Ana içeriğe atla

Muhalefet bağımsızlığın iksiridir

Bir gazete, radyo ya da televizyon bağımsız olmazsa, okura/yurttaşa dünyada/memlekette olup biteni, doğru, çok yanlı, inanılır, güvenilir, dengeli ve hızlı bir şekilde veremez. Son yirmi-otuz yıl içinde dünyada ve Türkiye’de medya organları bağımsız olabilmek için çeşitli girişimlerde bulundular, bulunuyorlar. Bazı örnekler ve çözüm için bir öneri… 

İyi akşamlar,
Ana özne, tayin edici aktör, temel nitelik ya da esas kahraman olmayınca, bir konu hakkında konuşmak oldukça güç… Bağımsızlık olmayınca, yani medya bağımsız olmayınca, medya hakkında konuşmak gerçekten zor. Üstelik medyanın işlevini, görevini yerine getirebilmesi için, bağımsızlık, olmazsa olmaz bir koşul. Medya bağımsız değilse, ona medya dememiz bile pek mümkün değil. Bir gazete düşünün, bağımsız değil, ona kelimenin gerçek anlamıyla gazete diyemeyiz. Olsa olsa propaganda bülteni olur, désinformation ya da misinformation organı olur. Dolayısıyla şimdi yumurtasız omlet yapmaya çalışacağız…
Malforme bebek büyüyünce
Türkiye’den söz ediyorum. 1831 tarihinden bu yana, yani Osmanlı’daki ilk günlük gazetenin yayınlanma tarihinden bu yana, matbuat, basın, medya hiçbir zaman kelimenin gerçek anlamıyla özgür ve bağımsız olmadı, olamadı. Çünkü henüz doğumda bir sorun var. İlk gazete, Padişah’ın özel izniyle çıktı; İlk gazete Saray’ın malî kaynakları ile yayınlandı; ilk gazetede gazeteci ve yazar olarak Saray’ın memurları görev aldı. Dolayısıyla Türk basını, daha ana karnından çıkarken sakat/sorunlu doğdu. Malforme bebek gibi… Biliyorsunuz, malforme bebek büyüyünce düzelmiyor, malforme bir çocuk oluyor, malforme bir delikanlı oluyor, sonra da malforme bir ihtiyar oluyor…
selçuk6Gazete binalarının coğrafî konumu da bize gazetelerin niteliği hakkında bir ipucu verir. Bakın mesela Batı Avrupa’da, ilk gazeteleri yükselen ticaret burjuvazisi yayınladığı için, o gazetelerin içeriği de kaçınılmaz olarak o sınıfa hizmet eden haber ve bilgilerle doludur. London Times gazetesi 200. yılını kutladığında ben o zaman Londra’da, BBC’de çalışıyordum, gazetenin ilk sayısının facsimile’si yayınlanmıştı. Böyle tek sütuna dizilmiş küçük ilan gibi haberler… Thames nehrine girip çıkan, İpek Yolu’na giden gemilerin yükü, gemi kalkış tarihleri, buğday borsası haberleri filan… Şimdi gazete binalarının mekânlarından, coğrafî konumlarından söz ediyordum. O zamanki iletişim teknolojisinin sınırlı olduğunu da düşünürsek, gazeteler, haber kaynaklarına yakın yerde kurmuşlar binalarını. Mesela Londra’da Fleet Street’te, Paris’te de Borsa civarına konuşlanmış ilk gazeteler. İkisi de ticaret merkezi. Gerçi ‘80’lerden sonra kent merkezindeki arsaların rant değeri yükseldiği için Londra ve Paris’te de gazete merkezleri şehir dışına taşınmak zorunda kaldı. Bize bakalım: Bizde gazete merkezleri yakın zamana kadar Bab-ı Âli’de karargâh kurmuşlardı. Yani Osmanlı’nın hükümet merkezinde. Ana haber kaynağın ne ise, neresi ise, oraya kuruyorsun gazetenin merkezini. Türk basınının siyasî iktidara bağımlılığının coğrafî ya da kentsel konuşlanma açısından karşılığı…
Bizim konu başlığımız çok geniş: “Medyanın Bağımsızlığı ve Demokrasi”. Belki biraz açmak gerek: Medya kimden, kimlerden, nelerden bağımsız olması gerekir? Siyasî iktidardan, ekonomik iktidardan, ideolojik iktidardan, askerî iktidardan… Kısacası, genel olarak tüm iktidar kutuplarından, tüm güç odaklarından.
Sevimsiz bir hayvanat bahçesi
Aslında Türkiye bu konu için çok iyi, ama olumsuz bir laboratuar. Medya bağımsız değil, demokrasi de yok… Çünkü biliyorsunuz, bizde “İleri Demokrasi” var. Başka bir şey o… Dolayısıyla, Türkiye somut pratiğinde, matematik olarak kanıtlamak mümkün: Medya bağımsız değilse demokrasi olmaz ya da demokrasi yok ise medya da bağımsız olmaz…
Medyanın bağımsızlığı ile demokrasi arasındaki ilişkiyi, ben Selçuk’un (Demirel) sergi başlığından esinlenerek şöyle betimleyebilirim: Selçuk, “İnsanoğlu Kuş Misali” diyor.Fransızca çevirisinde (Vol d’Oiseau) “Kuş Uçuşu” demişler. Medya ile bağımsızlık arasındaki ilişki de bence bir kuşla kanadı arasındaki ilişki gibidir. Yani kuşun kanatları varsa, uçar, istediği yere özgürce konar, uçar, kalkar, gider, gelir… Ama kuşun kanadı yoksa, kuş uçamaz. Zaten o zaman ona kuş demek de mümkün değildir. Uçmayan kuşa kuş denir mi? Bir de özel bir durum var: Mesela kuşun bir tek kanadı var. O zaman o kuş uçar, ama nasıl uçar? Hep aynı daire etrafında döner. Ona da pek kuş uçuşu denemez zaten. Türkiye, bu açıdan bakıldığında, egemen medya bağlamında bir kuş cehennemi… Kendini kuş sanan birtakım mahlûkat ya yerlerde sürünüyor, debeleniyor ya da havada aynı daire güzergâhında dönüp duruyor. Selçuk, kuş uçuşu metaforunu kullanmış; Cengiz, attan inip eşeğe binmek dedi. Ben deminden beri kuşlardan söz ediyorum. Bizim medya ve demokrasi sohbetimiz giderek zoolojik bir görünüm ve içerik kazanıyor. Çünkü, biliyorsunuz, bir de penguenler vardır bizim meslekte.
selçuk5
Bu kanatsız kuşlar yüzünden, yani özgür ve bağımsız olmayan medya yüzünden, Türkiye’de hakiki gerçek ile medyatik gerçek arasında müthiş bir uçurum vardır. Siz mesela herhangi önemli bir olaya bizzat tanık olduğunuzda, akşam televizyonda ya da ertesi gün gazetede, o olayla ilgili haberleri izlerken / okurken tanık olduğunuz olaydan çok farklı, neredeyse bambaşka bir bilgi edinirsiniz.
Keza Türkiye’de ne olup bittiğini anlayabilmek için en az üç farklı günlük gazeteyi takip etmeniz gerekir. Çünkü burada gazeteler, esas olarak olup biteni aktarmıyor okura, olup biteni nasıl algılamanız, olup biten hakkında nasıl düşünmeniz gerektiğini yazıyorlar. Üstelik de her siyasî / ideolojik kümenin gazetesi, esas olarak sadece kendi lehine olan gelişmelere yer veriyor sayfalarında. Aslında bir gün üç gazete okursunuz, ama ertesi gün bir dördüncü gazete okumuş olmanız gerektiği ortaya çıkar. Çünkü okuduğunuz üç gazetenin de pas geçtiği, sustuğu bir konu, bir gelişme meydana gelmiş olabilir. Bu konu da, büyük bir ihtimalle Kürt Meselesi ya da Ermeni Sorunu hakkındadır…
Zor, ama imkânsız değil 
Bu uzunca girizgâhtan sonra, yakın zamanda gazetelerin bağımsızlığı sağlamak için neler yaptığı konusunda kısa ve hızlı bir tur atmayı öneriyorum. Çünkü medya çağı başladığından bu yana, yani ‘80’lerden bu yana çeşitli ülkelerde çeşitli gazeteler bağımsız olabilmek için bazı girişimler gerçekleştirdi, gerçekleştiriyor. İletişim akademisyenleri de bu konuyla yakından ilgileniyor.
Bizden bir örnekle başlıyorum: Cumhuriyet gazetesi. Jamanak’tan sonra Türkiye’nin en eski gazetesi. Medya mülkiyeti yakın zamana kadar Nadi ailesindeydi. Cumhuriyet, İngilizcedeki serious / popular anlamında ciddi bir gazete. Cumhuriyetin kurucusu Mustafa Kemal’in desteğiyle yayına başlamış bir gazete. Aile, gazetenin satılmasını, sahip değiştirmesini önlemek amacıyla bir vakıf kurdu. Cumhuriyet, aslında Türkiye’nin Le Monde’u olmak isteyen bir gazete. Ve medya mülkiyetinde de çok az Le Monde modelinden esinlenmeye çalıştı. Çalışanların hisse sahibi olması, Genel Yayın Yönetmeninin seçimle işbaşına gelmesi gibi en anlamlı ve en olumlu yönler Cumhuriyet Vakfı’nda pek rağbet görmedi. Cumhuriyet’in medya mülkiyet yapısında ve yayın politikasında iki önemli aksaklık çıktı: 1971 darbesi sonrasında aile bölündü. Sağcı iktidar muhalif Cumhuriyet’i susturmak için Nadir Nadi ve arkadaşlarını gazeteden uzaklaştırıp ailenin başka fertlerini gazetenin yönetimine getirdi. Buradan da anlıyoruz ki, gazetenin bağımsızlığı için, mülkiyeti aile temelli yapmak, hatta münhasıran aileye vermek çözüm değil. Aile 2000’lerden sonra bir kez daha bölündü zaten… İkinci sorun da şu: Gazete uzun yıllar İlhan Selçuk tarafından bizzat yönetildi. Oysa ki İlhan Selçuk, Türkiye’deki en köklü iktidar ideolojisi olan Kemalizmin yılmaz bir savunucusu idi. Gazetenin yayın politikası Kemalizm sınırları içinde hapsoldu. Buradan da anladık ki, medya bağımsızlığı tek adamla sağlanamıyor, medya bağımsızlığı herhangi bir iktidar ideolojisi ile de sağlanamıyor.
İkinci örneğim, Le Monde. Günlük akşam gazetesi Le Monde’dan bahsediyorum, Le Monde Diplomatique’den değil. Çünkü elmalarla armutları karıştırmamak gerek. Hubert Beuve-Méry’nin 1946’da kurduğu Le Monde’un mülkiyet yapısı bence ideal bir yapı idi. İlk kurucu 12 kişiden oluşan şirket, yazı işleri çalışanları şirketi, idare ve teknik servis çalışanlar şirketi, bir de okur şirketi. Genel Yayın Yönetmeni seçimle iş başına geliyor ve Yazı İşleri Çalışanları Şirketinin veto hakkı var. Le Monde bu yapıyla uzun yıllar siyasî ve iktisadî iktidarların tasallutundan kendini koruyabildi, bağımsızlığına büyük ölçüde halel getirtmedi. Ama son yıllarda iki önemli gelişme işleri bozdu: Yazılı basın krizi başgösterdiğinde sermaye artırımına gitmek istediler, yeni bir şirket olarak Le Monde Okurları şirketini kurdular. Ama bu şirketin hissedarlarına baktığımızda Fransa’nın en zengin ilk 50 kişisinden isimler gördük listede. İkinci olumsuzluk, Colombani-Plenel döneminde Le Monde tek başına bir günlük gazete olmaktan çıkıp bir medya holdingi haline geldi. Taşrada yerel gazeteleri satın aldılar, merkezde haftalık, aylık dergiler satın aldılar. O zaman da gazetenin yöneticileri gazeteciliği bırakıp holding CEO’luğu oynamaya başladılar. Bir de tabii “La Face Cachée du Monde” (Le Monde’un Gizli Yüzü) kitabı yayınlandığında, gazetenin içinde, tepesinde, iktidarla ilişkilerde acayip işlerin döndüğünü öğrendik. Sonuç olarak Le Monde da malî sermayeye satıldı.
selçuk2Libération. Ben bu gazetenin galiba en az yirmi yıldır Türkiye muhabiriyim. Libération şahane bir başlangıç yaptı, ama vardığı son nokta pek o kadar parlak olmadı. 1972 yılında Jean-Paul Sartre ile başladı, vardığı noktada ise dümende Rotschild vardı. İlk başta, Genel Yayın Yönetmeninden en kıdemsiz çalışana kadar herkesin eşit maaş aldığı, okurun gazetede olağanüstü bir ağırlığı olduğu, tabu konuları işleyen, kelime oyunlu şahane manşetleriyle müthiş yaratıcı bir gazete idi. Gazeteyi sokağa çıkarmıştı Libé. Ya da sokağı gazeteye getirmişti. En son, dündü galiba, gazetenin yeni patronu gazete binasını kahve-lokanta yapacakmış, kültür merkezi yapacakmış. Bir nevi TOKİ saldırısı yani… Bizim yazı işleri ayaklanmış. Bakalım, hayırlısı. Libération, ‘68 Mayısının tipik bir ürünü idi. O zamanın ruhunun meyvesi idi. 68 Mayıs ideolojisi / idealleri zaman içinde önem ve değerini büyük ölçüde yitirince, Libé de sallanmaya, zayıflamaya başladı. Bir de Libé’de mesele galiba şu: Bu kapitalist piyasa koşullarında iş yaptığınız zaman, rekabet, kâr, reklam, tiraj filan gibi bazı engeller var. Bunlara uymak zorunda kalıyorsunuz. Uyunca da bu durumlar yayın politikasını da etkiliyor tabi.
Almanya’da Tageszeitung var. Alman alternatiflerinin gazetesi. Onlar, okurları da kapsayacak şekilde, iyi bir kooperatif modeli kurdular. Şimdilik çalışıyor.
Latin Amerika’da, Afrika’da, Asya’da da ilginç örnekler var. Eğitim radyosu, yoksul kadınların kendi kameralarıyla çekip yayınladıkları yerel televizyonlar… Tabii son dönemde internet özellikle neredeyse sıfır maliyetle yayınlama olanağı da verdiği için sanal ortamda da güzel örnekler gelişti, gelişiyor. Bizde mesela Çapul TV , kıdemsiz anlamında genç, ama iyi bir rol model oluşturabilir. Daha eski örnekler arasında Açık Radyo başarılı…
Zaten son dönemlerde gerek akademik literatürde, gerekse meslekî literatürde işte Civic Journalism (Yurttaş Gazeteciliği), Public Broadcasting (Kamu Yayıncılığı) gibi kavram ve uygulamalar yaygınlaşıyor. Kimi zaman maalesef marjinal kalsa da, alternatif gazetecilik / yayıncılık alanı cazip bir mecra haline geldi.
Teori ve pratik
selçuk7Son olarak iki garip örnek daha vereceğim. Garip dedim, çünkü ilk örnek Stalin Anayasasından. Stalin, medya bağımsızlığı ve demokrasi konusunda öyle çok önemli bir şahsiyet değil, ama anayasada şöyle bir madde vardı, mealen hatırladığım kadarıyla: “Basın hürdür ve devlet, görüşlerini basın yoluyla yaymak isteyen her Sovyet yurttaşı ve topluluğuna gazete çıkarabilmesi için gerekli malzemeyi sağlamakla mükelleftir.” Bence kamunun düşünce, ifade ve basın özgürlüğüne somut olarak çok önemli bir katkısı. Ama tabii konu Stalin döneminde SSCB’de geçtiği için Troçki bile bu olanaktan yararlanmak için başvurmamış. Pravda ile İzvestia varken, yani Haber ve Gerçek varken kim ne diye gazete çıkaracakmış ki! Teori güzeldir de, pratiği olmayınca ben o teoriye teori demem!
İkinci örnek Hollanda’dan. Üstelik de onlar galiba Stalin Anayasasından esinlenmişler. 2000 yılında ben altı ay kadar Amsterdam’da yaşadım. Devlet televizyon kanallarını açtığımda, çeşitli Türk ve Kürt İslâmcı gruplarının, solcuların, Faslıların, Molukalıların filan ikişer saatlik programlarına takıldım. Öğrendim. Bu biraz da Hollanda’nın etnik yapısından, tarihinden kaynaklanıyormuş. 10 bin kişi, vatandaş olması şart değil, Hollanda’da yaşayan, çalışan, oturan 10 bin kişi, dinî, siyasî, ideolojik ya da kültürel bir topluluk olabiliyorlar, bir araya gelip devlet televizyonuna başvuruyorlar, “Biz program yapmak istiyoruz, derdimizi, sorunlarımızı, kültürümüzü, görüşlerimizi yaymak istiyoruz” diyorlar. Hollanda devlet TV’si de mevcut yasalara uygun bir şekilde bu topluluğun yayın yapması için onlara stüdyo, kamera, yönetmen desteği veriyor. Burada teori de var, pratik de…
Bağımsızlık için gerekli ve yeterli koşullar
Evet, toparlıyorum. Bütün bu örneklerin sentezini yapmak gerekirse:
— Bağımsızlık, medya bağımsızlığı bir kültür, bir gelenek, bir süreklilik talep ediyor. Bağımsızlık gökten zembille inmiyor, bahşedilmiyor. Bağımsızlık her alanda mücadeleyle elde ediliyor.
— Bağımsızlık için tayin edici unsur, medya mülkiyeti. Dolayısıyla medya mülkiyeti ancak gazetecilerin ve okurların elinde olursa ya da yurttaşların denetleyebileceği kamu kuruluşlarının elinde olursa gerekli bir şart yerine getirilmiş olur. Medya mülkiyeti, sadece gerekli koşul, yeterli koşul da değil.
— Yeterli koşul bence muhalefet. Öyle AKP’ye, CHP’ye muhalefetten bahsetmiyorum. Gazeteciliğin gerektirdiği muhalefet ideolojisinden söz ediyorum. Gerçeği araştırmak, gerçeğe yaklaşmak, gizleneni ortaya çıkarmak için titiz bir araştırmacılık, bu yolda önümüze çıkan engellere muhalefet… Hiçbir bilginin doğruluğuna, denetlemeden inanmamak. Her seferinde daha iyisini yapmak / bulmak için mevcutla yetinmemek, statükoya karşı çıkmak. Muhalefet, bağımsızlığın iksiridir bence. İktidar bağımsız olamaz. Foucault’nun iktidarından söz ediyorum. Yeterli koşul olarak muhalefet ideolojisini şart olarak koşuyorum.
selçuk4— Kapitalistlerin ve liberallerin pek önem verdiği girişim hürriyeti, somut olarak görülmüştür, düşünce, ifade, basın özgürlüğü ile çelişiyor. Girişim hürriyeti adı altında esas olarak zenginler, yani sanayi ya da ticaret burjuvazisi ya da malî sermaye medya alanında oligopol, bazen de monopol kurarak sadece kendi sınıf çıkarlarına basın hürriyeti tanıyor. Toplumun azınlık kesiminin elinde kocaman televizyonlar, radyolar, gazeteler, dergiler var, toplumun çoğunluğunu oluşturan emekçiler, köylüler, işsizler, kadınlar ve tüm azınlıklar ise medyadan, egemen medyadan dışlanmış durumda, üstelik onların elinde de herhangi bir medya organı yok. Girişim hürriyeti adı altında egemenlere, zenginlere neredeyse münhasıran yayıncılık faaliyeti bahşediliyor. Böylece, girişim hürriyeti adına, çokseslilik, çoğulculuk öldürülüyor. Çünkü girişim hürriyeti adına ancak sermayedarlar, ancak çok zenginler medya sahibi olabiliyor. Üstelik medya sahibi olunca da esas olarak okuru / yurttaşı değil, kendi özel çıkarlarını savunuyor sahibi olduğu medya organında. Oysa ki gazetecilik / habercilik faaliyetinin başka herhangi bir siyasî, iktisadî, ticarî faaliyeti olmayan kişi ve kesimlerce münhasıran yapılabilmesi bu sorunlar çözülebilir.
— Medya bağımsızlığını sağlamak, medya yöneticilerinin, gazetecilerin ve tabii ki okurların iradesine de bağlı bir konu. Bu üç kesim, bağımsızlık, çoğulculuk, özgürlük gibi temel konularda taviz vermeden birlikte çalışabilirse, medyanın bağımsızlığı, dolayısıyla demokrasi de belirli bir ölçüde sağlanabilir.
selçuk1— Medya bağımsızlığından ne zamandan beri söz ediyoruz? ‘80’lerden beri. Yani neoliberalizmin klasik / geleneksel gazeteciliği adeta bir korsan gibi gelip çaldığı günlerden beri. Matbuatın hürriyeti, basının özerkliği gibi kavramlar tartışılmazdı eskiden. Çünkü, Batı için söylüyorum, matbuat ve basın bugünkü medyaya oranla nispeten daha bağımsızdı. O zamanlar malî sermaye basın mülkiyetine henüz sızmamıştı. Gazetecilik o zamanlar esas olarak bir zenaat gibiydi. Şimdi ise bir sanayi haline geldi. Sanayi deyince akla ne gelir? Arz-talep kanunu gelir, kâr gelir, rekabet gelir, para gelir, değil mi? E bunlar kamu yararına hizmet anlayışı güden bir yayıncılıkla bağdaşan kavram ve uygulamalar değil. Doğru habercilik yapmaya çalışırken, karşımıza / önümüze kâr, rekabet, arz-talep kanunu, reklam gibi engeller çıkıyor.
Gazetecilik zenginlerin yan uğraşı olamaz
Son olarak, medya bağımsızlığını sağlamak için somut bir önerim olacak. Fransızların vakti zamanında önerip uygulamaya çalıştıkları Loi Hersant türü bir şey değil benim önerim. Mevzuatla düzenlenebilecek bir uygulama. Ama önce bu önerinin altyapısı ya da gerekçesi:
— Herkes doktor olamaz, değil mi? Doktor olmak için önce Tıp Fakültesi’ni bitirmek, sonra da Tabip Odası’na kaydolmak gerekir. Doktor olunca da aynı zamanda mesela eczacı olamazsınız. Çünkü doktorlukla eczacılık arasında çıkar çelişkisi vardır.
— Aynı bağlamda, bir futbolcu, sahada, maç sırasında, aynı zamanda hakem olabilir mi? Olamaz. Sebebi basit. Yine futbolcu ile hakem arasında çıkar çelişkisi vardır.
— Son örnek, bir milletvekilini alalım. Milletvekili aynı zamanda hâkim ya da savcı olabilir mi? Olamaz. Milletvekili yasa yapıcıdır, savcı ya da hâkim ise yasanın uygulanması sırasında ortaya çıkabilecek ihtilafı çözmekle görevli kişidir. Bu iki işlev arasında da çıkar çelişkisi var. Gerçi bizde bir milletvekili var, hem hâkimlik yapıyor, hem savcılık yapıyor, Danıştay başkanını, üniversite rektörünü, hatta spor kulubü başkanını bile o atıyor. Ya da atamaya çalışıyor. Sonra da telefonda alçak sesle sıfırlamacılık oynuyor. Kuraldışı bir örnek.
Capture decran 2014-04-07 a 22.36.54
Tüm bu örneklerden yola çıkarak, mesleği korumak adına, medyanın bağımsızlığını sağlamak için, medya mülkiyetini münhasıran gazetecilere vermekten yanayım. Tabip Odası sadece Tıp Fakültesi mezunlarının doktorluk yapmasına izin veriyorsa, gazetecilik de, medya mülkiyeti de münhasıran gazetecilerin imtiyazında olmalı. Böylelikle birinci koşul, medya mülkiyeti gazeteci(ler)de olursa, tüm çalışanlar gazete mülkiyeti üzerinde hak ve hisse sahibi olursa, gazete yayın politikası olarak muhalefet ideolojisini ilke olarak benimserse, medya mülkiyetinde ve medyanın yayın politikalarında okurlar mutlaka hak ve söz sahibi olurlarsa medya bağımsızlığı sağlanabilir ve güvence altına alınabilir.
Benim önerim havadan, iyi niyetli, idealist bir öneri değil. Fransız Canard Enchainé (Zincirli Ördek) gazetesi yaklaşık yüzyıldır bu şekilde dimdik yayın yapıyor!
* Bu metin 3 Nisan 2014 günü İstanbul Fransız Kültür Merkezi’nde düzenlenen “Medyanın Bağımsızlığı ve Demokrasi” panelinde yapılan konuşmanın bilahare zenginleştirilerek Türkçeye çevrilmiş versiyonudur. 
** Fotoğraftakiler, panel esnasında, soldan sağa: Serge Halimi, Ali Akay, Ragıp Duran, Cengiz Aktar
*** Sayfadaki görseller Selçuk Demirel’e ait. Demirel’in 1974’ten bugüne, Maden İşçisinin Sesi gazetesinden Le Monde’a kadar basında yer alan desenlerinden oluşan retrospektif sergisi “İnsanoğlu Kuş Misali” 31 Ağustos’a kadar Beyoğlu’nda, Fransız Kültür Merkezi’nde görülebilir.
- See more at: http://birdirbir.org/muhalefet-bagimsizligin-iksiridir/#sthash.oHwKJxGv.dpuf

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Cumhuriyet gazetesi de Türkiye Cumhuriyeti gibidir:

  Kadim iktidar sahibi ama Cumhursuz ve bağnaz!   * Atatürk’ün emriyle kurulan Cumhuriyet gazetesi 100 yaşına bastı. Mustafa Kemal Atatürk ve T.C için olduğu gibi Cumhuriyet gazetesi için de şimdiye kadar elle tutulur, ciddi, çok yönlü, eleştirel perspektifli akademik ya da mesleki bir yayın yapılamadı. Ragıp Duran Cumhuriyet gazetesi hakkında şimdiye kadar yayınlanmış çeşitli yayınların çoğunu okudum. Büyük bir kısmı tek yanlı bir Kemalizm güzellemesi şeklinde kaleme alınmış. Kuşkusuz 100 yıllık tarihinde bu gazetenin gerçekleştirdiği sınırlı sayıda da olsa olumlu siyasi ve medyatik etkinlikler yok değil. Mesela Yaşar Kemal’in Anadolu röportajları. Ya da CUMOK’un ilk baştaki girişimleri. Okay Gönensin’in taslağını hazırladığı Vakıf yapısı. Celal Başlangıç’ın Kürt bölgesi haberleri… Cumhuriyet gazetesi herhangi bir günlük gazete değil. Adı, tarihi, mülkiyeti, yapısı, yayın politikası büyük ölçüde Mustafa Kemal Atatürk ve Cumhuriyet rejimi (1923-2002)   ile neredeyse özdeş. Gaze

Midilli’den İzlenimler: Ada değil Memleket…

  * Kitap tanıtım toplantısı bahanesiyle Türkiye’den gelen kırk yıllık arkadaşlarımla şahane 5 gün yaşadım Midilli’de. Eski ve yeni fotograf kareleri… Ragıp Duran Midilli, Ege’de Türkiye’nin hemen yanı başında kocaman bir ada. İzmir, Ayvalık ya da Dikili’den motorla en fazla 1 saatte ulaşıyorsun.   Benim Yunanca kitabımın tanıtım toplantısı için Midilli’de göçmenlerle çalışan Birarada Derneğinin davetlisi olarak adaya vardık. Yayıncım Yorgo Giannopoulos, ben ve Yiğit Bener, ‘’Selanik Sürgünü’’ kitabının Midilli’deki tanıtım toplantısında 23 Mayıs 2024 Ben 15-20 sene önce, birisi Türkiye-Yunanistan Defne Dostluk Derneği ile ikincisi mektepten arkadaşlarımla gezmeye Midilli’ye gitmiştim. Öyle turistik bir Yunan adası değil. Dağları tepeleri, yeşil vadileri olan güzel bir kara parçası. Son zamanlarda Türkiye’den günde 4-5 motorla yüzlerce turist geliyor. Ada halkı özellikle de esnaf memnun. Çünkü, ‘ ’Türkiye’den gelenler bize (Yunanlılara) çok benziyor. Alman, İngiliz ya da Fran

Ümit Kurt - Kanun ve Nizam Dairesinde / SOYKIRIM TEKNOKRATSIZ OLMUYOR!

  *Kurt’un son çalışması, bir çok yeni gerçeği belgeleriyle su yüzüne çıkarıyor. M.R.Mimaroğlu örneği,   sadece 1915’i değil günümüzü de açıklıyor.   Ragıp Duran   Tarih kitaplarının amatör bir okuru olarak, bizim kuşak, Kürt Meselesini İsmail Beşikçi’nin, Ermeni Meselesini de Taner Akçam’ın çalışmalarından öğrendi.   1915 Ermeni Soykırımı Araştırmalarının öncüsü olan Akçam’ın açtığı yolda ilerleyen tarihçi Kurt, bir önceki kitabında soykırımın Antep somutunda hem mikro analizini yapmış hem de yerel eşrafın (Aktörlerin) konum ve katkısını incelemişti.   Son çalışması olan ‘’Kanun ve Nizam Dairesinde’’ (Aras, 2023, Istanbul, 255 s.) ise, orta hatta üst düzey bürokrat Mustafa Reşat Mimaroğlu’nun (1878-1953) mesleki ve siyasi yaşamını irdelerken, 1915’in bürokrasi boyutunu sergiliyor. Kurt’un kitabını okurken altını çizdiğim bir kaç özellik var: * Akademik çalışmalarının bir bölümünü Kudüs’de gerçekleştirdiği için Kurt, 1915 ile Holokost   arasındaki benzerlik ve farklılıkla