Ana içeriğe atla

Galatasaray Üniversitesi: Yandı ve karardı geçmişimiz de, gönlümüz de!





gsTelevizyonun karşısında çaresiz ve hüzünlü… Canadair ya da helikopterle havadan su boşaltılsa sanki sönecek sanıyorsun. Alevler giderek büyüyor. Cızırtılı ve çizgili ritmsiz film sekanslarında geçmişin canlanırmış gibi yaparken o da yanıyor. Felaket!

1964 Eylül ayı. Çocuk henüz 10 yaşında. Annesi babası ile gelmiş.
O zamanlar koskocaman bir binaydı orası. Bahçe ve koridorlar cıvıl cıvıldı. Ama kaygılı bir soğuk. O gece ilk defa evlerinden başka bir yerde, yabancı bir mekânda uyuyacaklar. Kimisinin anası babası bile yok. Meccani derdik. Anadolu’dan gelenler vardı. İstanbul’da Boğaziçi kıyısında bir okul. Annelerimiz üçüncü kattaki yatakhaneye çıkıp çarşaflarımızı, nevresimlerimizi  filan serdiler. İç çamaşırlarımızı sarı tahta dolaplara yerleştirdiler. Sonra da çıkıp gittiler. Yapayalnız kaldık. 25-30 kişi…
Yeni tanıştığımız için ilk başlarda herkes birbirine isimleriyle hitap ederdi: Ali Refik (şimdi Kanada’da) çaktığı için bize bir tür ağabeylik yapmıştı. Üç tane Sinan vardı. Ahmet, sonra Momo oldu. Ömer, sonra Kotkafa oldu. Tuğrul, sonra Kikirik oldu. Uğur, sonra Rin oldu. Reha, Derya… Şimdi her biri kendi alanında uzman, önemli ve değerli şahsiyetler. Dünyanın ve Türkiye’nin dört bir köşesine dağıldılar, ama son yıllarda internet sayesinde sanal ortamda da olsa herkes birbirinin haberlerini alabiliyor. İstanbul’dakiler ayda bir hâlâ yemek yer Levent’teki dernekte. Pilav’larda, bir de kulübün kongrelerinde Beyoğlu’nda bir araya geliriz.
O devasa yatakhanenin ortasında kocaman bir soba vardı. İkinci katın en büyük salonunda da film izlerdik bazı geceler. Bahçe müthişti. Gelip geçen vapurlara “Kaptan, düdük!” diye bağırdığımızda hiçbir kaptan reddetmezdi ricamızı. Atom Enerjisi Komisyonu eski başkanı rahmetli  Ahmet Yüksel Özemre’nin anılarında var(“Galatasarayı Mekteb-i Sultânîsi’nde Sekiz Yılım”, Kubbealtı Neşriyâtı, 340 sayfa, İstanbul 2006): Sahile yanaşan balıkçı teknelerinden kocaman kılıç balıklarını yemekhane hademeleri alırmış. Bugün Mühendislik Fakültesi’nin olduğu yerde eskiden hentbol sahası vardı.
Matmazel Salzedo idi bize ilk Fransızca sözcük ve cümleleri öğreten: “Monsieur Thibault habite 13 Place d’Italie.” Paris’e ilk gittiğimizde bu adrese gidip Thibault’ları arayanlarımız çok olmuştur. Cumartesi günleri kaymaklı ekmek kadayıfı çıkardı öğlen yemeğinde. İstiklal Marşı’ndan sonra evlerimize döner, sonra pazartesi sabahı yine koşarak Ortaköy’deki okulumuza giderdik.
Bizden küçük çocuklar, ilkokul sınıfları da vardı o zaman. Biz yetiştirici/hazırlık/ihsari sınıfı idik. Bir yıl orada okuduk. Büyüdüğümüze kanaat getirmiş olsalar gerek ki, bir yıl sonra Beyoğlu’na çıktık.
Neyse, aradan yıllar geçti. 1992 olmalı. Turgut Özal ile François Mitterrand arasında imzalanan uluslararası sözleşme ile Galatasaray Entegre Öğrenim Kurumu kuruldu, böylelikle bizim ilkokulumuz, lisemiz ve yeni kurulan üniversitemiz bir çatı altında birleştirilmiş oldu.
İletişim Fakültesi’nin kurucu dekanı Prof. Niyazi Öktem çağırmıştı beni. Herhangi bir akademik sıfatım olmadığı halde, dışarıdan meslek dersi ve Fransızca olarak gazetecilik dersi verip veremeyeceğimi sordu. Bir an tereddüt etmeden “evet” dedim. Çalıştım, hazırlandım ve yine bir eylül günü fakülte sekreterliğine gittim. Oradaki yetkili “hocam, sizin dersiniz 212 nolu sınıfta” dedi ve öğrenci listesini verdi. Üçüncü katta o zamanlar derslikler vardı. Girdim sınıfa. Kabataş Lisesi’ne yakın kısımda, köşede denize nazır küçük bir sınıf. İlk başta anlamadım, hissetmedim. Yoklama yaptıktan sonra aniden bir ateş bastı, koltuklarımın altından ter boşandı, böyle çakılıp kalakaldım, kalp krizi mi geçiriyorum acaba? Yüzüm de bembeyaz kesilmiş. Öğrencilerden biri “hocam, fenalaştınız mı?” deyince kendime gelir gibi oldum. Bir başka öğrenci çantasından bir küçük şişe su getirdi. Açtım, içtim. Kafamı şöyle bir sağa sola salladım. Yerimden kalktım, pencereye doğru gittim, denize baktım. Şokun nedenini o zaman anladım: İçinde bulunduğum sınıf tam 28 sene önce kaldığım yatakhanenin bir ucuydu! 10 yaşındaki öğrenci, aynı mekâna 28 yıl sonra hoca olarak geri dönüyordu. Mekân çok küçülmüştü. Duvarlardaki işlemeler gitmiş, mat badana gelmişti. Etrafımda arkadaşlarımın hiçbiri yoktu, tanımadığım gençler vardı. Yataklar kalkmış, yerine sıralar konmuştu.
Salı gecesi akşam 20:00’ye doğru Cengiz (Aktar) aradı : “Okul yanıyor okul! Buradan alevleri görüyorum!” Cihangir’deki evinden telefon ediyordu. Gece, haber kanallarını hiç bu kadar üzüntü ve çaresizlikle seyretmemiştim. Değiştirmek için havayı, GSTV’ye geçtim. Orada da normal akışı kesip yangın haberlerine başladılar. Çok sayıda tanıdık, hocam, öğrencim, kardeşim, ağabeyim ekrana çıkıp sıkıntılarını dile getirdi. Gece uyuyamadım tabii. İlkgençliğim yanıp kül olmuştu. İlk hocalığım da yanıp gitmişti. Varsın gitsin benimkiler de, giden kişisel bir şey değil, tarihî bir dönem silinmişti neredeyse. Çünkü binlerce Galatasaraylının da, Ortaköy’de okumuş herkesin de benim gibi düşündüğünü, duygulandığını biliyorum.
Sabah sosyal medyada otel ve TOKİ tezleri üzerine çok sayıda mesaj okudum. İyice moralim bozuldu. İş kişisel tarihten siyasal güncelliğe geçmişti.
Paris’te Komün cereyan ederken, Rimbaud, Charleville’den Paris’e inerken, Çırağan Sarayı’nın müştemilatı olarak inşa edilen canım ahşap binanın karkasını görünce sabah, karamsarlığın aslında gerçekçilik olduğunu bir kez daha anladım. Bunca yıldır ayakta kalabilmiş üç tarihî binanın bu aralar teker teker yangına kurban gitmesi düşündürücü değil mi? Tesadüf mü?  Takdir-i ilahi ise ben o ilahinin takdirini kabul etmiyorum. Zaten kendisini de…
Dört yıl (1984-87) Londra’da yaşadım, ki eski ve ahşap bina cennetidir, bir tek büyük yangın çıkmadı. Bizde neden bu kadar kısa sürede bu kadar çok yangın çıkıyor?
Şimdi, Adnan Öztürk’ün de dediği gibi, bir tek iş var yapılacak: O binayı, içini, dışını aynen yeniden inşa etmek.

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Cumhuriyet gazetesi de Türkiye Cumhuriyeti gibidir:

  Kadim iktidar sahibi ama Cumhursuz ve bağnaz!   * Atatürk’ün emriyle kurulan Cumhuriyet gazetesi 100 yaşına bastı. Mustafa Kemal Atatürk ve T.C için olduğu gibi Cumhuriyet gazetesi için de şimdiye kadar elle tutulur, ciddi, çok yönlü, eleştirel perspektifli akademik ya da mesleki bir yayın yapılamadı. Ragıp Duran Cumhuriyet gazetesi hakkında şimdiye kadar yayınlanmış çeşitli yayınların çoğunu okudum. Büyük bir kısmı tek yanlı bir Kemalizm güzellemesi şeklinde kaleme alınmış. Kuşkusuz 100 yıllık tarihinde bu gazetenin gerçekleştirdiği sınırlı sayıda da olsa olumlu siyasi ve medyatik etkinlikler yok değil. Mesela Yaşar Kemal’in Anadolu röportajları. Ya da CUMOK’un ilk baştaki girişimleri. Okay Gönensin’in taslağını hazırladığı Vakıf yapısı. Celal Başlangıç’ın Kürt bölgesi haberleri… Cumhuriyet gazetesi herhangi bir günlük gazete değil. Adı, tarihi, mülkiyeti, yapısı, yayın politikası büyük ölçüde Mustafa Kemal Atatürk ve Cumhuriyet rejimi (1923-2002)   ile neredeyse özdeş. Gaze

Midilli’den İzlenimler: Ada değil Memleket…

  * Kitap tanıtım toplantısı bahanesiyle Türkiye’den gelen kırk yıllık arkadaşlarımla şahane 5 gün yaşadım Midilli’de. Eski ve yeni fotograf kareleri… Ragıp Duran Midilli, Ege’de Türkiye’nin hemen yanı başında kocaman bir ada. İzmir, Ayvalık ya da Dikili’den motorla en fazla 1 saatte ulaşıyorsun.   Benim Yunanca kitabımın tanıtım toplantısı için Midilli’de göçmenlerle çalışan Birarada Derneğinin davetlisi olarak adaya vardık. Yayıncım Yorgo Giannopoulos, ben ve Yiğit Bener, ‘’Selanik Sürgünü’’ kitabının Midilli’deki tanıtım toplantısında 23 Mayıs 2024 Ben 15-20 sene önce, birisi Türkiye-Yunanistan Defne Dostluk Derneği ile ikincisi mektepten arkadaşlarımla gezmeye Midilli’ye gitmiştim. Öyle turistik bir Yunan adası değil. Dağları tepeleri, yeşil vadileri olan güzel bir kara parçası. Son zamanlarda Türkiye’den günde 4-5 motorla yüzlerce turist geliyor. Ada halkı özellikle de esnaf memnun. Çünkü, ‘ ’Türkiye’den gelenler bize (Yunanlılara) çok benziyor. Alman, İngiliz ya da Fran

Ümit Kurt - Kanun ve Nizam Dairesinde / SOYKIRIM TEKNOKRATSIZ OLMUYOR!

  *Kurt’un son çalışması, bir çok yeni gerçeği belgeleriyle su yüzüne çıkarıyor. M.R.Mimaroğlu örneği,   sadece 1915’i değil günümüzü de açıklıyor.   Ragıp Duran   Tarih kitaplarının amatör bir okuru olarak, bizim kuşak, Kürt Meselesini İsmail Beşikçi’nin, Ermeni Meselesini de Taner Akçam’ın çalışmalarından öğrendi.   1915 Ermeni Soykırımı Araştırmalarının öncüsü olan Akçam’ın açtığı yolda ilerleyen tarihçi Kurt, bir önceki kitabında soykırımın Antep somutunda hem mikro analizini yapmış hem de yerel eşrafın (Aktörlerin) konum ve katkısını incelemişti.   Son çalışması olan ‘’Kanun ve Nizam Dairesinde’’ (Aras, 2023, Istanbul, 255 s.) ise, orta hatta üst düzey bürokrat Mustafa Reşat Mimaroğlu’nun (1878-1953) mesleki ve siyasi yaşamını irdelerken, 1915’in bürokrasi boyutunu sergiliyor. Kurt’un kitabını okurken altını çizdiğim bir kaç özellik var: * Akademik çalışmalarının bir bölümünü Kudüs’de gerçekleştirdiği için Kurt, 1915 ile Holokost   arasındaki benzerlik ve farklılıkla