada: Bugün hiçbir gazete patronu sadece gazetecilik yapmıyor, çeşitli alanlarda (sanayi, ticaret, iletişim gibi) yatırımları var. Türkiye ekonomisi Özal’ın tüm çabalarına rağmen hâlâ özelleştirilmiş bir ekonomi değil. Bu yüzden devletin, dolayısıyla hükümetin ekonomi üzerinde büyük bir ağırlığı var. İktidara geldiği zaman Erdoğan, 2002’de, kendisine 46 günlük kampanya ile % 6-7 oranında oy kazandırmış Genç Parti ve Star grubunun 230 şirketine bir gecede el koydu. Gayri meşru bir operasyondu bu. Ve sadece Star grubuna değil tüm medyaya bir mesajdı. O zaman da zaten geri kalan medyanın pek sesi çıkmadı. Erdoğan yıllar içinde kadim merkez medyayı bölüp parçaladı ayrıca bir yandan da kendi medyasını kurdu. Bu yetmedi, hala tam olarak teslim olmayan Aydın Doğan’a sermayesinin üç katı vergi cezası kesti. Medya patronları da pek direnemedi biz gazeteciler de pek direnemedik ve işte bugünlere böyle geldik.TK:Özgür Gündem’e siz nasıl girdiniz? Sizce Özgür Gündem geleneğinin yani o bahsettiğimiz koşullarda basın-iktidar-toplumsal koşullar ekseninde bir muhasebe yapmak gerekirse Özgür Gündem’in yeri neydi ?RD: 1987’de İngiltere’den döndükten sonra Kürt meselesine artık meraklıydım ve uzmanlaşmaya başlamıştım. 1987-92 arasında BBC’nin, daha sonra AFP ve Libération’un muhabirliğini yapıyordum. Kürt meselesi konusunda Türk basınında yapılamayan şeyleri, öyle ahım şahım şeyler de değil, düzgün habercilikten sözediyorum sadece, bu yabancı medya organlarının koruması altında az çok yapabildim. Bu, olağanüstü bir gazeteci olduğumdan değildi, sadece normal habercilik yapıyordum. Kimse normal habercilik yapamadığı için, herkes resmi habercilik yaptığından dolayı, özellikle Kürtler açısından, BBC’de muhabirin, yani benim, kendi sesiyle de olunca daha inandırıcı oluyordu. Kürt meselesi hakkında meraklı olduğum anlaşıldı. O zamanlar bir avuç insandık Türk basınında. Celal Başlangıç, Koray Düzgören, Ramazan Öztürk…Özgür Gündem’den Serhat Bucak ve Yaşar Kaya’yı tanıyordum. O zamanlar bugüne oranla Kürt meselesi konusunda daha iyimser, daha umutlu ve daha idealisttim. İnsan birçok şeyler öğrenince idealizm ve umutlar belirli bir ölçüde azalıyor. Özgür Gündem henüz yayına başlamamıştı, ama ben o ilk yönetici ekibi pek beğenmedim, medya eleştirmeni olduğum için de oldukça sert deyimlerle o ekibi eleştirdiğimi hatırlıyorum. Hiç beklemediğim bir şekilde “Peki o zaman sen gel gazetenin başına geç!” dediler. Bu öneri üzerine güvendiğim, inandığım birkaç meslekdaşla arkadaşla konuştum, çünkü gazetecilik tek başına yapılan bir iş değil. Bâb-ı Âlî’de çeteler vardır, topluca gazetelerin başına geçerler. Sonra bir başka gazeteye geçerler…Ben o zaman herhangi bir çeteye dahil değildim, bugün de değilim fakat o sırada “Böyle bir teklif geldi bana, ne diyorsunuz arkadaşlar” dediğimde, arkadaşlarımın çoğu destekledi. “Biz de elimizden geleni yaparız” dediler. İki üç acı deneyim de yaşadım. Çünkü benim hem GS’den hem medyadan 20-30 yıllık tanıdıklarımdan iki kişi çok büyük bir hayal kırıklığına uğrattı beni. İsim vermeyeceğim çünkü hâlâ gazetecilik yapıyorlar. Daha gazete çıkmadan, kadro toplarken, ben bu arkadaşlara gel beraber çalışalım dedim. Onlar da “Ben teröristlerin, çocuk katillerinin gazetesinde çalışmam” dedi. Ben de “30 yıllık arkadaşlığımız var sen çalışmayabilirsin kimse zorlayamaz seni ama ben çalışıyorum o zaman sen bana çocuk katili, terörist diyorsun” dedim. O insanlarla ilişkimi kestim tabi. Özgür Gündem’de çalıştığım için, solcu, liberal arkadaşlarım ya da Kürt meselesine benim gibi bakmayan annem ve babam mesela, hiç ağızlarını açmadılar. Her anne baba gibi “Aman oğlum dikkat et’’ dediler sadece. Zaten o zaman 35-40 yaşında falandım. Böyle bir ukalalığın sonucunda mecburen gazetenin başına geçtim. Çok iyi bir kadromuz vardı. Benim Aydınlık’tan tanıdığım TanerKutlay, rahmetli oldu maalesef yazı işleri müdürü, Semra Somersan da haber müdürü oldu. Gazetenin kadrosunda galiba %60 oranında Türk demokratları solcuları, %40’ı da Kürt aydın ve gazeteci konumundaki arkadaşlardan oluşuyordu. Bu durum, bazen sorun yarattı, “Siz Türkler” gibi laflar gazetede dolaştı. Bilhassa kriz dönemlerinde. ‘Bizim Türkler’ cephesinde de, ‘Bu Kürtler gazeteciliği bilmiyor’ türünden sözler duyduğumu hatırlıyorum. Demin söylediğim sebeplerle başarılı olamadık; Kürtçe yayın yapmıyoruz, Kürt gazetesiyiz, Kürt haklarını savunuyoruz. Olağanüstü baskılar var, gazete bombalanıyor. Ben ancak üç ay Genel Yayın Yönetmenliği yaptım, bu süre içinde de üç muhabirimizin cenazesine gitmek zorunda kaldım. Bu çok acı bir şey, Genel Yayın Yönetmeni, gazeteyi idare eder. O açıdan acı bir deneyimdi.Gazete ile ilgili bir sorun daha vardı: Münir Ceylan, Petrol-İş Sendikası Genel Başkanı, o da cezaevinden yeni çıkmıştı galiba. Biz gazetenin okur tabanıyla, diğer gazetelerden farklı olarak İstanbul, Ankara’da okur toplantıları yapardık. Adana’da da yapacaktık. Türkiye’nin dördüncü büyük ili. Nüfusu birkaç milyondu ama gazete sadece 300-400 adet satıyor. Münir Ceylan, kocaman bir salon ayarladı bize. Ben de “Gerek yok bu kadar büyük salona, çok fazla okurumuz yok Adana’da, zaten hepsi de gelemez” demiştim. Salona gittiğimizde 5000 kişi gördük. Büyük ihtimalle ilçelerden de gelmişlerdi. Gelenlerin bir kısmı belki gazetenin varlığından bile haberdar değil. Çok ilginç bir kadroyla gitmiştik. Yayın Danışma Kurulu idik. Mehmet Metiner, Altan Tan gibi isimler vardı. O toplantıda gazete ile ilgili neredeyse hiçbir şey konuşamadık, çünkü tamamen siyasi konuşmalar oldu. Yeterince başarılı olamamamızın sebebi de işte bu aşırı ya da gazetecilik ortamındaki siyasilikti bence. Kürt özgürlük hareketi, Türkiye’de birçok tabuyu kırmasına rağmen bunun medyadaki yansıması ne yazık ki çok güçlü olmadı. Ve Kürt medyası üzerinde çok yoğun baskı vardı. Baskıya karşı profesyonel bir şekilde karşı koyamadık. Kadrolarımız zayıftı, yeteri kadar profesyonel değildi, evet fedakardı, siyasi-ideolojik olarak olgundu hatta militandı ama bütün bu nitelikler iyi gazeteci olabilmek için gerekli ve yeterli koşullar değildi. Bizim foto muhabirimiz, Hürriyet’inki kadar iyi fotoğraf çekemiyordu, onlar kadar iyi haber yazamıyorduk. Daha vahimi, çoğumuz, ben dahil siyaset ile gazeteciliği ayırt edemedik. Bunlar iki ayrı alanlar. Özgür Gündem’de bir gazete gibi değil parti gibi davrandık. Evet belki sonuç olarak her şey çok siyasiydi. Siyasi olması normal ama bir siyasetçi perspektifinden değil gazeteci perspektifi ile bakmamız gerekiyordu onu her zaman yapamadık. Bu da bize pahalıya mal oldu. Mehmet Şenol ve Gurbetelli Ersöz’ü hatırlıyorum. Bu arkadaşlar gazetede çalıştılar, hatta yönetici konumdaydılar, ama sonra ‘Gazetecilikten bir şey olmaz’ deyip dağa gittiler. Gerillaya katıldıktan sonra şehit oldular. Ben mesleki açıdan üzüldüm, ikisi de çok esaslı arkadaşlardı, ama kırıldım, çünkü ben bir gazetenin sınırlarını, ne yapıp ne yapamayacağını biliyorum, ama o arkadaşlar bir gazeteden herhalde çok şey beklemişlerdi.Başka olumsuzluklar da oldu, gazeteciliğe genel siyasi hareket içinde bence yeteri kadar önem verilmedi. Gazete, böyle bir müştemilat olarak görüldü. “İktidar namlunun ucundadır, gazetecilik de neymiş” gibi. Kötü sonuçları da oldu onun. Her şeye rağmen bence çok güzel bir başlangıçtı. Rahmetli Apê Musa ve Kürt camiasının önde gelenleriyle Pera Palas’ta bir açılış resepsiyonu yaptık. Cumhuriyet Gazetesi mütevelli heyetinden bir profesör, geldi “Bizi Cumhuriyet’ten kurtarın” dedi. Çünkü o zaman doğru dürüst bir muhalefet yoktu. Başlangıçta büyük umutlarla doğduk, çok beklenti vardı ve beklentileri karşılayamadık. Sonrasında çok hızlı bir kadro değişikliği oldu ve hâlâ gazeteci ile militanı ayırt etmek konusunda uzun süre sıkıntılar yaşandı.Ben her yıl TV’deki arkadaşlara eğitime Brüksel’e giderim. Orada da benzeri sorunlar var ama oradaki yaşamın getirdiği, televizyon çalışması gazeteciliğe oranla daha yoğun bir çalışma gerektirdiği için, insanlar daha kısa sürede pişiyor. Özgür Gündem’den ilk başta hep siyasetçi çıktı. Gültan Kışanak mesela gazetemizden çıktı. Leyla Zana Diyarbakır’da gazete çalışanıydı. Gazeteden gazeteci çıkar, partiden siyasetçi çıkar ama burada farklı. Gazeteden siyasetçi çıktı. Kürtlerin çıkardığı ilk günlük gazete olması itibariyle olağanüstü bir yere sahiptir Özgür Gündem. Biz istihdam politikasını saptarken, kriter olarak ‘Kürt düşmanı olmamayı’ temel aldık. Kürtleri sevmek zorunda değilsin. Benim açımdan iyi bir tecrübe oldu, yeniydi. Fakat dışarıdan fazla müdahale oluyordu. Türk medyasında olduğu gibi bizde de komiserler vardı. Ya da kendisini komiser sananlar vardı. Telefon ile arar, emir verirlerdi. Hemen resti çektim: “O zaman telefon idare etsin gazeteyi, böyle olmaz” dedim. Bir sürü olumsuz örnek de yaşandı ama yaşanan bütün olumsuz örnekler profesyonellik eksikliğinden, siyasetle gazeteciliğin birbirine karıştırılmasından kaynaklanıyordu. Siyaset ve gazetecilik, aslından birbirinden bağımsız ama birbirine yakın hatta benzer alanlar. Bu nedenle ayrımın net bir şekilde yapılmaması legalite/illegalite gibi soruları da meydana çıkarıyordu.Bir başka sorun da şuydu: Özgür Gündem okuru Kürtler haklı olarak oğlu-kızı dağda, haber alamıyor “Bizim kızdan, bizim oğlandan haber ver” diyor. Böyle birçok mektup, telefon geliyordu. Gerilla irtibat bürosu değil bu gazete, ama bir şey yapamıyorsun. Zor bir şey yani gazete okurunun talebi. Kadrolu okur derdik biz onlara. Onların istediklerini yazınca devletle başın belaya giriyor, yazmasan okurla aran bozuluyor. Böyle bir sorun var. Biz bunu şöyle çözmeye çalıştık: İlk baskı yani erken baskı Adana ve Kürdistan’a gidiyor, orada bol bol gerilla haberi vardı. İstanbul baskısında değiştiriyorduk. Böyle geçici bir süre idare ettik ama bir gazetede ana kadro yeterince profesyonel olmayınca, siyasetle gazetecilik birbirine karışınca maalesef çok başarılı olmadı.Profesyonellikle ilgili son örnek şu: Özgür Gündem’de çalışmaları için ikna edebildiğim üç meslekdaşım Sena Kemancı, Faik Bulut ve Sabit Yürürdurmaz. Sena, Faik ve Sabit’le 1978-80 arası Aydınlık’ta beraber çalışmışız. Sene 1992, yani 12-14 yıl sonra, sabah, Özgür Gündem’in yazı işleri toplantısında yine beraberiz. Toplantıda genç arkadaşlardan biri bir söz söyledi, bir haber ya da haberin veriliş biçimiyle ilgili bir söz, biz üçümüz otomatik olarak birbirimize baktık, çünkü o gencin söylediği konuyu, daha doğrusu yanlışı, biz üçümüz 12 sene önce yapmış ve o tür yanlışlardan kurtulmuştuk ya da kurtulduğumuzu sanıyorduk. Kişisel bir deneyim değildi o, kolektif bir hata yapmıştık. O hatayı 12 sene sonra hâlâ biri öneriyorsa demek ki biz bu hatayı doğru düzgün düzeltememişiz, kamusallaştıramamışız, kolektif hale getirememişiz demektir. Böyle bir sorunumuz maalesef vardı fakat ben bunu da şuna bağlıyorum: Gazetecilik esas olarak anavatanda anadilde yapılır. Kürt dili üzerine bu kadar yoğun baskı, yasaklama sonucunda, sen Kürt’ü Türkçe gazete çıkarmaya mecbur edersen, tabii ki profesyonel yetişmez. Sen anadilinde gazetecilik yapmayınca istediğin kadar iyi gazeteci ol, anadilini kullanmadan yaptığın gazetecilikte bir çelişki var. Dil önemli bir şey, hatta tayin edici bir araç ve bütün bir zihniyeti hem yansıtıyor hem de oluşturuyor, geliştiriyor ya da fakirleştiriyor. Sadece içerik itibariyle değil biçim itibariyle de kullandığın dil, anadilin değilse pek başarılı olamıyorsun. Bedirxan’ın çıkardığı Kürdistan, Jin gibi Osmanlı döneminde çıkan Kürtçe gazeteler var. Onlar yasaklanmayıp aksine ikinci dil olarak desteklenmiş olsaydı büyük ihtimalle 1900’lü yıllardan beri Kürt gazeteciler olacaktı. Bugün ‘Benim babam Kürt gazeteciydi’ diyen bir Kürt gazeteci yok, çünkü kuşak olarak baktığımızda, ilk kuşak Kürt gazeteciler Milat olarak Özgür Gündem’i alırsak sadece 1992’den bu yana mevcut. Kürtçe gazeteyi Kürdistan’da çıkaramamak da bir başka sorun tabi.TK: Türkiye’de 90’larda, bir tarafta Kontrgerillanın bir tarafta Derin Devlet denilen paralel örgütlenmenin bu medya üzerinde inanılmaz bir etkisi var. Kürtler de ilk defa çok güçlü bir şekilde “Bunlar teröristtir” mevzusu ile karşı karşıya kalıyor, vatandaşlığın kenarına, sınırlarına hatta dışına atılmaya çalışıyorlar. O dönemde muhalif basın ya da sol basın bunda herhangi bir gedik oluşturabildi mi sizce ya da ne kadar mücadele oldu bu alanda?RD: Türk solu diye tabir edilen kesimde tek tük, gedik açma değil ama, hiç olmazsa gelen saldırıyı durdurma, boyun eğmeme, tam teslim olmama yönünde çabalar var. Nisbeten mizahi bir örnek aklıma geliyor. Celal Başlangıç, Kürt meselesini iyi bilen meslektaşımız. Uzun yıllar Cumhuriyet gazetesinin Adana büro şefi idi. Bölgeyi de çok iyi bilir. Daha sonra Cumhuriyet’in Yazı İşleri Müdürü oldu. “PKK’lilere bölücü terörist, askerlere de şehit diyeceksiniz’’ diye doğrudan askeriyeden sözlü, yazılı talimatlar geliyor. Şehit edebiyatı da milliyetçi ya da ırkçı duyguları alevlendirmek için Genelkurmay’ın sık kullanılmasını talep ettiği bir yaklaşım. Şimdi bu şehit hikayesi de biraz sakat çünkü ortada İslami veya etimolojik anlamda şehadeti kabul ediyorsak, gerilla da şehit, çünkü görevi başında belirli bir amaç uğruna savaşan insanın ölmesidir şehitlik. Yani sadece Türk askeri şehittir, gerilla şehit olamaz diye bir kural yok. Celal, çok zeki bir adamdır, üç dört kere yaptı fırçayı yemiş sonra: “Dün Nusaybin’de meydana gelen çatışmada üç asker iki PKK’li şehit oldu” diye haberler geçtiğini hatırlıyorum. ‘Terörist’ sözcüğü de, eski anaakım medyada olduğu gibi benimsenmişti. Sadece yazarken değil, onların köşe yazarları televizyona çıktıkları zaman da, terörist sözcüğünü kullanmakta hiçbir beis görmüyorlardı. Tek tük köşe yazarı farklıydı ve en ilginci Çetin Altan’dı bence. “PKK milisleri” derdi mesela. Doğru bir tabirdir. BBC’de de, Türkçe servisinde, ‘bölücü terör’, ‘terörist’ gibi kavramları benimseyen arkadaşlar vardı. Bir tartışma çıktı. Sonunda üst düzey yönetime çıktık. Onların IRA tecrübesi var, Güney Afrika tecrübesi var, sonuç olarak da BBC dünya çapında önemli bir medya kuruluşu. Onun kullandığı terminoloji önemli. Mesela, Mandela gibi bir insanı, hapisteyken ‘terörist’ diye ilan edersen, sonra yarın devlet başkanı olur, sen de mahçup olursun. Esas olarak gazetecilik kuralı itibariyle, ‘bölücü terörist’ deyimini kullandığın zaman saf tutmuş oluyorsun, çünkü bu deyim/bu niteleme devletin ürettiği ve kullandığı resmi terminolojinin bir deyimi/nitelemesi. Keza ‘PKK gerillası’, sözcüğünü kullandığın zaman da, o da PKK’nin ürettiği bir terminoloji olduğu için, çatışan iki tarafa eşit uzaklıkta durmaktan vazgeçiyorsun. PKK’ye yaklaşmış oluyorsun yani… Uzun tartışmalardan sonra BBC üst yönetimi, bize ‘Kürt silahlı militanları’ deyimini önerdi ve kabul ettirdi. Biz de o deyimi kullanıyorduk. Bu deyim çok fazla tartışmaya sebep olan bir deyim değil. Kürt mü, evet Kürt. Silahlı mı? Silahlı. Militan mı? Militan. Türk resmi makamları, Londra’daki Türk büyükelçiliği filan pek beğenmediler tabi bu deyimi. BBC’nin İRA deneyimi de önemli. BBC vatandaşın vergisiyle işleyen bir kurum ve çok sayıda Kuzey İrlandalı yurttaş da BBC’ye katkı payı olan vergi ödüyor. Dolayısıyla Kuzey İrlandalı BBC’ye hem vergi verecek hem de oğluna terörist dedirtmez, değil mi? ‘PKK silahlı militanları’ deyim olarak, niteleme olarak, objektif olarak aslında ne devletin, ne PKK’nin itiraz edebileceği bir deyim. Ama Ankara ille de terörist sözcüğünde israr etti. BBC, World Service’de olsun Türkçe Servisinde olsun, tabi ki ‘Kahraman Mehmetçik’ edebiyatı yapmadı hiçbir zaman. Tabii bu gün rahat bir şekilde ‘Kürdistan’ aşamasına geldik. Gerçi Erdoğan, Kürdistan derken galiba Irak Kürdistan’ını kastediyor ama Irak derken, Suriye derken Kürdistan’lar çoğalıyor. Hayırlısı…Geçmişte, 90’lı yıllarda, iktidar(lar)ın, devletin empoze etmeye çalıştığı terminoloji, egemen medya yönetici ve muhabirleri tarafından çoğu kez gönüllü olarak kabul ediliyordu. Adam hayatında Ankara’nın doğusuna bile gitmemiş, Kürtler konusunda neredeyse hiçbir bilgisi yok, gazeteci oluyor, -gazetecinin cahili makbuldür zaten egemenlerce- sonra da yönetici oluyor. Yukarıdaki ne derse aynen onu tekrar ediyor. Büyüğümüz, devletimiz, ordumuz… Ama işte bölücü dedin, terörist dedin, bebek katili dedin, 20 yıl sonra da gittin Öcalan’ı muhatap kabul etmek zorunda kaldın. Barış Süreci, ki ben baştan beri çok temkinli ve eleştirel yaklaştım, herhalde iyi bir şey, devletin Öcalan’la görüşmesi de iyi bir şey ama Türk devletinin, Türklerin, toplum olarak kendi tarihiyle, Kürt meselesi ile, Ermeni meselesi ile, Alevi meselesi ile yüzleşmesi lazım. Yüzleşme deyince akla daha çok Ermeni meselesi, Dersim geliyor. Türkiye’de Ermeni nufusu çok azaldığı için, Alevi meselesinin kökeni de çok eskiye dayandığı için, yüzleşme daha çok bu iki konuda gündeme geliyor.Gazeteciliğin önemli bir ölçeri de arşivdir. İyi bir gazeteci 20-30 yıldır aynı terminoloji ile aynı konuda aynı aksı haber ve yorumlarında işlemişse tutarlıdır. Tabi ki zamana uyma çerçevesinde değişimler, gelişmeler, farklılıklar olabilir. Ama dün Teröristbaşı dediğine bugün Sayın Öcalan diyorsan, ortada açıkça bir soru var demektir. Çünkü bu ülkede eskiden beri Sayın Öcalan ya da teröristbaşı diyenler var. Şimdiki medyanın kerterizi hükümet/iktidar olduğu için, onlar kendilerini savunurken, ‘Ben askeri iktidar döneminde bölücü terörist diyordum, çünkü o zaman iktidar öyle diyordu, bugün AKP döneminde Sayın Öcalan diyorum, çünkü iktidar da Sayın Öcalan diyor. Dolayısıyla ben yaratıcı ve esnek bir açıdan bakarsak tamamen kendi içinde tutarlı bir terminoloji benimsemiş durumdayım’ diyorlar. Komik bile değil…İktidar tarafından konjonktüre uygun olarak empoze edilen yanlış ve haksız terminolojiler iflas ediyor. Bugün ‘Bölücü terörist’ dediğin zaman sana gülerler. Ülkenin koskoca Başbakanı ‘Kürdistan’ demiş artık, sen hangi bölücü teröristten bahsediyorsun! Ayıp oluyor yani…90’lara dönelim. Devletin ideolojik ve silahlı-bombalı saldırısına karşı Özgür Gündem’i savunan, egemen medyadaki dürüst, namuslu gazeteci, köşe yazarı sayısı bir elin parmağını geçmez. Muhabir arkadaşlarsa hep destek verdiler. Askere, iktidara olduğu gibi boyun eğdiği için egemen medya, bir dirençten ve gedik açmaktan maalesef söz edemeyiz. Bu vahim bir durum, çünkü bu gedik bugün doğal olarak açılmış durumda. Oysa o zaman, yani daha 90’larda, gazeteci bağımsızlığı ve özgürlüğü bağlamında direniş olsaydı, çok daha önceden bugünkü barış sürecini daha güçlü kapsamlı hale getirebilirdik, belki de daha az sayıda insanın ölmesi mevzubahis olacaktı. Ben medyanın o kadar çok tayin gücü olduğuna inanmıyorum ama teknik olarak o alanla ilgilendiğim için dürbünle geriye baktığım zaman çok fena kara lekeler sırıtıyor.Kürt meselesi yeni bir mesele değil, tek mesele de değil. Dört devleti ilgilendirdiği için çok özgün bir yanı var. Dört devleti ilgilendiren bu tür başka bir sorun yok. Benzeri diğer vakalara baktığımızda İngiltere-İrlanda arasında, Korsika-Fransa arasında, Bask-Madrid arasında. Ama biz bütün etnik, milli, siyasi, kimlik temelli bu anlaşmazlıklarda, Latin Amerika’daki anlaşmazlıklarda, medya itibariyle olsun, siyasi anlamda olsun, bu tür düşmanlıkların, nefret söyleminin tabii ki global bölgesel konjonkktüre de bağlı olarak, nispeten kısa sürede eridiğini gördük. Bizde ise Cumhuriyetin’in kuruluşundan bu yana ulus-devletin koyu inkarcı ve asimilasyoncu politikaları nedeniyle Kürt meselesi hala çözülemedi. Urfa’da siyasetle ilişkisi olmayan, şehir merkezindeki bir kumaşçı, sarı, kırmızı, yeşil kumaş toplarını tesadüfen üst üste rafa koydu diye PKK propagandası yaptığı iddiasıyla gözaltına alındı, yargılandı ve hatırladığım kadarıyla terörist örgüt propagandası suçlamasıyla mahkum oldu. Böyle bir yerden bugün geldiğimiz aşamaya bakıldığı zaman, terminolojinin de ciddi bir şekilde değiştiği görülür. Başbakan Yardımcısı Beşir Atalay, geçenlerde ‘Kürtlerin lideri Öcalan’dır’ mealinde bir açıklama yaptı. Biz 10 sene önce bunu deyince terör propagandası oluyordu, bugün söylediğinde resmi gerçek oluyor.Demek istediğim, şöyle incitici bir şey de var: Dağdaki gerilla, kentlerde yaşayan insanların çocukları, karıları, kocaları, anneleri, babaları, oğulları sonuçta. Şimdi para verip aldığın gazetede onlar hakkında ‘eşkıya’, ‘bölücü terörist’, ‘vatan haini’ diye sıfatlar kullanılması, devlet ve iktidar etkisiyle, medya aracılığıyla nasıl bir nefret söylemi, nasıl bir dışlama, nasıl bir vatandaşsızlaştırma olduğunu gösteriyor. Bu tarz söylemler, Genelkurmay Başkanlığı’nın bir resmi bildirisinde ortaya çıktı. Kürtler için “sözde vatandaş” dedi. ‘Sözde vatandaş’, ‘hakiki vatandaş’ diye bir şey olmaz. Hukuken de yanlış bu söylem. Dikkat edelim ‘sözde soykırım’ söylemi de yavaş yavaş raflara kaldırıldı. Üstelik Genel Kurmay Başkanlığı Nufüs İdaresi mi ki, kimin hakiki kimin çakma vatandaş olduğunu belirleyecek… Çok kötü şeyler yapıldı gelecekte. Bunları unutmamak gerek. Bunların hesabı verilmezse, geleceğimiz, Kürtlerin geleceği güvence altına alınamaz.Sonuç olarak zaman, en iyi ölçü, çünkü çürütüyor yanlış şeyleri.TK: İslami medyanın 90’lı yıllarda Kürt meselesine aldığı tavrın bugünle ilişkisini nasıl kurabiliriz. Sizce bugünün nüvelerini, ipuçlarını ya da izlerini 90’larda görmek mümkün müdür?RD: 90’lı yıllardan önce, 80’li yıllarda, iki mazlum ve mağdur kesim, solcularla İslamcılar objektif olarak bir araya geldi. Hatırlıyorum ilk temaslar, Ali Bulaç ve Murat Belge’nin ‘Medine vesikası’ üzerine başlattığı tartışmada yaşanmıştı. 12 Eylül’ün iki mağdur kesimi İslamcılar ile solcuların yavaş yavaş bir araya gelmeleri, İslamcıların solcuları ‘Pis Gomonistler’ olarak algılamaktan yavaş yavaş vazgeçmeleri, solcuların da İslamcıları ‘Yobaz Şeriatçılar’ olarak etkiketlememeleri sözkonusu idi. Bir süre sonra devreye Kürtler de girdi. Çünkü Kürtlerin bir kısmı solcu bir kısmı da İslamcıydı ayrıca bir Kürtlerin neredeyse tümü millet olarak, etnik kesim olarak darbe mağduruydu. Bu birlikteliğin 80’lerin hatta daha çok 90’ların medyasında da çok bariz olmasa bile ipuçlarını görmek mümkün. Bulaç, Metiner-Sonradan çok bozuldu-, Tan –Hep sağlam bir İslamcı Kürt olarak kaldı-, Dilipak – radikalliği ilginçti ama içini hiçbir zaman olumlu bir şekilde dolduramadı- gibi İslamcılar 80’li ve 90’lı yıllarda muhalif konumda idiler. Ben bu ilk Bulaç-Belge yakınlaşmasını, ki siyasi alanda Ecevit de kimi İslamcılarla ilişki kurdu hatta koalisyona bile yaptı, garip karşılamadım ama bugün geri dönüp baktığımızda, şunu görüyoruz: Sol, bu ilişkide özerkliğini/bağımsızlığını koruyamadığı gibi, İslamcı cenahı demokrasiye bile yaklaştıramadı. AKP’nin devletleşmesiyle eski inkârcı, asimilasyoncu yapı bütün açılım söylemlerine rağmen, farklı kılık ve kıyafetlerle devam etti. Kürtlerle İslamcılar ama daha çok da İslamcılar ile solcular arasındaki yakınlık ilişkileri, İslamcıların iktidara gelmesiyle bozuldu. İslamcılar da aslında İslamcılıktan uzaklaşıp neo-liberal olmaya başladılar. Sonra da hegemonyacı oldular. Kürt meselesini bir tek biz çözeriz dediler ama Kürtlere sadece oy deposu olarak baktılar. Barış Süreci, Çözüm Süreci adı verilen sürecin, şöyle doğru dürüst ayrıntılı ideolojik/siyasi bir altyapısı var mı? Taktik adımlara kurban etti iktidar Kürt barışını. İslamcılarla solcuların ilişkilerine gelince: Kendimden biliyorum, 90’lı yıllarda Kanal 7’den bütün İslami medya Akit dahil acayip bir şekilde medya eleştirisi bağlamında sık sık çağırır, yazı isterler ve röportaj yaparlardı. Zaman Gazetesi’ne bile medya eleştirmeni olarak onların kadrolarına eğitime çağırmışlardı beni, gittim. Zaman gazetesi farklı. Ekrem Dumanlı çağırmıştı. Çok şaşırmıştım, ne yapıyorsunuz dedim. “Biz okur toplantıları yapıyoruz” dedi. Biz Özgür Gündem’de 92’de yapıyorduk bunları. Zaman, cemaat gazetesinden popüler gazeteye dönme aşamasında kendi okurlarını ikna etmek için bir değişim sürecine girmişti o zaman. Cami, kilise, havra fark etmez, Allah, Tanrı, God, Dieu ile hiç bir ilişkim olmadığı için, siyaseten ve insani ilişkilerimde hep uzak durmuşumdur bu cenahlardan. Herhangi bir karşıtlığım, düşmanlığım yoktur ama ilişkim de yoktur. Ne siyasi ne ideolojik hiçbir yakınlığım yoktur. Meslek gereği, istedikleri zaman söyleşi verdim, yazı istedikleri zaman yazdım. Ama AKP iktidara gelip palazlanma sürecinde o cenahtan bana herhangi bir talep gelmedi. Benim medya konusundaki tutumumla, onlar hakkındaki tutumum değişmedi, ancak anlaşılan onlar değişti. Eski mağdurlar yeni muktedir hâline gelince ben de esas olarak mağdurlardan yana muktedirlere karşı olduğum için onlara karşı bir konuma geçtim. Şikayetçi değilim tabi ki…Türkiye’de, klasik, Demokrat Parti ve CHP ikileminden sonra, bir üçüncü siyasi ve iktidarî aktör olarak İslamcıların ortaya çıkması ve onların devleti ele geçirmesiyle karmaşık bir dönem yaşandı. Burada şu sonuç ortaya çıktı ve İslamcılar şunu anladı: Ceberrut devletin baskı yaptığı iki kesim olan İslamcılar ile Kürtlerin mağduriyetleri arasında çok büyük fark var. Yani İslamcı bir köyün taranıp, yakılıp, boşaltıldığı olmadı. İslamcının dili, dini kanunla ve uygulama ile yasaklanmadı. Kaç yıldır iktidardalar, hâlâ Kürt meselesini, sıradan bir asayiş sorunu dışında göremiyorlar. Ne demişti Erdoğan? Çözüm süreci terörizme karşı mücadele sürecidir! Bu durum tabii ki Kürt İslamcılarını da açık bir şekilde safını belirlemeye zorladı. Ya Altan Tan olacaksın ya Mehmet Metiner! Altan Tan olmak istikrarın ve kendi içinde tutarlı olmanın simgesiyken; Mehmet Metiner, devlet olunca ya da kendisini devlet sanınca, Kürtlüğünü de İslamcılığını da unutup neo-liberal yalakalık abidesi haline geliyor. Bu kişiler en az 30 yıldır okuduğumuz, tanıdığımız, görüştüğümüz insanlar. Herhalde hiç kimse “Ben dün ne idiysem bugün de aynen oyum” diyemez. Hepimiz dünyanın, çevremizin, koşulların değişmesiyle değişiyoruz, ama mesela ille de milletvekili olacağım diye HADEP’ten AKP’ye geçilmez yani… Ya da ne bileyim, medyada Alper Görmüş, Oral Çalışlar, Halil Berktay gibi menfi şahsiyetler var. Aydınlık gazetesinden geçe geçe Türkiye gazetesine geçti biri. Her üçü de devrimci muhalefetten, gerici iktidara geçtiler.TK: İslami medya o dönem ne kadar muhalifti? Kürt meselesi konusunda, 90’larda yaşananlar konusunda tam olarak tavırları neydi, en azından liberal bir duruş sergileyebiliyorlar mıydı? Askeri vesayete sert çıkıp, “Siz faili meçhuller yaptınız” gibi bir duruş içerisine girebiliyorlar mıydı? Sonuç olarak Sivas katliamı da o dönemde gerçekleşiyor ve oradaki tavırlarını biliyoruz.RD: Yok, yok. Ben de zaten o bakımdan iki mağduriyet arasındaki farkı söyledim. Burada ölçü bence Hrant’tır. Hrant’ın mağduriyetin derecesine göre değil, mağdur olma sıfatına haiz herkesin yanında olması, başörtülü kadınından Kürtlere kadar ölçü, rol model Hrant’tır.O dönemde İslami çevrelere, daha çok da İslami yayınlara bakıldığı zaman, İslamcı Kürtler dahil, muhalefetin özünde Kürt haklarından ziyade Kürt İslami uygulamasına devletin yönelttiği baskılar var: “Ben Kürt olduğum için değil, Müslüman olduğum için eziliyorum” temasıyla ön plana çıkıyordu. Müslüman olmasaydı Kürtler, Kürtlere yönelik baskılar çok da umurunda olmayacaktı İslamcıların. Kürtlere yönelik devlet baskısı ve şiddeti yoğundu, kitleseldi, sağlamdı. Orada 600 yıllık bir devlet geleneği var ve İslamiyet’in itiraz etmediği devlet kültürü var. Hem zaten, biliyorsunuz, İslamcılar, ümmet yaklaşımını benimsediği için, onlar açısından Kürtlerin Kürt olması esas değildi, Kürtlerin Müslümanlığıydı onlar için önemli olan. Bence PKK’nin, Öcalan’ın, Ortadoğu gibi bir bölgede, Kürdistan gibi bir coğrafyada, en önemli çıkışlarından biri, laik bir yaklaşımı benimsemesi. Hem de PKK’nin laikliği öyle Mustafa Kemal’inki gibi jakoben, radikal bir laiklik değil. Daha yumuşak, koşullara daha uyumlu bir laiklik. Keza PKK’nin kadın meselesine yaklaşımı da bu açıdan önemli.Medya itibarıyla baktığım zaman, bu baskılara boyun eğen, bunları onaylayan bir şey de yok. Ama ben hiçbir İslamcının o dönemde “Köyleri niçin yakıyorsunuz kardeşim” dediğini duymadım, yazdığını okumadım. Bunu göz önünde tutup dile getiren İslamcı bilmiyorum, kendi perspektifi açısından Kürt Müslümanları savunmak adına bile… Tek tük Türk solcuları var bunları dile getiren. Fikret Başkaya, Haluk Gerger ve İsmail Beşikçi tabii bir yana. Bunlar dışında maalesef kimse yok.Ayrıca bir şey söyleyeyim, muhafazakarlık bu tür bir itirazı, karşı koymayı, başkaldırıyı engeller, engelledi de nitekim Çünkü dini muhafazakarlık, eleştiri, karşı çıkma, sorgulama ya da başkaldırı değil, biat üzerine kurulmuş. İktidara gelince karşısındakini ezer, o başka mesele, ama kendisi yıllardır mağdur olmasına rağmen doğru dürüst bir çıkış yapamadı. Çok az sayıda İslamcı aydın dürüst davrandı, buna sözüm yok, baskıları, şiddeti onaylamadılar hiç değilse. Onaylamamak da bir şeydir o ortamda, o kadar onaylayanın içinde susmak bile bir tutumdur. Ancak hakiki demokratın, hakiki solcunun karşı çıkışını İslamcı bir aydından görmek hoş olurdu. Olmadı. Bence olamazdı da zaten…TK: Bir röportajınızda “Türk egemen medyası sabıkalı bir seri katil gibidir. Her an her yerde yeniden cinayet işleyebilir.” cümlesini kuruyorsunuz. Bu aslında yaşanan ve açığa çıkan onca tahrifata ve yalana rağmen medyanın farklı formlarda aynı suçu işlemeye devam ettiğini gösteriyor. Bir türlü medyayla hesaplaşma yapılamıyor. Şu an 90'lar özelinde yaşananlara dair yüzeysel de olsa bir bilinç var olmasına rağmen medyayla hâlâ bu yüzleşmenin ve hesaplaşmanın yapılamamasının ve medyanın cinayetlerine devam etmesinin nedenlerini nasıl açıklarsınız?RD: Bunun birden çok nedeni olsa gerek. Yüzleşme yapmaya zorlayacak toplumsal entelektüel mekanizma ve baskı ya hiç yok ya da çok zayıf. Medya iktidarı de zaten buna izin vermez.Yüzleşme için birinci faktör olarak, yüzleşme talebi olması lazım. Bu toplum fazla egosantrik bir toplum. Türkler, Türkleri çok seviyor ve başka kimseyi de pek sevmiyor. Biliyorsunuz ‘Dört yanımız düşmanlarla kuşatılmıştır’ ideolojisi içinde yetiştirildik. ‘’Kuzeyimizde Ruslar, Batı’da Yunanlılar, Bulgarlar, sonra Farisiler filan… Sonra Araplar da sırtımızdan hançerledi bizi.’’ diyen bir egemen ideoloji var. Buradan da zaten ‘Türkün Türkten başka dostu yoktur’ saptamasına varıyorlar. Egosantrik ama bir o kadar da egofobik ve klostrofobik. Yüzleşme bizde, yenilginin kabulü olarak algılanıyor. Bu doğrudur ancak yenilgiyi kabul etmiyor. Yenilgiyi kabul eden bir toplumsal iç ve dış dinamik lazım. Bu aralar ve aslında eskiden beri Türkiye’yi zorlayan bir dış dinamik var. Bu aralar yabancı basına bir göz atın, eski AKP ve Erdoğan methiyeleri bitmiş, eleştirel bir yaklaşımı benimsemiş durumda Amerikan ve Batı egemen medyası. Ama tek başına dış dinamikler bazen bumerang yaratıyor ve daha koyu bir içe kapanmaya neden oluyor.Büyük ihtimalle ikinci faktör, yani iç dinamikler, toplumsal talep tayin edici. Bu aralar öyle çok görkemli, eleştirel, sorgulayıcı, solcu, halkçı, demokrat bir toplumsal tabanın varlığından söz etmek bence doğru olmaz. Ama bu durum tabi ki değişir, değişebilir ve değişmesini istiyoruz, zaten onun için çabalıyoruz. Demin de söyledim, ben değişmem demiyorum ama değişmek, temel ilkelerden vazgeçmek demek değildir. Ben mesela, solculuktan, muhalif olmaktan ve Galatasaray’dan vazgeçmem. Bugünkü iktidar sahiplerine bakalım: Sen kalk 12 Mart’ı destekle, 12 Eylül’ü destekle sonra bugün kalk ona buna darbeci de. Bu biraz kumaşla ilgili bir şeydir. Şahsiyetle alakalı bir mesele. Tek başına o insanları da suçlamak doğru olmaz. İlkesizlik, muhalefet kültürü ve geleneği eksikliği, bu insanları bugün darbe yanlısı, beş-on yıl sonra darbe karşıtı görünümüne koyabiliyor. Bugün sosyal medya sayesinde herkesin söz hakkı var ve bu sayede insaların bugünü dünü, iç tutarlılığı, şahsiyeti ya da şahsiyetsizliği kolayca teşhir edilebiliyor. Sosyal medya meşruluğunu daha yeni yeni kabul ettiriyor. İlk başlarda İnternet, yani site ve bloglar esas olarak/çoğunlukla egemen medyadan besleniyordu. Şimdi durum neredeyse tamamen tersine döndü. İçeriği artık daha çok sosyal medya üretiyor. Sosyal medya yasaklanırsa, egemen medya bayağı işsiz kalır, çok önemli ve çok zengin bir haber kaynağından mahrum kalır.Bence bu bağlamda önemli bir faktör de iktidar. Son olarak 12 Eylül’de, hem çok geç hem de kısık sesle de olsa, bugünkü iktidarın önde gelenleri darbeye karşı çıkarken, biraz popülizm yaptılar bence, ama daha çok da bir iktidar hesabı içindeydiler. Bugün, iktidarda olduğun zaman, kendi konumunu korumak için, hükümete karşı çıkanları, darbeci olarak nitelemek çok cazip bir şey tabii. Bu bence karaktersizlik, çifte standart.Kendi içindeki dürüstlük itibarıyla milliyetçilikten, ırkçılıktan, devlet yanlılığından geçmişte her siyasetçi, her gazeteci, belki dönem gereği, belki başka faktörler yüzünden hatalar yapmış olabilir. Bugün solcu olan, geçmişte bazı sağcı fikirleri doğru bulmuş olabilir, ama bunun bir çözümü olduğunu düşünüyorum: ‘Açık yürekli olmak, özeleştiri yapmak ve riyakar olmamak’. Kendinle barışık olman için bunu yapman lazım. Murathan Mungan’ın bir sözü var: “Türkiye’de her şey olabilirsiniz, rezil olmazsınız”. Her şeyi özetliyor. Rezil olma endişesi yoksa, yalan da söylersin, gömlek değiştirir gibi siyaset de değiştirirsin. Rezil olmayı ille de topluma, çevrene karşı rezil olmak anlamında kullanmıyorum. İnsan kendine de rezil olabilir değil mi?TK: Gezi döneminde sosyal medyada birçok kişinin kendi hesaplarında bazı mesajlar gördük ve çok aşina olduk o dönem. “30 yıldır Kürtlerin niçin çift çanak kullandığını anladık! Biz 30 yıldır Kürt meselesini bu medyadan takip ediyormuşuz.” Bu hem çok iyi bir medya eleştirisi hem de devletler aracılığıyla gelmesini beklediğimiz o toplumsal yüzleşmenin ve geçmişle yüzleşme hikayesinin aslında toplumsal tezahürü gibi bir şeydi. Siz ne düşünüyorsunuz?RD: O slogan çok esaslı bir medya eleştirisi ve söylediklerinize tamamen katılıyorum. Ben son üç, dört aydır neredeyse sadece Gezi üzerine yazıyorum. Ben de ilk günden beri çok etkilendim, hem de sevinçli bir şekilde etkilendim. Esas olarak Gezi böyle kısa vadede sonuç verebilecek, hemen siyasete tedavül edilebilecek bir olay değil. Daha kültürel, daha ideolojik, daha toplumsal bir patlama bence. Ve orada benim esas ilgilendiğim alan medya olduğu için, bana da hoş malzemeler çıktı. Mesela ODTÜ’nün mezuniyet töreninde, çocukların ellerinde çok zengin içerikli pankartlar vardı, bunlar çok derin, ince zeka ürünü. ‘’Yayında mıyız?’’ yazıyordu bir pankartta mesela. Bu sloganlar sayesinde, zeka, kaba kuvveti alt ediyor. “Biz meğerse 30 yıldır Kürt meselesini bu medyadan izliyormuşuz” sözü hem müthiş bir Türk medyası eleştirisi hem de Kürt meselesine dair hoş bir özeleştiri niteliğindedir. Gezi’de bir başka slogan, Erdoğan’a: “Al sana gündem!” diye üç kelimeyle çok şey anlatması beni de şaşırttı.Gezi, AKP’nin bütün yenilikçi söylemini çökerten bir başkaldırı. Esas kimin yeni olduğu o gün açıkça ortaya çıktı. Kazlıçeşme ile Gezi kitlesi, orta çağ ile uzay çağı arasındaki uçurum gibiydi. Orada insanlar Erdoğan’a: “Yol ver gidelim Taksim’i ezelim” dedi. Buna karşılık olarak Gezi’nin cevabı çok iyiydi: “Yol ver gelsinler, insanlık görsünler.” Barışçı, kendine güvenen, kimseyi dışlamayan müthiş bir nebula…Gezi, büyük bir ihtimalle, böyle yüz yılda bir olabilecek, çok önemli büyük bir birikimin, çok hoş bir şekilde patlaması. Ne şekilde evrileceğine dair sorular var ama her şekilde kendi gözlemlerimden, Gezi’ye katılanların gözlemlerinden gördüğüm sadece şu ikisinin bile gerçekleşmesi yeterli. Çok sayıda insanın, Gezi sayesinde Kürt meselesi ve medya meselesi konusunda algılarının değişmesi. Bunlar çok anlamlı iki değişiklik. Sen orada, Gezi yaşanırken penguen belgeseli koyarsan, kimse sandığın gibi dangalak değil, herkes neyin ne olduğunu biliyor. Gezi sayesinde, sadece Kürt meselesi ve medya sorunu değil, bence iktidar, toplum, özel hayat, gençlik, muhalefet gibi tayin edici kavramlar da yepyeni ve çok olumlu anlamlar kazandı.Bunlar bir yana Lice’de kalekol yapımını protesto eden bir çocuğu vurdular, Medeni Yıldırım. Taş çatlasa bir saat sonra Kadıköy ve Beşiktaş’ta “Diren Lice” diye eylem yapıldı. 1984’ten beri İstanbul gibi bir kentte, Kadıköy ve Beşiktaş gibi semtlerdeki bu Kürdistan dayanışması bir ilkti ve olağanüstü bir şeydi. Bir de gelenler öyle üç beş kişi değil. O Gezi kitlesi “Diren Lice” diye pankart açtı ve eylem yaptı. Şuradan anlıyoruz ki, geçmişi az çok bildiğimiz için, Kürdistan’da köyler bombalanırken ya da boşaltılırken ilgisiz ya da duyarsız kalmış yahut bir şey yapamayacak kadar çaresiz kalmış birçok insanın, ilk defa açılan pankartlarla orada olması, eyleme katılması çok önemli. Devrim değil ama devrim gibi bir şey. Çünkü devrim bir an meselesidir, ve o an yaşandı. Hiç kimse teyp bandı gibi geri saramaz artık Gezi Direnişini.Bir başka konu, Gezi sayesinde, Türkiye açısından Kürtler ve medyanın yanı sıra LGBT konusunda da olağanüstü ilerleme kaydedildi. Geziden sonraki Onur Yürüyüşü herhalde en büyük Onur Yürüyüşü oldu ve onda da Gezi’nin etkisi mutlak. Böyle birtakım sinir uçları konusunda da çok önemli, değiştirici etkisi oldu Gezi’nin.TK: Apoletli medya tanımlamasını günümüze uyarlarsak hâlâ geçerli midir?RD: ‘Apoletli Medya’ benim 1996’da yayınlanmış medya eleştirisi kitabının başlığı. O dönemi anlatan yazılar var o kitapta. ‘Apoletli Medya’ ibaresini de Patika yayınlarının yöneticisi ve benim kitabımın editörü Ahmet Güngören bulup çıkarttı. Benim bir yazımda, egemen medyayı tarif ederken kullandığım sıfatlardan biri…Aradan neredeyse 20 yıl geçti, meslekdaşım, Galatasaray’dan kardeşim Ruşen Çakır aradı ve “ Bu İslamcılar bugün iktidarda, ama hala senin Apoletli Medya sözünü kullanıyorlar. Bence bu ibareyi değiştirsen iyi olur’ mealinde bir şey söyledi. Ben de Ruşen’in bu uyarısı üzerine, adıApoletlimedya.blogspot.com olan bloğumda başlığı tanımlayan cümleye bazı eklemeler yaptım ve yeni haliyle şöyle oldu: ‘‘Apoletli Medya: Hâki ya da yeşil, emir-komuta zinciriyle faaliyet gösteren basın-yayın kuruluşu. 1996 yılında Patika Yayınlarında çıkan ilk Medya Eleştirisi kitabımın başlığı, aynı zamanda Türk egemen medyasını en veciz bir şekilde betimleyen tanım. ‘’ Apoletli Medya, sözü, tanımlaması, evet, dönemsel bir niteleme idi. Bugün belki bir askeri vesayet yok ama o yine de Erdoğan vesayeti var. Yani medya üzerinde bu kez sivil bir apolet var. Bu başlığı değiştirme konusunda çok iddialı ve ısrarcı değilim ama ben daha iyisini bulamadığım için öyle kaldı. Eş-dost bazı başlıklar önerdi ama onları da açıkçası ben tutmadım. Mevcut medya sivil görünümlü askeri bir medya hala. Çünkü tepeden inmeci, lidere biat ediyor, gerçeği saklıyor, yalanı pazarlıyor. Anlayış militarist bir anlayış. Özgür değil, bağımsız değil, demokrat değil… Bir tek Erdoğan’ın askeri üniforması eksik! (SON/RD)
Yorumlar
Eger bir tarim, ögrenci, borç, insaat, veya konsolidasyon kredi ihtiyacim var, lütfen asagidaki e-posta (yakubuafentokhai@yahoo.com) veya (yakubuafentokhailoans@admin.in.th) üzerine Yakubu Afentokhai Kredi Sirketleri LTD basvurun,
Facebook: http://www.facebook.com/yakubusuleafentokhai
Daha fazla bilgi için bize ulaşın ya da finans departmanı iş kredi ihtiyaçlarına bağlıdır ziyaret çekinmeyin.
Müşteriler ilgi sadece danışmalısınız
O, bu mektubun alındığını kabul etti ve bize geri döner.
Bay DurellPetersonloanfirm Kredi Şirketi || İletişim ve KSS
e-posta yoluyla bizimle irtibata geçiniz: Durellpetersonloanfirm@hotmail.com
Tanrı seni korusun.
Saygılarımızla,
Bayan Gina Campana
E-posta: lendingkeyloanfunds@hotmail.com
Do you need an urgent financial credit ***? * Very fast and direct transfer to your bank account * Repayment starts eight months after you get the money bank account * Low interest rate of 1% * Long-term repayment (1-30 years) Height * Flexible ***then monthly payment *. How long will it be financed? After submitting the application *** You can expect a preliminary answer less than 24 hours funding in 72-96 hours after receiving the information they need yours.
If you are interested contact us via: hititseramik.com.tr@consultant.com and fill out the below loan application form.
Loan application form:
Full Name:....................
Country:.....................
State:..............
City:..............
Sex:.........................
Phone Number:...........
Loan Amount :...........
Monthly income:..........
Occupation:................... ....
Loan Period:....................... ................
Purpose of Loan:......................... ...........
E-mail address:...................... ................
Have You Applied Before?....................
We awaits your urgent application form to be filled ok. Email Us: (hititseramik.com.tr@consultant.com)
With Best Regards.
Mrs. Pranchment Dura
Company Name: HITITI SERAMIK GENERAL MUDURLUK
Emaill Address: hititseramik.com.tr@consultant.com
Emaill Address:bdsfn.com@gmail.com
Emaill Address:johnsondav23@gmail.com
Proje yatırım kredileri, kişisel krediler, iş, konut kredileri, öğrenci kredileri, konsolidasyon kredileri ve çeşitli projeler için kredilere mi ihtiyacınız var? Şirketten bir kredi almak isteyenler için Şimdi Hızlı Erişim finansmanına e-mai aracılığıyla (fastaccessfinance@outlook.com) başvurun ve bugün kredi alın.
Not:
E-postaları fastaccessfinance@outlook.com adresine gönderin.
My name is Ahmad Asnul Brunei, I contacted Mr Osman Loan Firm for a business loan amount of $250,000, Then i was told about the step of approving my requested loan amount, after taking the risk again because i was so much desperate of setting up a business to my greatest surprise, the loan amount was credited to my bank account within 24 banking hours without any stress of getting my loan. I was surprise because i was first fall a victim of scam! If you are interested of securing any loan amount & you are located in any country, I'll advise you can contact Mr Osman Loan Firm via email osmanloanserves@gmail.com
LOAN APPLICATION INFORMATION FORM
First name......
Middle name.....
2) Gender:.........
3) Loan Amount Needed:.........
4) Loan Duration:.........
5) Country:.........
6) Home Address:.........
7) Mobile Number:.........
8) Email address..........
9) Monthly Income:.....................
10) Occupation:...........................
11)Which site did you here about us.....................
Thanks and Best Regards.
Derek Email osmanloanserves@gmail.com
We are Abdul Wei Financial Group! We offer accessible & affordable loans to individual and companies world wide. If you're still wondering if it's possible to secure loans without collateral or low credit score, well, it is possible. We offer loans at 3% ranging from US$5,000.00 to US$100,000,000.00. Contact us for more information e-mail: abdulweifinancialgroup@gmail.com
Kendinize ödenmemiş faturalarla ilgili biraz sorun yaşıyor musunuz ve hangi yöne gideceğinizi veya nereye döneceğinizi bilmiyor musunuz? Aylık taksitin düşürülmesinde size yardımcı olabilecek saygın bir Borç Konsolidasyon firması bulmaya ne dersiniz, ayın sonuna gelindiğinde ve faturaların ödenmesi gerektiğinde nefes alabileceğiniz odaya sahip olmanın yanı sıra uygun fiyatlı geri ödeme seçeneklerine sahip olacaksınız? BRIAN CAPITAL KREDİ cevaptır. Kredilerimiz maksimum güvenlik için iyi sigortalıdır bizim önceliğimizdir, lider hedefimiz hak ettiğiniz hizmetleri almanıza yardımcı olmaktır, programımız ihtiyacınız olanı bir an önce almanın en hızlı yoludur. Aylık giderlerinizdeki yükü hafifletmek için Ara / Metin +1(209)643-7283 adresine e-posta gönderin. brianloancapital@gmail.com adresine e-posta gönderin.
Biz daha az finansal ayrıcalık kredi puanı ne olursa olsun ayağa geri almak için ihtiyaç duydukları kredi almak yardımcı olmak için sertifikalı ve burada. tüm finansal krizlerinize ve zorluklarınıza elveda diyebilirsiniz. Bu şirketten kredi alarak kazanılacak daha çok şey var, zaferiniz% 100 garantilidir ve e-posta ile bize ulaşın brianloancapital@gmail.com