17 Aralık hadisesini betimleyen en uygun sözcük, yarılma
olsa gerek. İktidar içi kapışma da artık öyle bir düzeye geldi ki, devlet krizi
değil, devlet kaosu sözkonusu. Tüm bu süreçlerde medya ne yaptı? Eskiden ne
yapıyorsa aynı yolda devam etti.
12 yıldır hükümet eden siyasi iktidar,
son oylamada sandık başına giden yurttaşların yüzde 50’sinin onayını
almışsa, büyük bir kısmı kuşkulu operasyonlarla medya mülkiyetinde yüzde
90’lık bir denetim/yönlendirme gücüne sahip ise, kendi bakanları, bakan
çocukları ve yine kendisine yakın işadamlarını ilgilendiren rüşvet/yolsuzluklar
ortaya çıktığında, inandırıcı hiçbir delil hatta emare bile göstermeden,
‘uluslararası komplo’, ‘darbe’ diye çığlıklar atarsa, bu siyasi iktidarın ne
kadar pişkin olduğunu göstermez mi? Pişkinlik, aynı zamanda, kamuoyunu,
yurttaşı, muhalefeti aptal yerine koymak anlamına da geliyor. Pişkinlik aynı
zamanda korku ve paniği örtmenin bir suç aleti.
Biz gelişmeleri medya üzerinden izlemeye
çalışıyoruz. Önce manzarayı betimleyelim: 17 Aralık’a kadar,
Erdoğan+Gülen’den oluşan bir hükümet medyası vardı. ‘Ancien Régime’ tabir
edebileceğimiz kadim askeri vesayeti savunan AKP karşıtı, çaptan ve güçten
düşmüş ama yeni ilavelerle canlanmaya çalışan bir başka medya kesimi de var. Bir de Kürtlerin,
bağımsız solun, Alevilerin ne yazık ki çok güçlü ve yaygın olmayan
gazete, radyo, televizyon ve dergileri… Gezi Direnişinde rüştünü ispat etmiş
olan sosyal medya, 17 Aralık sürecinde de olumlu ve başarılı idi. İzlemesini
bilenler için, egemen medyada yer almayan bilgileri paylaştırdı, yabancı
medyadaki Türkiye konulu haberler hakkında bizi bilgilendirdi.
Hükümet medyası 17 Aralık hadisesi
ile karpuz gibi ortasından çatladı. Zaten 17 Aralık hadisesini en anlamlı
niteleyen sözcük de ‘Yarılma’ olsa gerek. Ve Gülen medyası, bambaşka nedenlerle
de olsa, AKP karşıtı medya dünyasına artık dahil oldu.
Aslında bir ciltçilik deyimi olan şiraze ve şirazenin
kaçması, işte tam da 2014 Ocak ayında yaşadığımız siyasi ve medyatik
olayları çok güzel betimliyor.
şiraze; (farsça) kadın ismi 1. kitap ciltlerinin iki ucunda bulunan ve yaprakları muntazam tutan, ibrişimden örülmüş ince şerit. 2. pehlivan kispetinin parçası.
3. esas, düzen, nizam.
Şirazeden çıkmak deyimine de bakalım:
Ussal dengeyi
yitirmek, İşin düzenin bozulması.
Bu farsça deyimi mevcut siyasi ortama
uyarlayıp tercüme edersek ortaya şöyle bir manzara çıkıyor:
Mevcut siyasi ortam darmadağın, kitap
mitap kalmadı, pehlivanın kispeti de yırtıldı, düzen nizam bozuldu. Biraz daha
açarsak, tercümeyi sürdürelim:
Başbakan Erdoğan, ussal dengesini
yitirdi, işi düzeni bozuldu.
17 Aralık’tan sonra öyle bir ülkede
yaşamaya başladık ki, hırsızlık, rüşvet ve yolsuzlukla suçlanan kişiler,
Başbakan tarafından ‘Hayırsever bir insandır’ ya da ‘Saf bir kişidir’ tanımlamalarıyla betimlendi,
dolayısıyla övüldü ve korundu. Daha da vahimi, rüşvetçileri sorgulamak isteyen
Savcıların ya görev yerleri değiştirildi ya da ellerindeki dosya alındı. Rüşvet
zanlılarını ya da silah kaçakçılığı şüphelilerini yakalamak isteyen polisler
engellendi. Bazı operasyonlara katılan polislere işten el çektirildi. Belki de
en vahimi, bazı operasyonlarda, kolluk kuvveti olarak görev yapan polis,
savcının talimatlarına uymaz oldu. Sonra da, yan etki olarak FB Spor Klübü
Başkanı Aziz Yıldırım, Yargıtay’ın kendi hakkında verdiği kararı ‘Tanımıyorum,
tanımayacağım’ dedi. Şiraze
gerçekten kaçmıştı…
Bu trajik uygulamaların yanı sıra
hükümetin HSYK hakkındaki planları ve Başbakan’ın söylemi de hukuk devleti ve
kuvvetler ayrılığı ilkesinin nasıl çiğnendiğini gösterdi. Erdoğan, HSYK’yı
kanun yoluyla doğrudan Adalet Bakanına, yani yargıyı doğrudan yürütmeye
bağlamaya çalıştı. Yolsuzluk konusundaki iki açıklaması da kayda değer: ‘Yolsuzluk
yapan varsa bize bildirin, biz cezalandırırız’(!). Yürütme bu açıklama
ile bir yandan yargının da görevini üstlenirken, 2014 yılında Erdoğan,
Montesquieu öncesi çağlara dönüyor. Aynı ilkel çağ anlayışına bir ikinci
örnek yine Erdoğan’dan geldi: ‘Benim çocuklarımdan birisi yolsuzluk
yaparsa, onu evlatlıktan redederim’. Başbakanların çocukları ya da
herhangi bir yurttaş, suç işlediğinde ya da suç işlediği zannıyla Savcılığa
davet edildiğinde, babasının onu kuşkusuz redetme hakkı vardır ancak bu aile
içi bir sorundur. Devlet düzeninde yapılması gereken tek şey zanlı ya da
suçluyu adalete teslim etmektir. Şiraze gerçekten kaçmıştı…
Balık baştan kokar ilkesi gereği,
aslında şiraze kaçınca, bu tabi ki sadece iktidarın idari ve yasama
faaliyetlerine ve Başbakan’ın açıklamalarına yansımıyor, organik olarak
iktidara bağımlı olan medya organlarında da aynı ucube boy gösteriyor.
17 Aralık’tan bu yana, son on yıldır,
siyasi iktidarı desteklemiş olan Gülen Cemaatinin yayın organları, yarılma
sonucunda, neredeyse birdenbire Erdoğan ve AKP karşıtı oluverdiler. Üstelik bu
karşıtlık sadece 17 Aralık yarılmasına ilişkin haberlerde değil, geçmişe
ilişkin olaylarda da kendini gösterdi.
Keza AKP yanlısı medyada, 17
Aralık’a kadar ‘Hocaefendi’, ‘Kıymetli Büyüğümüz’ gibi övücü sıfatlarla anılan
Fetullah Gülen yine birden bire, ‘Global güçlerin maşası’, ‘Kumpasçı’,
‘Fitnenin başı’ hatta ‘Haşhaşî’ oluverdi.
Gazetecilik/habercilik bir dizi temel
değer üzerinden yapılır. Siyasi/ideolojik konjonktüre ya da iktidarın keyfine
göre yapılmaz. Yapılırsa, arşiviniz yamalı bohçaya, çelişkiler çamurluğuna
döner. İletişim akademisyenleri, meslekdaşlar da bunu sergileyip sizi mahçup
eder. Arşiviniz gizleyemezsiniz. Tutarsızlığınızı, densizliğinizi
de…
Erdoğan yanlısı medya ile Gülen yanlısı
medya, birbirine girerken, iki kutbun doğrudan sözcüsü olarak davrandı. Oysa ki
gazetecilik/habercilik (Kimin umurunda?) tüm iktidar kutuplarına eşit uzaklıkta
durup, kimi zaman karmaşık/çapraşık hale gelen sorun ve ihtilafları, okura,
yurttaşa, kamuya kolay anlaşılır, sade bir şekilde ve en önemlisi fikriyat ya
da kanaata değil somut bilgi ve belgelere dayanarak aktarmak, anlatmak,
açıklamak olmalı(ydı).
Erdoğan medyası, hiçbir somut bilgi,
kanıt hatta emareye dayanmadan bir yandan 17 Aralık’ın komplo hatta darbe
olduğunu kanıtlamaya çalışan yayınlar yapıyor, bir yandan da rüşvet/yolsuzluk
skandalını ortaya çıkarmaya çalışan savcı ve polislere, doğru yanlış ithamlarda
bulunuyor.
Gülen medyası, kaçınılmaz olarak biraz
savunmaya çekildi ama, inceden inceye alttan alta, AKP ve Erdoğan karşıtı
yayınlara başladı. Onların elinde, anlaşılan AKP’yi ve Erdoğan’ı güç durumda
bırakacak yeteri kadar belge var, yoksa da bu belgeleri imal edebilecek tecrübe
ve kapasiteye sahipler.
Türkiye’de gazeteciliğin/haberciliğin ne
hallere düştüğünü göstermek için, her iki cepheden bir kaç örnek aktarmak
yeterli olacak:
‘’Bana saldıran Gümüşhane bülbüllerini yere sermem 5
dakikamı alır. Benim için parkta yürümek gibidir bu işler... (…)Demokrasiye
kumpas kuranlara izin vermemek namus borcumuzdur. Bugün
demokrasinin yanında olan bürokratlar ve siyasetçiler de yarın vesayetçilik
hastalığına kapılırsa o zaman da onları kuşbaşı yaparım. Gümüşhane gazetesinin
kalemşorları ise Allah'ı var tutarlılar.’’Rasim Ozan Kütahyalı, Sabah, 15.01.2014,
Fetullah Gülen bir istihbarat şefi mi?
Köşe yazarlığı, kabadayılık ya da
kasaplık arasında kesin tercih yapamamış bir kalemin hezeyanları…
‘’İsrail Van'dan havalanan operasyon timiyle İHH'nın Kilis
bürosunu bastı, bilgisayarlara el koydu!’’. AKP Gaziantep milletvekili kadim
gazeteci Şamil Tayyar’ın 11:06 AM - 14
Ocak 2014 tarihli
tweet mesajı.
Evet burada
havalanan biri var ama coğrafya da bilmiyor, siyaset de…
‘’Hiç şansları yok. Haçlı
Seferleri çok gerilerde kaldı. Alamut Kalesi de, suikastlarla yürüyen siyaset
de çökmüş vaziyette. Başbakan’ın siyasî geleceğini belirleyecek hesaplar savaş
alanlarında veya bataklıkta değil, hukukun buz gibi sakin aklının egemen olduğu
yargı alanında verilecek. Terazi tartacak ve adaletin keskin kılıcı inecek ve
bazı başlar yere düşecek. ‘’Mümtaz’er
Türköne, Zaman, 15 .01.2014, Haşhaşinler ve Yolsuzluklar
Alıntıları, örnekleri çoğaltmak
mümkün. Savaş dilinin egemen olduğu, çapsız bir kapışma.
Oysa ki…
Bu memlekette, gerçekten bağımsız ve
özgür bir medya olsa, tüm iktidar odaklarına eşit uzaklıkta ve esas olarak kamu
çıkarını kollayan, demokratik bir medya olsa… Sadece siyasi iktidardan değil
ideolojik, ekonomik, askeri ve toplumsal iktidar odak ve mekanizmalarından da
bağımsız, tek işlevi gerçeği ortaya çıkarmak olan bir medya olsa… Erdoğan’ın da
Gülen’in de hukuk, demokrasi, insan hakları gibi konularda yıllarca nasıl suç
ortaklığı yaptıklarını kolayca belgeleyebilir, mevcut kapışmada, hala bir
tarafın sözcülüğünü üstlenmezdi.
Bugün ne yazık ki, CHP ya da ulusalcı
cenaha yakın siyasi odaklarla onların sözcülüğünü üstlenmiş medya organlarında,
kabul edilebilir gerekçelere dayanmayan bir şekilde, çoğu zaman Cemaat’e karşı
hükümetin safına yaklaşma belirtileri görülüyor. Eskiden Cemaatle çok iyi
anlaşan, Hocaefendi’yi yere göğe koyamayan, yurtdışı okullarının propagandasını
yapmış sözümona liberal kalemler de, güç dengelerinin değiştiğini görünce onlar
da Erdoğan’a destek veriyor. Yarılmada/kapışmada Cemaatin saflarına yeni geçen
pek yok gibi. Cemaat AKP karşıtı cepheye geçti sadece.
Medya düzlemine geçelim: Yeni Şafak da
Zaman da, doğru, dürüst, ilkeli gazeteler değil. İkisi de iktidar odaklı yayın
organları. Bugün ikisinin arasında müthiş bir savaş var. Bu kapışmada aslında
ikisi de güç kaybediyor. İkisi de sonuç olarak aynı muhafazakar hatta gerici
ideolojiden beslendikleri/kaynaklandıkları için, basın düşünce ifade özgürlüğü
ve yurttaşların temel hak ve özgürlükleri açısından ikisinin de hiçbir faydası
yok. Böyle bir durumda hem siyasi olarak hem de medyatik olarak Erdoğan’ın ya
da Gülen’in arkasına geçmek, onlardan birini desteklemek, ya da Yeni Şafak ile
Zaman arasında bir tercih yapıp, birini ötekine karşı desteklemek hiç kimseye
yarar getirmez. 3. Yolu yaratamaz ve uygulayamazsak, iktidarın iç
çekişmelerine alet olma tehlikesi çok açık. Ayrıca, hangisini desteklerseniz
destekleyin, günün sonunda, sadece birisi değil ikisi de yenileceği için,
destekçileri de kaçınılmaz olarak yenilecek.
Bağımsız siyaset olmayan yerde
bağımsız medya olmadığı için…Bari biz tek tek yurttaşlar olarak, bari biz
tek tek gazeteciler olarak bağımsız ve özgür olmak istiyorsak…
(*) Güncel Hukuk dergisinin 2014 Şubat sayısından
Yorumlar