Diyarbakır’da hafta sonu İHD’nin “Kayıplar ve Toplu Mezarlar / Geçmişle Yüzleşme Çalıştayı”… Kent eskisine oranla biraz kendine gelmiş. Yine de zırhlı personel taşıyıcılar ana caddelerde dolaşıyor arada sırada. Hava sıcak, siyasî atmosfer ılık. Herkes “Süreci” konuşuyor…
Kayıp yakınlarının tanıklıkları içimizi sızlattı, kimse gözyaşlarını tutamadı. Toplu mezarların bulunması / açılışı konusunda devlet yetkililerinin kasıtlı umarsızlığı vicdanları sızlattı.
Çalıştay’da iki sunum yapan Uluslararası Kayıp Kişiler Komisyonu’ndan (IMPC) bir uzman (Matthew Holliday), Bosna’dan örnekler vererek, toplu mezarların teknik ve hukukî olarak nasıl kazılması gerektiği konusunu anlattı.
Türkiye İnsan Hakları Vakfı bünyesinde son derece önemli çalışmalar yapan doktorlar, toplu mezarlar / kayıplar bağlamında “travma” konusunda yaptıkları çalışmaları sundular.
Üç oturuma damgasını vuran konuşmacılar ise, iki kez söz alıp derdini Kürtçe anlatan iki kadın ile kayıp yakını iki genç oldu. Yerel giysileriyle iki kadın, üç oturumu başından sonuna kadar çıt çıkarmadan izlediler. Biri ötekine zaman zaman çeviri yapıyordu. Emin Aktar da Kürtçe konuşmaları Türkçeye çevirdi.
Devletin Kürdistan’da insanları zorla kaybedip daha sonra toplu mezarlara gömmesi, buna rağmen DNA teknolojisi sayesinde cesetlerin bulunduktan sonra kimliğin saptanması, otopsi ve diğer yöntemlerle elde edilen bilgilerin tanık ifadeleriyle karşılaştırılmasının ardından gizlenmek istenen birçok bilginin ortaya çıkması çok önemli.
Kayıp yakınları, yine de, aradan yıllar geçse de, sevdiklerinin öldüğüne inanmıyor, her kapı vuruluşunda, kaybolan eşinin, oğlunun, babasının geri döndüğünü sanıyor ya da döneceğini umut ederek yaşıyor.
Konuşmalar yapılırken 1987’den bu yana bölgedeki kareler geri geldi vizörüme: Camları karartılmış kül rengi Toros arabalar, üniformasız ama Keleşli adamlar, Taras Bulba, Yeşil, Kontrgerilla, Hizbullah, Hizbül-kontra… Cenaze törenleri, enseye sıkılan kurşunlar… Kapkaranlık bir dönem.
Yüzleşme, aslında gerçekle ve adaletle yüzleşme. Gerçekle adalet de toprağın altında. “Toplu Mezarlarda İnsanlık Gömülü!” “Geçmişle Yüzleşmeden Geleceği Kuramazsınız!” İHD dosyasındaki sloganlardan sadece ikisi. “Kayıplar bulunmadan adalet sağlanmaz” diyor İHD.
Çalıştayda Türkiye’nin, daha doğru bir deyişle Türkiye Kürdistanı’nın Toplu Mezar Haritası duvara asılı idi. Rakamlar korkutucu:
— Diyarbakır İHD 456 kayıp insanın dosyasını oluşturdu.
— Türkiye çapında 253 toplu mezarda 3248 kişiye ait cenazeler bulundu.
İstanbul’da Galatasaray Lisesi’nin önünde olduğu gibi Diyarbakır’da her cumartesi günü Kayıp Aileleri bir araya gelip mücadelelerini sürdürüyor.
Bir Diyarbakır savcısının yıllar önce söylediğine göre, bölgede 17 bin faili meçhul (Kürtler “Faili Meşhur” diyor) cinayet işlenmiş. Bunlardan çok azının sorumluları devlet tarafından saptanıp cezalandırıldı.
İHD, bu çalıştayı tam da Süreç’in kritik bir döneminde Diyarbakır’da organize ederek gerekli makamlara mesajını iletmiş oldu: Barış olacaksa, önce geçmişteki haksızlıklar, adaletsizlikler telafi edilmeli, tazmin edilmeli, bertaraf edilmeli.
Anne hâlâ kayıp kocasının yolunu gözlüyorsa, abla hâlâ kayıp kardeşinin mezarının yerini bilmiyorsa, çocuk hâlâ babasının mezarını bir bayram günü ziyaret edemiyorsa… Üstelik bu insanlar sayıca önemli bir nüfusa ulaşmışsa ve sorunları yıllardır çözülememişse, memlekette barış ya da çözüm olmaz.
Yıllar önce Kamboçya katliamını anlatan “Killing Fields” (Ölüm Tarlaları) filmini görmüştüm. Diyarbakır’da bir konuşmacı da filme gönderme yaptı ve hakikaten tanıkların anlattığı toplu mezar kazı sahneleri nedeniyle, çıkan kemik yığınları yüzünden —üstelik bir kısmı da 1915 Soykırımından kalma— Türkiye’de ya da Kamboçya’da İnsanlığın ne sefil durumlara düştüğünü gördük.
Diyarbakır’a herhalde en son altı ya da dokuz ay önce gitmişim. Bir sürü eş-dost tanıdığı yeniden görmek sevindirici oldu tabii. Daha uçakta iken anladım ki hafta sonu en az dört büyük etkinlik var: Kitap Fuarı, anti-militaristlerin toplantısı, belgesel sinemacıların buluşması, İHD’nin çalıştayı, ayrıca bir tıp sempozyumu…
Eskiden rahatlıkla içki içtiğimiz mekânların büyük bir kısmı artık içki servisi yapmıyor. Garip! Akşamları Baro Lokali belki de bu yüzden tıklım tıklım. Pavyonlar Sokağı duruyor, ama Kırıklar gitmiş, pavyonlar da yok zaten.
19 Mayıs sabahı bizim çalıştayın ikinci günü. Sabah saat 09:30. Otelden Sümerpark’a taksi ile gidiyoruz. İHD’li arkadaş var, bir de iki-üç konuşmacı. Yollar bomboş. Bir tek valilik binasında kocaman Türk bayrağı ile Atatürk posteri asmışlar. Şoför alaycı bir ses tonuyla “Bayram-ı Tırki…” dedi. Ardından Kürtçe devam etti: “Gerçi Türk, Kürt, Arap, Ermeni fark etmez, ama yeter ki insan olsun, ve ne yazık ki pek de insan yoktur bizim buralarda…”
Sabahın köründe okul çocuklarını mecburen stadyuma törene gönderiyorlarmış. Tarık Ziya Ekinci, bir özel sohbette, Atatürk’ün Diyarbakır’a gelişinde, okul çocuklarını bir gün önce tren garına çıkan yollara nasıl dizdiklerini anlatmıştı: “Anamız ağlamıştı saatlerce ayakta…”
Akşam bizim yemek yediğimiz lokantada vali, yerel basına veda yemeği veriyordu. Korumalar, üst düzey bürokratlar, böyle resmî ve asık suratlı bir grup insan… Adam geleli bir yıl olmuş. İzmir’e tayini çıkmış. Genç bir vali; yüzünden güller açmıştı. Belli ki terfi etmiş. Gittiğine bin memnun. İzmir Valisi de Diyarbakır’a atanmış. Terfi olmadığı belli… Devlet aynı devlet, vali değişse de…
Kentte kaçınılmaz olarak herkes “Süreç” hakkında konuşuyor.
Mesela birisi hafif göbeklenmiş.
— Ne o, kilo almışsın öyle…
— Abe sorma, Süreç yüzündendir, salmışız biraz kendimizi!
— Yahu sen Süreç’ten önce de göbekliydin ama.
— E laf etme işte, göbeğe siyasî bir gerekçe bulmuşuz, kalsın öyle!
Bir arkadaşa sordum:
— Sizin temasta olduğunuz insanların Süreç konusundaki tutumu nasıl?
— Vallahi abe, iki kelimede söölim sana: Kuşkulu, olumlu!
— Nasıl yani, önce kuşkulu, sonra olumlu mu?
— Hee aynen öyledir. Kuşkuludur insanlar, çünkü henüz Kürtler için olumlu bir şey olmamıştır. Ama olumlu da bakıyor insanlar, çünkü çatışmalar yoktur, asker ya da gerilla ölmüyor ya, iyi bir şeydir bu…
Çok veciz bir şekilde bölgenin halet-i ruhiyesini aktardı bu arkadaş. Ama daha iyisi de var. Çalıştayda yaşlı Kürt kadın ikinci kez söz aldığında Sürece değindi:
— Süreç iyidir. Ama biz hükümete güvenmiyoruz. Biz kendimize güveniyoruz. Gerillamıza güveniyoruz. Serok Apo’ya güveniyoruz.
Geçtiğimiz hafta sonu Diyarbakır’da İnsan Hakları Derneği “Kayıplar ve Toplu Mezarlar / Geçmişle Yüzleşme Çalıştayı” düzenledi. Türkiye’nin önde gelen İnsan Hakları uzman ve eylemcileri, avukatlar, doktorlar, gazeteciler, kayıp yakınları çok yoğun, bir o kadar da trajik içerikli üç uzun oturumda Toplu Mezarlar ve Kayıplar sorununu değerlendirdik.
Kayıp yakınlarının tanıklıkları içimizi sızlattı, kimse gözyaşlarını tutamadı. Toplu mezarların bulunması / açılışı konusunda devlet yetkililerinin kasıtlı umarsızlığı vicdanları sızlattı.
Çalıştay’da iki sunum yapan Uluslararası Kayıp Kişiler Komisyonu’ndan (IMPC) bir uzman (Matthew Holliday), Bosna’dan örnekler vererek, toplu mezarların teknik ve hukukî olarak nasıl kazılması gerektiği konusunu anlattı.
Türkiye İnsan Hakları Vakfı bünyesinde son derece önemli çalışmalar yapan doktorlar, toplu mezarlar / kayıplar bağlamında “travma” konusunda yaptıkları çalışmaları sundular.
Üç oturuma damgasını vuran konuşmacılar ise, iki kez söz alıp derdini Kürtçe anlatan iki kadın ile kayıp yakını iki genç oldu. Yerel giysileriyle iki kadın, üç oturumu başından sonuna kadar çıt çıkarmadan izlediler. Biri ötekine zaman zaman çeviri yapıyordu. Emin Aktar da Kürtçe konuşmaları Türkçeye çevirdi.
Devletin Kürdistan’da insanları zorla kaybedip daha sonra toplu mezarlara gömmesi, buna rağmen DNA teknolojisi sayesinde cesetlerin bulunduktan sonra kimliğin saptanması, otopsi ve diğer yöntemlerle elde edilen bilgilerin tanık ifadeleriyle karşılaştırılmasının ardından gizlenmek istenen birçok bilginin ortaya çıkması çok önemli.
Kayıp yakınları, yine de, aradan yıllar geçse de, sevdiklerinin öldüğüne inanmıyor, her kapı vuruluşunda, kaybolan eşinin, oğlunun, babasının geri döndüğünü sanıyor ya da döneceğini umut ederek yaşıyor.
Konuşmalar yapılırken 1987’den bu yana bölgedeki kareler geri geldi vizörüme: Camları karartılmış kül rengi Toros arabalar, üniformasız ama Keleşli adamlar, Taras Bulba, Yeşil, Kontrgerilla, Hizbullah, Hizbül-kontra… Cenaze törenleri, enseye sıkılan kurşunlar… Kapkaranlık bir dönem.
Yüzleşme, aslında gerçekle ve adaletle yüzleşme. Gerçekle adalet de toprağın altında. “Toplu Mezarlarda İnsanlık Gömülü!” “Geçmişle Yüzleşmeden Geleceği Kuramazsınız!” İHD dosyasındaki sloganlardan sadece ikisi. “Kayıplar bulunmadan adalet sağlanmaz” diyor İHD.
Çalıştayda Türkiye’nin, daha doğru bir deyişle Türkiye Kürdistanı’nın Toplu Mezar Haritası duvara asılı idi. Rakamlar korkutucu:
— Diyarbakır İHD 456 kayıp insanın dosyasını oluşturdu.
— Türkiye çapında 253 toplu mezarda 3248 kişiye ait cenazeler bulundu.
İstanbul’da Galatasaray Lisesi’nin önünde olduğu gibi Diyarbakır’da her cumartesi günü Kayıp Aileleri bir araya gelip mücadelelerini sürdürüyor.
Bir Diyarbakır savcısının yıllar önce söylediğine göre, bölgede 17 bin faili meçhul (Kürtler “Faili Meşhur” diyor) cinayet işlenmiş. Bunlardan çok azının sorumluları devlet tarafından saptanıp cezalandırıldı.
İHD, bu çalıştayı tam da Süreç’in kritik bir döneminde Diyarbakır’da organize ederek gerekli makamlara mesajını iletmiş oldu: Barış olacaksa, önce geçmişteki haksızlıklar, adaletsizlikler telafi edilmeli, tazmin edilmeli, bertaraf edilmeli.
Anne hâlâ kayıp kocasının yolunu gözlüyorsa, abla hâlâ kayıp kardeşinin mezarının yerini bilmiyorsa, çocuk hâlâ babasının mezarını bir bayram günü ziyaret edemiyorsa… Üstelik bu insanlar sayıca önemli bir nüfusa ulaşmışsa ve sorunları yıllardır çözülememişse, memlekette barış ya da çözüm olmaz.
Yıllar önce Kamboçya katliamını anlatan “Killing Fields” (Ölüm Tarlaları) filmini görmüştüm. Diyarbakır’da bir konuşmacı da filme gönderme yaptı ve hakikaten tanıkların anlattığı toplu mezar kazı sahneleri nedeniyle, çıkan kemik yığınları yüzünden —üstelik bir kısmı da 1915 Soykırımından kalma— Türkiye’de ya da Kamboçya’da İnsanlığın ne sefil durumlara düştüğünü gördük.
Diyarbakır’a herhalde en son altı ya da dokuz ay önce gitmişim. Bir sürü eş-dost tanıdığı yeniden görmek sevindirici oldu tabii. Daha uçakta iken anladım ki hafta sonu en az dört büyük etkinlik var: Kitap Fuarı, anti-militaristlerin toplantısı, belgesel sinemacıların buluşması, İHD’nin çalıştayı, ayrıca bir tıp sempozyumu…
Eskiden rahatlıkla içki içtiğimiz mekânların büyük bir kısmı artık içki servisi yapmıyor. Garip! Akşamları Baro Lokali belki de bu yüzden tıklım tıklım. Pavyonlar Sokağı duruyor, ama Kırıklar gitmiş, pavyonlar da yok zaten.
19 Mayıs sabahı bizim çalıştayın ikinci günü. Sabah saat 09:30. Otelden Sümerpark’a taksi ile gidiyoruz. İHD’li arkadaş var, bir de iki-üç konuşmacı. Yollar bomboş. Bir tek valilik binasında kocaman Türk bayrağı ile Atatürk posteri asmışlar. Şoför alaycı bir ses tonuyla “Bayram-ı Tırki…” dedi. Ardından Kürtçe devam etti: “Gerçi Türk, Kürt, Arap, Ermeni fark etmez, ama yeter ki insan olsun, ve ne yazık ki pek de insan yoktur bizim buralarda…”
Sabahın köründe okul çocuklarını mecburen stadyuma törene gönderiyorlarmış. Tarık Ziya Ekinci, bir özel sohbette, Atatürk’ün Diyarbakır’a gelişinde, okul çocuklarını bir gün önce tren garına çıkan yollara nasıl dizdiklerini anlatmıştı: “Anamız ağlamıştı saatlerce ayakta…”
Akşam bizim yemek yediğimiz lokantada vali, yerel basına veda yemeği veriyordu. Korumalar, üst düzey bürokratlar, böyle resmî ve asık suratlı bir grup insan… Adam geleli bir yıl olmuş. İzmir’e tayini çıkmış. Genç bir vali; yüzünden güller açmıştı. Belli ki terfi etmiş. Gittiğine bin memnun. İzmir Valisi de Diyarbakır’a atanmış. Terfi olmadığı belli… Devlet aynı devlet, vali değişse de…
Kentte kaçınılmaz olarak herkes “Süreç” hakkında konuşuyor.
Mesela birisi hafif göbeklenmiş.
— Ne o, kilo almışsın öyle…
— Abe sorma, Süreç yüzündendir, salmışız biraz kendimizi!
— Yahu sen Süreç’ten önce de göbekliydin ama.
— E laf etme işte, göbeğe siyasî bir gerekçe bulmuşuz, kalsın öyle!
Bir arkadaşa sordum:
— Sizin temasta olduğunuz insanların Süreç konusundaki tutumu nasıl?
— Vallahi abe, iki kelimede söölim sana: Kuşkulu, olumlu!
— Nasıl yani, önce kuşkulu, sonra olumlu mu?
— Hee aynen öyledir. Kuşkuludur insanlar, çünkü henüz Kürtler için olumlu bir şey olmamıştır. Ama olumlu da bakıyor insanlar, çünkü çatışmalar yoktur, asker ya da gerilla ölmüyor ya, iyi bir şeydir bu…
Çok veciz bir şekilde bölgenin halet-i ruhiyesini aktardı bu arkadaş. Ama daha iyisi de var. Çalıştayda yaşlı Kürt kadın ikinci kez söz aldığında Sürece değindi:
— Süreç iyidir. Ama biz hükümete güvenmiyoruz. Biz kendimize güveniyoruz. Gerillamıza güveniyoruz. Serok Apo’ya güveniyoruz.
Yorumlar