“Kötülük Toplumu”nda iyi medya da olmaz, düzgün gazeteci de. Mesleğimiz, gerçeğe ulaşma mesleği. Ama onlar, iktidarın kekeme sözcülüğüne çoktan soyunmuşlar. Hukuk olmayınca memlekette, ilke ve onur da olmaz meslekte. Onların Menderes’i, Özal’ı filan varmış. E bizim de bir muhalefet, direniş geleneğimiz vardır yani…
Merhaba,
Gazete ile toplum arasındaki ilişkiyi en iyi tanımlayan tespiti galiba Fransız Le Monde gazetesinin kurucusu Hubert Beuve-Méry yapmıştır. Le Monde, 1946 yılında yayın hayatına başladı. Beuve-Méry, daha önce Prag’da ve Londra’da muhabirlik yapmış, Avrupa’yı az çok biliyor. Diyor ki: “Her ülke lâyık olduğu gazeteyi çıkarır.”
Gerçekten de öyle… Yani mesela, şimdi Le Monde gibi bir gazete, ancak kültüre, sanata, entelektüel yaşama önem ve değer veren Fransa gibi bir ülkede yayınlanabilir. Ya da CNN International, ancak ABD gibi bir süper devletin himayesinde yayın yapabilir. Der Spiegel dergisi de, Alman disiplini ve ciddiyetinin medyadaki yansıması olsa gerek.
Beuve-Méry’nin sözünün orijinalinde, yani Fransızcasında, “mérite” sözcüğü geçer. Mériter, hak etmek, layık olmak anlamında. Yani olumlu bir sözcük. Türkçede biliyorsunuz bir de “müstehak” sözcüğü var. Olumsuz içerikte. E dolayısıyla, Türkçede “Her ülke müstehak olduğu gazeteyi çıkarır” diyebiliriz. İşte bu nedenle Sabah, Akit ya da Star gibi gazeteler de ancak Türkiye’de çıkar.
Beuve-Méry’nin gazeteler için söylediği, büyük bir ihtimalle gazeteciler için de geçerlidir. Yani “her ülke lâyık olduğu gazeteciyi yetiştirir”. Yurtdışı örneklere baktığımızda, evet, işte mesela İngiltere, ki yıllardır Ortadoğu’da sömürgeci güç idi, Robert Fisk’i yetiştirdi. Keza aynı toprağın ürünü John Pilger da önemli bir gazeteci, o da Büyük Britanya’dan. Ya da bu aralar adı sık geçen Seymour Hersh de ABD’nin yetiştirdiği bir gazeteci. Almanya’dan da Günther Walraff çıkmış mesela. “Her ülke müstehak olduğu gazeteciyi çıkarır” babında ise, isim vermeyeceğim, soyadıyla yetineceğim, Kütahyalı, Alçı, Barlas, Çalışlar, Karaalioğlugiller de ancak AKP Türkiyesinden çıkar.
Hiç kimse mükemmel değildir. Ben de yıllar önce Hürriyet gazetesinde çalışmıştım. Adı lâzım değil… Soyadı da gereksiz, gazetenin önemli bir köşe yazarı vardı. Saat 13:00 gibi odasına kapanır, telefonlar kesilir, odaya girilmezdi, adam da beş saatte bir yazı yazardı. Öyle ahım şahım bir yazı filan da değil. Sıradan bir köşe yazısı. Hatta bence beş para etmez bir yazıydı çoğunlukla. Bilgiçlik taslamak vergiye tâbi olmadığı için, bir gün dayanamadım, bu ünlü köşe yazarına dedim ki: “O kadar uğraşıyorsunuz ediyorsunuz bir yazı için, ama sizin bu yazdığınızı okur mektubu olarak mesela bir Times gazetesine göndersek yayınlamazlar bile…” Kızdı, sinirlendi, yerli / yabancı ortam tahlilleri filan yaptı. Neyse… Ben üşenmedim, yazıyı İngilizceye çevirdim, okur mektubu formatına koydum ve London Times’a gönderdim. Bir hafta, bir ay geçti. “Mektubunuzu aldık, teşekkür ederiz” filan diye nezaket cevabı bile gelmedi. Ben gelmeyeceğini biliyordum. Çünkü Times’ın okur mektupları köşesi önemlidir, orada yazmanın / yayınlamanın ilke ve kuralları var. Öyle “Bizim mahallede kanalizasyon borusu patladı, nerede belediye!” türünden yakınmaları yayınlamazlar. Hatta London Times, her yıl sonu, okur mektupları arasından seçtikleri en iyi yazıları kitap olarak yayınlardı benim zamanımda. Bizdeki köşe yazılarından çok daha derin, çok daha kaliteli yazılar olur… Batı’yla bizim aramızdaki önemli farklardan biri de bu işte. Yoksa Sabah da gazete, Times da gazete! Ama işte, gazete var, gazete var!
Son dönemde internet üzerinden dinlediğimiz telefon görüşmeleri çok yararlı oldu. Ben daha çok bu meşhur medya mensuplarının telefon görüşmelerine takıldım. Bildiğim kadarıyla toplam üç gazetecinin seslerini dinledik: Altaylı, Demir ve Karaalioğlu… Biz bu şahsiyetleri köşe yazılarından, televizyon konuşmalarından az çok tanıyorduk. Telefon dinlemeleri sayesinde bu kişilerin gerçek kimliğini, şahsiyetlerini, karakterlerini öğrendik. Çünkü meğerse onlar köşelerinde, televizyon programlarında sadece resmî görüşlerini açıklıyorlarmış. Telefon görüşmelerinde ise hakiki cemallerini, yürek ve beyinlerini duyduk. Bırakın gazetecilik meslek onurunu, bu şahsiyetler minimum insanlık onurundan muaf tutmuşlar kendilerini. İktidarın bizzat kendisi ya da sözcüleriyle yaptıkları görüşmelerde nasıl da ezilmişler, nasıl da evet efendimci kesilmişler, tabii efendim, hayhay efendim… İngiliz filmlerindeki beyaz eldivenli Sebastian bile bunlardan çok daha onurlu, çok da efendi ve ciddi bir kişidir.
Bu telefon görüşmeleri sayesinde mevzuatta da önemli bir değişiklik olduğunu öğrendik. Bilirsiniz, gazetecilerin özlük haklarını, çalışma koşullarını, işverenle ilişkilerini düzenleyen iki yasa var: Yazı işleri çalışanları için 212 sayılı yasa, teknik bölümde çalışanlar için de 1475 sayılı yasa. Gerçek yanlarını, içlerini telefon görüşmelerinde teşhir eden gazetecilerin normalde 212 sayılı yasaya tâbi olmaları gerekir. Medyanın en büyük patronu, büyük medya eleştirmeni, her şeyin başı telefonda diyor ki: “Ekrana Yiğit’i çıkarın!”, “Mehmet’i atın!”, “O kadına gereğini yapın!” Dolayısıyla biz bu telefon görüşmelerinden anlıyoruz ki, söz konusu gazeteciler 657 sayılı devlet memurin kanununa tâbi!
Ece Ayhan, burası için, Türkiye için “Kötülük Toplumu” sıfatını uygun bulmuştur. Burası gerçekten her geçen gün çekilmez, yaşanmaz, rezalet bir ülke haline geliyor. O kadar çok kötülük var ki… Ve bu kadar çok kötülüğe karşı çok az itiraz var. Şimdi mesela talimat veriyorsun, 14 yaşındaki çocuğun kafasına gaz fişeği sıkıyorsun, çocuk ölüyor, annesi kızgın, sen kalkıp mitingde bu acılı ve mağdur kadını yuhalatıyorsun. Bu, kötülüğün daniskası değilse nedir? İnsan öldürüyorsun, hırsızlık yapıyorsun, hâlâ orada durabiliyorsun ve bize laf ediyorsun.
Cengiz Çandar seçim kampanyası döneminde Irak, Ürdün, Lübnan’da imiş. Oradaki eşiyle dostuyla konuşurken, Arap arkadaşları Cengiz’e sormuş:
- Ee, ne olup bitiyor Türkiye’de?
- Başbakan, ailesi ve yakın çevresi hakkında müthiş rüşvet, yolsuzluk iddiaları var…
- Ya tamam, geç bunları geç, başka ne var…
Cengiz’in muhatapları ve yaşadıkları ülkelerde şeyhlerin, şahların, kralların, başkanların ve ailelerinin rüşvet ve yolsuzluk denizinde yüzmeleri son derece doğal, hatta neredeyse kaçınılmaz. O çevre için rüşvet, yolsuzluk vakayı adiyeden… Biz de artık bir Ortadoğu ülkesi haline geliyoruz anlaşılan.
Karamsarlık, gerçekçiliğin yüzde 50’sidir derler. Zaten hiçbir şey yüzde yüz kötü ya da yüzde yüz iyi olamayacağına göre, çok iyimser olmasam da, işin iyi yanına da bakmak gerek. Çünkü zaten iktidar olan her yerde muhalefet olduğu gibi, baskı olan her yerde kaçınılmaz olarak direniş de vardır.
Bu topraklarda, neyse ki Yunus Emre, Şeyh Bedrettin, Torlak Kemal, Pîr Sultan, Mustafa Suphi, Ece Ayhan, Deniz Gezmiş, Metin Göktepe ve nihayet Gezi gibi bizim de muhalefet, direniş, isyan geleneğimiz var. Bunları çok iyi korumamız, geliştirmemiz lâzım. Bunlar bizim nefes borumuz. Bunlar da olmasa bizi ortadan kaldırırlar.
Bu sabah Twitter’da çok hoş bir cümleye rastladım: “Gezi’de öldürülen her gencin gülüşü, Metin’in gülüşüdür.”
Türkiye’nin de, Türkiye medyasının da geleceği Gezi’dedir.
* Bu metin, 10 Nisan 2014 günü Türkiye Gazeteciler Cemiyeti salonunda, Metin Göktepe’nin doğum günü ve ödül töreni nedeniyle düzenlenen “İktidarın Kıskacında Medya” başlıklı panelde yapılan konuşmanın yazılı versiyonudur. Celal Başlangıç’ın yönettiği panelde Bilgi Üniversitesi’nden Dr. Esra Arsan ve Hürriyet gazetesinden Deniz Zeyrek de konuşmacı idi.
Yorumlar