-Samandağ izlenimleriyle başlayalım
istersen. Gerçi izlenimlerin birdirbir.org sitesinde yayımlandı, ama medyanın
Antakya’daki iki kampta yaşananları adli olaylar olarak sunmasının dışında
neler olup bittiğine dair pek bilgimiz yok. Suriye’de yaşanan çatışmalar,
kampların varlığı ve kamplardaki hayat Samandağ’a nasıl yansıyor?
·
Evet çok ilginç. Kampların bulunduğu
Antakya Samandağ, Reyhanlı, Yayladağ ya da Antep İslahiye’de yaşamayan
insanlar, Suriyeli mülteciler konusundaki bilgileri televizyon ve gazetelerden öğreniyor. Bu
bilgiler ise saydığım yörelerde, sahadaki bilgilerden çok farklı, hatta
neredeyse zıt. Esad yanlısı/Muhalif ayrıca Nusayri/Sünni gibi kutuplaşmalar
var. Ama en önemli bölünme, AKP’nin Suriye’ye bakışı ile Antakyalının bakışı arasında. Antakyalı
dediğimde, 1939’dan bu yana başka bir
devletin toprakları içinde yaşasalar da,
özellikle Halep ile kardeş şehirlikten de öte yoğun bir ilişki içinde
olan Antakyalılardan , Arapça konuşan yurttaşlardan, Beşar Esad ile aynı mezhepten
olan yurttaşlardan sözediyorum. Kamplarda Batı destekli muhalefetin adamları
kalıyor daha çok. Kadın ve çocuk da var ama adamların her biri Özgür Suriye
Ordusu adı altında örgütlenmiş muhalefetin kurmayları. Ve Ankara bunlara gizli
açık maddi, manevi, askeri destek veriyor. Benim 11 ve 18 Temmuz’da yayınlanan
yazımlarımda yer alan olgu ve gözlemlerin büyük bir kısmını (Ambülansların
silah taşıması, Mülteci-Yerli çelişmesi,
hırsızlık, tecavüz… vs…) çok daha sonra
bölgeyi ziyaret eden CHP heyeti de saptadı. Antakyalılar ise bu olayları zaten
her gün yaşıyorlardı.
-Samandağlılar yaşananları nasıl
tanımlıyor, en çok nelerden yakınıyor?
·
Samandağlılar
kendilerine Esadçı muamelesi
yapılmasından rahatsız. Nusayri/Alevi sözcüklerinin, Türk resmi
makamlarınca artık neredeyse hakaret
anlamında kullanılmasından çok şikayetçi. Erdoğan’ın mezhepçi yaklaşımdan
rahatsızlar.
GERÇEĞİ YAZARSAN ERDOĞAN İFLAS
-Antakya’nın, ama özellikle Samandağ’ın çok farklı, Türkiye’nin hiçbir yerinde görülmeyen bir kültürel dokusu var. Siyasi yapısı da öyle, 12 Eylül’den önce sol güçlüydü, hatta Samandağ “Küçük Moskova” diye adlandırılırdı. Sonrasında da bu durum pek değişmemiş görülüyor. Suriye’deki çatışmalar, Türkiye’nin Suriye’ye müdahale tehdidi ve ihtimali bu doku için nasıl bir tehlike taşıyor?
Evet son olarak Evvil Temmuz Festivaline gitmiştim Samandağ’a. Sahilde
sokakta yürürken bile böyle solcu, devrimci bir mekanda olduğunu belirten bayrak ve posterlerden geçilmiyordu. Kahvede,
sokakta insanlarla konuştuğunda da bu güçlü sol atmosfer her cümlede, her
kelimede, her tutumda kendini gösteriyor.
Suriye’deki iç savaşı kaygıyla izliyorlar tabi ve esas olarak dış
müdahaleye, Batı’nın, özel olarak da Türkiye’nin müdahalesine açık bir şekilde
karşı çıkan geniş bir kesim var. Nasıl
karşı çıkmasın ki, şimdi mensubu olduğun devletin silahlı kuvvetleri komşu
ülkeye girecek ve orada senin akrabanı, ırkdaşını, mezhepdaşını vuracak. Kim
ister ki? Ayrıca müdahale olur, Suriye parçalanırsa, o eski solcu, muhalif
atmosferin bozulacağını herkes biliyor.
-Türk medyasının Antakya ve Samandağ’ı,
burada olup bitenleri, halkın kaygılarını görmemesinin, daha doğrusu yok
saymasının nedenleri sence neyle, nasıl açıklanabilir?
Bölgede olup bitenleri olduğu gibi,
tahrif etmeden, eğmeden bükmeden haberleştirsen, bütün Türkiye, Erdoğan-Davutoğlu
politikalarının nasıl ve neden iflas ettiğini çok net açık bir şekilde görecek,
öğrenecek. Bölgedeki neredeyse tüm
gelişmeler AKP iktidarının aleyhine gelişmeler. El Kaide, Taliban, Müslüman
Kardeşler’in ağırlıklı olduğu bir muhalefeti,
Esad’dan daha demokrat göstermek
çok zor bir iştir mesela. Türk medyası bile yapamaz bunu…
-Medya Şemdinli ve Hakkari’de yaşananları da okurdan gizledi, otuz yıllık olağan çatışmalardan biri olarak göstererek çatışmanın nedenleri üzerinde durmadı, görmezden geldi. Şemdinli ile Samandağ iki farklı olay, ama görülmeme gerekçelerini aynı saiklerde mi aramalıyız?
Güzel geçiş…Evet bence haklısın. Tabi ki bazı farklılıklar da var.Suriye/Antakya
meselesi çokuluslu/bölgesel bir sorun olduğu için, çok sayıda haber kaynağı
var. Oradaki gelişmeleri daha çabuk, daha kolay öğrenmek, haberleştirmek
mümkün. Batı basını orada mesela. Şemdinli’deki gelişmeler, AKP iktidarı aleyhine gelişmeler olduğu gibi,
özellikle ilk başlarda, devletin yerel makamlarında bir şaşkınlık da vardı, ne
diyeceklerini bilemediler. Devletin 12 gün boyunca sustuğu öyle pek görülmüş,
duyulmuş bir şey değil. Gariptir, bizde
devlet susunca medya da susuyor. Oysa iktidar susunca medyanın hiç olmazsa
devletin neden susutuğunu haberleştirmesi lazım değil mi? Devlet sustu çünkü bilmediği, beklemediği bir
durumla karşılaşmıştı. Çünkü her zaman vurup kaçan PKK, bu kez vurup yerleşme
niyetini açıkça beyan etmiş ve gerçekleştirmişti. PKK’nin sadece dış basında
yer alan açıklamalarında, TSK’nın
‘Operasyonlar bitmiştir’ dediği gün,
‘Şemdinli bölgesi tamamen kontrolümüz altındadır’ dediler. Bunu da
Habertürk muhabiri, operasyon sona erdikten dört gün sonra gittiği Şemdinli
çevresinde PKK’nin yol kesip 45 dakika boyunca propaganda yaptığını çektiği
filmle gösterdi. Şemdinli’de gazetecilik Suriye’den daha zor. CHP heyetine
eşlik eden(*) İrfan Aktan’ın birdirbir.org’da yazdıkları da önemli. Bu arada Osman
Pamukoğlu ya da Nihat Ali Özcan gibi farklı kişiler, uzmanlık yapayım derken,
istemeden de olsa, bölgedeki gelişmelerin PKK açısından ne anlama geldiğini
itiraf etmek zorunda kalıyor. Aslında
devletin 12 gün boyunca susması, sonra Hakkari Valiliğinin 3 ay süre ile sözkonusu bölgeyi ‘Yasak Bölge’ ilan etmesi
bir çok şeyi yeteri kadar açıklıyor.
-CHP milletvekili Hüseyin Aygün’ün PKK
tarafından kaçırılmasını hükümet yanlısı medya danışıklı dövüş olarak
değerlendirdi. Aygün serbest bırakıldıktan sonraki açıklamaları medyanın tümünü
neredeyse aynı noktaya taşıdı. Olayın kendisi, bir milletvekilinin kaçırılması
değil, Aygün hedef gösterilmeye başlandı. Bu ağız birliği hükümet, iktidar
korkusu mu, gönüllü bir biat mı?
Aygün’ün kaçırılması konusunda da, evet,
egemen yazılı basına baktığımızda aynı sözcükleri, kavramları,
yaklaşımları içeren haberler, Anadolu Ajansı mahreci de yoktu, demek ki servis
edildi, olayı çarpıtmaya çalıştı. Halbuki PKK’nin mesajı açık: ‘Şemdinli’de
alan egemenliğini kuruyorum, Foça’da eylem yapıyorum, Dersim’de bir milletvekili kaçırıyorum’. Mesajda
coğrafya var, siyaset var, propaganda var. PKK, devlete ama esas olarak kamuoyuna güçlü
olduğu yolunda mesajlar veriyor. Aygün’ün PKK konusundaki tutumu belli, hele
muhalifgazete.com’da yayınlanan son röportajı çok açık. Eski gazeteci yeni
Antep milletvekili ve iktidara yakın bir çok kişi ve çevrenin Aygün hakkındaki
komplo teorileri, yarın öbürgün PKK, AKP’den ya da MHP’den bir milletvekili
kaçırdığında tuzla buz olur. PKK’nin propagandasına karşı Meclis’te toplantıya
katılmamak ya da ‘Aygün kendi isteğiyle PKK’ye gitti’ demek aynı beceriksiz, ve
çaresiz tutumun sonucu. PKK’ye karşı mücadele etmek isteyenler için en etkili
araç demokrasi, özgürlük ve Kürt haklarının içselleştirilerek kabul
edilmesi, saygı gösterilmesi ve
uygulanması olabilir. Bunun dışındaki yaklaşımlar PKK’yi güçlendirir. Başbakan
da anlaşılmaz bir şekilde ‘Beklenen bir gelişme’ dedi Aygün’ün kaçırılmasına.
Nasıl beklenen yani? Erdoğan daha önce PKK’nin bir milletvekilini kaçıracağını
mı söylemişti ki? Bir şaşkınlık, bir afallama söz konusu burada galiba…
APOLETLER ESKİDEN HÄKİ İDİ ŞİMDİ YEŞİL!
-Senin ilk medya eleştirisini ele alan
kitabın Apoletli Medya, neredeyse yirmi yıldır genel anlamıyla Türk medyasını
tanımlamakta kullanılıyor. Medyanın Kürt meselesindeki tutumunu temel alan bir
tanım bu. Ama öncesine bakmakta da fayda var. Sence medyanın apolet
kullanmadığı bir süreç yaşandı mı?
Osmanlı’da ilk gazeteyi Saray çıkarttı. O ilk gazetelerde çalışanlar,
yazanlar da hep memurdu yani devletten maaş alırlardı. Bu nedenle Türk
medyası dönem dönem bağımsızlıkçı ve
özgürlükçü yaklaşımları sergileyebilmişse de, genel olarak ve yapısal olarak
doğduğu günden bugüne esas olarak hep iktidarın (Sultani, siyasi, ekonomik,
ideolojik ya da askeri…) aracı olarak iş gördü. Bak bu Apoletli Medya konusunda
bir şey anlatayım. Bu ibare benim 1996’da çıkan ilk medya eleştirisi kitabımın
başlığı. Editörüm Patika yayınlarından Ahmet Güngören’di. Apoletli Medya, deyimi, benim bir yazımda
geçiyor, Ahmet yakalamış, manşete
çekmiş, pardon kitaba başlık yapmış. Aslında o kitapta yayınlanan yazıda
ayrıntılı bir şekilde anlatılıyor ama apolet
askeri bir simge olduğu için apoletli medya kavramı kaçınılmaz olarak, neredeyse otomatik olarak ve o dönemin gereği askeri medya gibi
algılandı. Bundan bir-iki sene evvel, Ruşen (Çakır) aradı beni. Hem
Galatasaray’dan kardeşimdir hem de iyi bir gazetecidir. Dedi ki ‘İktidar
yanlısı adamlar ha bire senin Apoletli Medya
sözünü kullanıyorlar, oysa ki artık onlar iktidar ve onların iktidar
medyası eski apoletli medyanın yerini aldı. Bir şeyler yapman lazım’. Hak
verdim. Ve benim adı da Apoletli Medya olan blogumda (www.apoletlimedyablogspot.com) bir açıklama yayınladım: Ha
‘’Apoletli Medya: Hâki ya da yeşil, emir-komuta zinciriyle faaliyet gösteren basın-yayın kuruluşu. 1996 yılında Patika Yayınlarında çıkan ilk Medya Eleştirisi kitabımın başlığı, aynı zamanda Türk egemen medyasını en veciz bir şekilde betimleyen tanım’’
-Medyanın muhalif olmak demeyelim, ama
iktidarla arasına mesafe koyduğu dönemler vardı sanırım. Örneğin sansür uygulandığında,
sansür uygulanan haberin yerini boş bırakmak gibi tepkiler vardı. Bu dönemlerde
medyanın ( o zaman basın diyorduk) elini güçlü kılan neydi?
Haklısın. Türkiye Gazeteciler Cemiyeti’nin İnternet sitesinde de,
yayınladığı kitaplarda da, o dönemi yaşamış gazetecilerin anılarında da, ki çok
eski değildir, 1960 darbesi sonrasından sözediyoruz, bu güzel direniş örneği
önemli bir referanstır. Ama, o dönemde, evet senin de hatırlattığın üzere basın dönemiydi.
(Matbuat-Basın-Medya üç ayrı dönemdir, ayrı bir konu. Medyamorfoz başlıklı
kitabımda, ‘Üç Aşamalı Sentetik Tarihçe’ başlıklı makalede ayrıntı var).
Bugünse maalesef medya dönemindeyiz yani basının sanayileştiği, tekelciliğin
güçlendiği, iktidar ütüsünün ağırlaştığı neo-liboş karanlık bir dönem. Gazete, gazeteci, haber
kavramlarının tanım ve işlevleri bile değişti. O eski dönemde bugün artık
olmayan çok sayıda olumlu etmen/boyut vardı: Örgütlülük, bilinçli ve seçici okur
desteği, henüz zenaat aşamasındaki gazete patronluğu, siyasi iktidarın koalisyonlar tarafından
paylaşılması ya da DP/CHP dönemlerinde her şeye rağmen iktidarın tekelleşmesine
izin vermeyen bir muhalefetin varlığı, gazetelerdeki çalışan ve yazar
kadrosunun bugüne oranla kültürel ve entelektüel olarak çok daha iyi konumda
olmaları… Bugüne oranla o dönemin gazeteleri biraz daha serbestti. Nostalji
gibi olacak ama bizim Ahmet Eken’in sözüdür, ‘O zamanlar adap edeb diye bir şey vardı’.
KALİTE GİTTİ ÇAPSIZLIK GELDİ
-Köşe yazarları, muhabirler, gazetelerin
içeriği açısından, dün ile bugünü kıyasladığında nasıl görüntü çıkıyor ortaya?
Başlamıştım ben de tam kıyaslamaya iyi geldi bu soru bütün bunların üstüne.
Vallahi çok uzatmaya hacet yok. Patronlardan başlayalım. Ahmet Emin Yalman Cem Uzan’a karşı… Köşe yazarı Ulunay eskiyi, Rasim Ozan Kütahyalı yeniyi
temsil ediyor… Daha yakın dönemdeki bir değişiklik de ilginçtir: Nagehan Alçı’yı
yıldız yaptılar, çünkü Nuray Mert’i susturmuşlardı. İçerik konusunda da
ayrıntılı bir incelemeye gerek yok bence. Nufusa oranla tirajları kıyasladığımızda
da 1970 öncesi basın bugünkünden daha iyi diyebiliriz. İnternet’i katmıyoruz
tabi bu kıyaslamaya. Bugünkü içerik esas olarak iktidar yanlılığı ve magazinle
dikkat çekerken eskiden de iktidar yanlılığı olsa bile daha dengeli, daha şık,
daha efendice yapılıyordu bu işler. Magazin cıvıklığı bugünkü kadar yoktu.
Geçmişin kıymetini bilmemiz gerekir. Yaşı 50’lere yaklaşanlar için söylüyorum.
Pazar sabahı ekmek kızarmış nefis kokusu yayılıyor, kapının tokmağında asılı
gazeteni alıyorsun koltuğa gömülüyorsun, radyoda İhsan Ünlüer’in mizah sohbeti,
Bedri Koraman’ın tam sayfa karikatürlerine bakıyorsun, Burhan Felek mahalle
kahvesinden sözediyor, Yalçın Pekşen yine şahane bir röportaj yapmış, Ergin
Konuksever dünyanın öbür ucundan şahane fotograflar göndermiş…. ABD’de yaşı 60’ı aşmış gazetecilerin sloganını
burada tekrar edeyim: Back to the old values! (Eski değerlere geri dönelim!)
-Özal’ın iki buçuk gazete sözü ihtimal
unutuldu, ama belirleyici bir sözdü. O sözün kullanıldığı tarihten bugüne
medyanın bir karnesini hazırlayacak olsan, kırılma noktaları nelerdi?
Zor bir soru. Teknik olarak zor. Çünkü bu soruya doğru bir yanıt vermek
için arşive dalıp uzun bir kronoloji çıkarmak gerek. Ben belleğime de pek
güvenmem. Ama yine de hatırlamaya çalışayım. Öncelikle evet çürüme/yozlaşma
Özal ile başladı. Toplumsal ve medyatik (ki birbirine çok bağımlıdır) yozlaşmanın
üç mimarı Menderes, Özal ve Erdoğan. Bu
üç şahsiyet demokrasi kahramanı olarak sırıtıyor AKP’nin seçim afişlerinde ama
AKP’nin demokrasiden bilhassa ileri demokrasiden ne anladığını gördükçe/yaşadıkça bu üç Büyük Türk Büyüğüne hürmetimiz azalıyor haliyle…Neyse…Özal’ın arabuluculuğu
ile Asil Nadir’in Türk medyasına girmesi önemli bir dönüm noktası. Babıali’den
İkitelli’ye taşınma sıradan bir coğrafi olay değil. Ben İkitelli’ye Çiftetelli
derdim zaten…Zıplıyorum. Erdoğan’ın iktidara gelir gelmez Uzan Holding’e bağlı
200 şirkete bir gecede el koyması…Aydın Doğan’a kesilen, sermayesinin bilmem
kaç misli vergi cezası… Sıksam biraz daha çıkar herhalde ama kırılma noktası
dediğin bir tane olur. Kırılma noktaları
olmaz. Çünkü vazo bir kere kırılır. Aslında dünyadaki genel gidişata da uygun
bir şekilde, Reagan/Thatcher’in Yeni
Dünya Düzeni dediği neo-liberalizmin ilk cenin dönemi bizde 12 Eylül’e denk
düşer. Kırılma 12 Eylül darbesi bence. 12
eylül’de çok şey kırıldı Türkiye’de. Basının o dönemde ayakta kalacak hali
mecali yoktu zaten.
-27 Şubat da gazeteciler için farklı
sürecin başlangıcı oldu. Genelkurmay gazete patronlarına isim vererek işten atılmalarını
istedi. Sessizce geçiştirilen bir süreç oldu, ama medyanın yapısında da köklü
bir değişime yol açtı diye düşünüyorum, yanılıyor muyum?
Haklısın. 80’de
başlayan çürüme/yozlaşma ya da nötr bir
ifade ile değişim/dönüşüm sürecinin önemli bir merhalesi 27 Şubat. Ben tabi
medya özgürlüğünün önüne kim set çekiyor, kim sansür uyguluyor, kim
gazetecileri işten attırıyor sorularına yanıt ararken İKTİDAR diye yanıt
veriyorum. Dün Çevik Bir’di bu uygulamayı yapan, bugün Erdoğan. Gazeteler
iktidar açısından ‘sağlam’ patronlara verilmiş olsa bile, arada sırada
sızmalar, kaymalar, kaçmalar oluyor, bu nedenle kişisel ya da kitlesel işten
atmalar gerekebiliyor. Bu ayıklama/temizleme süreci hala devam ediyor. İşte en son Radikal’den Yıldırım Türker de
uzaklaştırılmış oldu. Birkaç isim daha var, onların da bir süre sonra işten atılmayacaklarını kimse iddia edemez. Ama tabi medyayı yüzde yüz AKP/İktidar
yanlısı yapamazsınız. Bak, Nazlı
Ilıcak ile Fehmi Koru gibi kalemler bile basın özgürlüğü konusunda Erdoğan’ı
örtülü/açık eleştirmeye başladı Ağustos 2012’de.
KÜRT SORUNU MEDYANIN DA ÖTESİNDE…
-Kürt sorunu da bir turnusol kağıdı işlevi
gördü ve medyanın şiddet yanlısı tutumunu gösterdi. Bu tutumu sadece
genelkurmayın ya da hükümetin baskısı olarak görmek pek mümkün görülmüyor. Ne
dersin?
Doğru. Kürt meselesi birkaç açıdan çok önemli hatta hayati. Türkiye
toplumunda Kürt karşıtlığı, ve şiddetperverliğin sosyolojik/psikolojik yatağı
olmasa, Genelkurmay ya da Hükümetin,
medya üzerinden Kürt düşmanlığını ve
şiddeti pompalaması/provoke etmesi pek kolay olmaz. Olsa bile toplum içinde somut karşılığı olmaz. Hukukun henüz yeterince gelişip
serpilmediği, yaygınlaşmadığı bir ülke burası. Orta Asya’dan buraya at
sırtında, talanla yıkımla gelmişiz. Uzlaşma, anlaşma kültürü geleneği pek
yok. Altı yüzyıllık Osmanlı geçmişimizde de Saray/Kul ilişkileri açısından
bakarsan tablo pek parlak değil. Bizim
1789’umuz da yok, 1968’imiz de…
-Kürt sorunun başlangıcında medya barış
yanlısı bir tutum izlese ve istikrarlı davranabilse bugün bu sorun sence bitmiş
olur muydu? Daha doğrusu şiddetin artmasında ve sürmesinde medyanın payı ne?
Medya, dünyanın hiçbir ülkesinde
hiçbir zaman, toplumsal ya da siyasal olaylarda tayin edici bir rol, yani
mesela bir lokomotif rolü oynamamıştır, oynayamaz, oynamayacaktır da… Hele
bizimkisi gibi bağımsız olmayan bir medyanın, bu tür siyasal/toplumsal süreçlerdeki
rolü ancak vagon rolüdür. Küçümsemiyorum medyayı ama bazılarının özellikle de
medya mülkiyetinin ve medya yöneticilerinin sandığı ve bizim de sanmamızı
istediği gibi güçlü/kuvvetli her şeye
kadir bir medya yok burada olamaz da… Her
medya (organı) temsil ettiği, sırtını
dayadığı siyasi/ekonomik/ideolojik güç kadar güçlüdür. Medyanın
kendiliğinden/bizatihi bir gücü olduğu tezi kanıtlanmamıştır. Ha… medya şunu
yapar: Bazı siyasi ya da toplumsal süreçlerin daha kısa ya da daha geç bir zaman
diliminde çözülmesinde rol oynayabilir. Keza medya, bazı okur kesimlerinde daha
düzgün ya da daha bozuk bir yurttaşlık bilinci, o da bir süre için,
oluşturabilir. O kadar…Kürt meselesine
uyguladığımız zaman bütün bu söylediklerimi, ölçülü konuşuyorum ve Türkiye
gerçeklerini hatırlayarak konuşuyorum, öyle aman aman çok önemli bir değişim
olmazdı. Çünkü medyanın barışçı bir dil kullanması; ötekine, anlayarak/kabul
ederek demokrat ve özgürlükçü ve en önemlisi barışçı bir şekilde yaklaşması
medyanın yaratıp büyüttüğü refleksler, tutumlar değil ki… Medya ‘Sahibinin
Sesi’ olarak arkasındaki siyasi gücün politikalarını uyguluyor. Bu
olumsuzlukların siyasi, ideolojik, tarihi, sosyolojik geçmişimizle yoğun
ilişkisi var. Medya, kele merhem olamaz.
Olsa olsa kele merhem reklamı yapar.
Kürt meselesinde bizim Faik’in (Bulut) kıymeti bilinmemiş önemli bir
çalışması var. ‘Türk Basınında Kürtler’. Yeni baskısı Evrensel’den çıktı
galiba. O kitabı okuyunca Türk basınının Kürtlere neden ayrımcılık yaptığını
iyi anlıyoruz.
Kürtleri, onların değil devletin gözünden yazıp çizen, dolayısıyla da Kürt
mefhumunu tahrif eden, PKK’yi sadece bir terör örgütü olarak gösteren ve önemli
kitle desteğini görmezden gelen egemen Türk medyası, Kürt gerçeğini ya tahrif
etti ya da gizledi, o bakımdan tabi ki sorumlu, tabi ki suçlu. Tek başına
olmasa da…
SANSÜR BU DEVİRDE BİRAZ ZOR
-AKP iktidarıyla birlikte medya-hükümet
ilişkileri sence nasıl bir boyut aldı? AKP 27 Şubat’ın bedelini medyaya ödetme
çabası içine mi girdi, emperyal politikaları için yedek güç olarak kullanmayı
mı hedefledi? Bunu ne kadar başardı?
2002’den bu yana belli ki, AKP’nin bir medya politikası vardı ve bence
bugüne kadar büyük ölçüde planladıkları şekilde ve başarıyla uyguladılar. Bu
politika, AKP’nin aslında her alanı ele geçirme, her alanda hakimiyet ve tekel
kurma politikasının medya sektöründe uygulaması. Sabah-Atv gibi eski merkez
medyayı çok tartışmalı yöntemlerle AKP yanlısı bir iş adamına satın aldırıp bu
grubu iktidar yanlısı yapmaları, ulusalcı-askercil Kanaltürk’ü de Pennsylvania
Mescidi mensubu bir iş adamına satın aldırıp o kanalı da iktidar yanlısı yapmak
önemli…Bir de iktidara geldikten sonra kurdukları medya organları var: 24,
Bugün, Beyaz…vs… Ama AKP medya konusundaki politika ve tutumunu, daha 2002’de,
seçildikten neredeyse hemen sonra, demin söz etmiştim, Uzan grubuna karşı gerçekleştirdiği
darbe ile teşhir etti. AKP’nin medya
politikası, ‘Muhalifi sustur, muhalifi
satın al, yandaş yap, ayrıca da yeni yandaş medya organları yarat’ şeklinde
özetlenebilir.Bu politika aslında iktidarı çıkmaza sürükler. Çünkü benim sanal
gerçeklik alemi dediğim medya, ancak ve ancak hakiki gerçekle örtüşünce bir
anlam kazanır, bir etki yaratabilir. Şimdi mesela Başbakan’ın sağlık
meselesinden başlayalım: Sen bu konuda Başbakanlık Basın Bürosu aracılığıyla,
teknik ve tıbbi olarak bu kadar önemli bir ameliyatı geçiştirmeye
çalışırsan, yandaş medya seni izler,
izlemek zorunda da, yabancı medyadan biri çıkar ‘Başbakan’ın 2 yıllık ömrü
kaldı’ der. Bu bilgi doğru olmayabilir ama sağlıklı bilgilendirme yapmayınca,
etrafta spekülasyonlar dolaşır/artar, yalan yanlış bilgiler devreye girer.
Suriye’de Erdoğan-Davutoğlu politikası hem genel olarak hem de özel olarak
düşürülen uçak konusunda şapa oturdu, cümle alem bunu görüyor, yazıyor, sen hala ‘Dahi
Diplomasiden’ söz edersen kimse sana inanmaz.
Ya da Şemdinlili yurttaş, kendi günlük hayatından görüp duyduklarına mı
inanacak yoksa TSK’nın bildirilerine mi?
Bir de 27 Şubat yanlısı medyacıları sormuştun galiba? Evet geçmişte ve bugün
mesleğin ilke ve onurunu çiğneyip, habercilik yerine ajitasyon/propaganda
yapanlardan bir şekilde hesap sormak lazım. Ama bunu yapacak makam siyasi
iktidar olmamalı, olamaz. Medyayı, okur yani yurttaş değerlendirir, yargılar. Gazeteyi boykot
eder, tahrifatçı köşe yazarı aleyhine kampanya açar, televizyon kanalını
kapatır…vs… Bir de medya
akademisyenlerinin böyle bir medya eleştiri görevi var bence. Meslek örgütleri
de iç denetim alanında da gazeteciler meslekdaşlarını öyle sorguya çekip mahkum
etmezler, etmemeleri gerekir ama 3 Maymunu da oynamak zorunda değiller yani…
Yalnız bu dönemde sansürün etkisi… ‘Osmanlı’nın yasağı 3 gün’ diye bir
deyim vardır ya, onun gibi, yani öyle çok uzun süre ve herkesden bir bilgiyi
saklayamazsın. Bu işin Twitter’ı var, blogu var, e-mail’i var, SMS’i var, tüm
bunlar yetmezse Wikileaks’i var.
-Erdoğan’ın Aydın Doğan’la Hilton arazisi
üzerine giriştiği kavgada üstün çıkması sence medyaya nasıl yansıdı, medyanın
iktidara teslimiyetinde etkili oldu mu, yoksa vaka-i adiyeden bir hesaplaşma
mıydı?
Erdoğan açısından bakıldığında, bir söyleşide açıklamıştı zaten bunu, Hilton arazisi bardağı taşıran damla olmuş. AKP, medyaya mahkum olmadığını, siyasi iktidarın her zaman her yerde, özellikle de seçmen nezdinde oylarını artırıp popülaritesi arttıkça,medyadan daha güçlü olduğunu anladı. Eskiden de aslında medya siyasi iktidara bağımlı idi. O zaman hemfikirdiler, iyi geçiniyorlardı, al gülüm ver gülüm yapıyorlardı, Erdoğan geldi, hükümetle medya arasındaki ilişki ‘Ver gülüm ver gülüm’ oldu.
-Ergenekon, KCK ve HDK tutuklamalarında da
medyanın tutumu çok can alıcıydı. Her iki davada da hükümet sözcülüğü rolü
üstlenildi. Sen bu rolü ve açtığı sonuçları nasıl değerlendiriyorsun?
Türk egemen medyası hangi olayda, hangi
davada hükümet sözcüsü gibi davranmadı ki…Ama haklısın bu üç davada hukuki olarak o kadar açık var
ki, o kadar büyük haksızlıklar, usulsüzlükler
saptandı ki, medyanın hiç olmazsa biraz daha az cüretkar olması
beklenirdi. Değil mi? AKP sandı ki ve
sanıyor ki, medyatik gerçeği istediğim
gibi kurarsam, hakiki gerçeği de
biçimlendiririm. Bu davaların
bu kadar uzun sürmesi, mesnetsiz, somut delilsiz suçlamalar ayyuka çıktı
artık. Daha yeni Ayşe Arman bile Silivri rezaletlerini yazdı. Medyanın işi tabi
ki hükümet sözcülüğü değildir, öyle
davranırsan, hükümet çuvalladıkça sen de çuvallarsın. Zaman ya da
Samanyolu’ndaki haberler artık kabak tadı verdi hatta komik olmaya başladı. Ergenekon,
bugünkü egemenler için, Soğuk Savaş döneminin ‘Komünizm’i haline geldi. Kimi
suni/fabrikasyon bilgiler, sahte
belgeler iddianameye girmeden, çuvalla
‘gazetecilere’ gönderiliyor, bu ulak oğlanları da bunları denetlemeden, doğru
ve hakiki sanmak zorunda oldukları için manşetten yayınlıyorlar. Dinlemeler,
fişlemeler, kara çalmalar, belden aşağıya vurmalar artık norm haline
geldi.
MERT BAŞBAKAN SONUNDA NAMERT WSJ GİBİ OLDU
- Medya patronları aracılığıyla istediği
ismi işinden etme hakimiyeti varken, bugün Erdoğan’ın hala isim vererek
konuşması, ya da isimsiz de olsa dikkatli okurun ya da izleyicinin hemen
saptayabileceği kişileri zikretmesi sence bir güç gösterisi, gazeteciliği
itibarsızlaştırma çabası mı?
Başbakan’ın, son iki ameliyattan sonra, zaten yüzde 50’lik seçim zaferinin
sarhoşluğu ile başlamış olan kibir
körlüğü iyice arttı. TKPliler Erdoğan’a
‘Padişah Bozuntusu’ diyor. Sevdim bu
nitelemeyi. Çünkü o kendisini Sultan sansa da, hakiki bir Sultan kontrolü elden kaçırıp, bizim Cüneyt’le
(Özdemir) ya da Serdar’la (Akinan)
uğraşmaz. Wall Street
Journal’e ‘Namert’ demez. Gerçi namert
gazetenin tezini son olarak bizim hariciye ve Genelkurmay da benimsemek zorunda
kaldı ama yine de ayıp. Sakin olalım beyler…Hakaret etmeyelim kimseye!
-Hükümet medya üzerinde tümüyle hakimiyet
kurdu diyebilir miyiz, hala gedikler ya da bir çıkış var mı?
Gedikler var hatta çok var. Liberaller AKP’den giderek uzaklaşıyor. Altan
kardeşler sıkı bir Erdoğan muhalifi
oldu. Yandaş medyada AKP eleştirileri artmaya başladı. Andrew
Finkel Today’s Zaman’dan Ali Akel de
Yeni Şafak’tan kovuldu. Bu tür
çizmeler/kazımalar sürebilir. Neyse ki bir-iki gazetede imzalı haberini ya da köşe yazısını
okuduğumuzda içimizi ferahlatan bir elin
parmakları kadar meslekdaşımız kaldı. Çıkış yolu konusunda bizim Koray
Düzgören’den Ertuğrul Mavioğlu’na, Esra Arsan’dan Zeynep Atikkan’a kadar kafa
yoran meslekdaşlarımız var. Ben de izliyorum, katılıyorum bu çalışmaların
bazılarına. İnternet merkezli girişimler bunlar. Henüz yeni, düşünce, mini
deneme aşamasında…
-Şu anda yaklaşık 90 gazeteci cezaevinde,
gazeteciler hakkında açılmış yaklaşık on bin dava var. Ahmet Şık yayımlanmamış
kitabı nedeniyle bir yıl hapis yattı vs. Gazeteciler üzerindeki bu pervasız
baskı gücünü sence nereden alıyor? Bu tutuklamalar nelere yol açıyor?
Gerek siyasi gerek toplumsal gerekse mesleki alanda yeterli/güçlü bir
muhalefet yok. Tepki veremiyoruz. Saldırının vahameti ve dozu oranında tepki
veremiyoruz. Bizim de, biz derken siyasal
olarak solu, mesleki olarak gazeteciliği kastediyorum, yeteri kadar güçlü kitle
desteğimiz yok, kısaca onlar kadar güçlü değiliz tabi. Haklı olsak da, doğruyu
savunsak da, zayıfız. AKP’nin AB perspektifini bir kenara bıraktığından
beri, cephesini Arap-İslam alemine döndüğünden beri, dış dinamiklerin de engel
oluşturmayacağını bildiği için, senin de
söylediğin gibi pervasızca saldırıyor basına. E şimdi bu durumda genç bir
gazeteci, hapise girmektense, çiçek böcek haberi ile uğraşır, spor muhabiri olur,
magazine yönelir, ya da kıdemli gazeteci ise, ya susar, ya da o da
yavaş yavaş ‘Yağ bu Erdoğan iyi siyasetçiymiş aslında’ filan diyerek
mevki makam peşinde koşmaya başlar. Bunu yapmak için de jöle şart değildir
yani… Herkesin Ardıç kadar dingo olması da şart değil. Böylelikle haberciliğin,
gazeteciliğin kalitesi düşer, yurttaş doğru dürüst bilgilenemez, bu durumda hem
gazetecilik kaybeder hem de iktidar…
AKİT’İN YUKARIDAN TORPİLİ VAR
-Geçenlerde Akit gazetesi Hasan Cemal,
Ahmet Altan gibi gazetecileri hedef gösterdi. Bu bir ilk değil, belli ki son da
olmayacak. Bu tür hedefleri gösterenler sence nereden cesaret alıyor,
hükümetten mi, ciddi bir reaksiyon gösterilmemesinden mi?
Bence ikisi birden. Mesela siyasi iktidarın kiralık tetiği rolündeki Akit gazetesi son zamanlarda işi
azıttı. Ali (Bayramoğlu), Cengiz (Çandar) ve Hasan abiyi açıkça hedef gösterdi. Erdoğan
ne yaptı? Medya Derneğinin son Dolmabahçe toplantısında Akit’in Genel Yayın
Yönetmenini de ağırladı. Oraya giden
TRT, Sabah, Zaman, Yeni Şafak yetkilileri de ağızlarını açmadı. Suç
ortaklığı…Akit hala Cumhurbaşkanı’nın Başbakan’ın dış gezilerinde uçağa
alınıyor. Gül’le Erdoğan akredite
etmişler Akit’i…
-Bu tür hedef gösteren, haberi çarpıtan,
ya da yalan haber yazan kuruluşlar ya da kişiler için neler yapılabilir?
Aklıma hemen somut bir örnek geldi: Fransa’da Jean Marie Le Pen, hassas bir
konu olan 2. Dünya savaşında Nazilerin Yahudilere yönelik soykırımını açıkça
inkar edince, İnsan Hakları dernekleri, Yahudi kuruluşlar Le Pen’i mahkemeye
verdiler ve mahkum ettirdiler. Fransız medyası da o sırada tamemen mesleki
refleksle önemli bir uygulamaya imza attı: J.M. Le Pen, hiçbir tartışma
programına davet edilmeyecek, hiçbir radyo, televizyon ya da gazete Le Pen ile özel söyleşi yapmayacak, Le
Pen, ancak ve sadece gerçek anlamda haber değeri taşıyan bir eylem ya da
açıklama yaptığında haberleştirilecek, bu haberin de soykırım inkarına destek
vermemesi talep edilecek. Kısacası izole ettiler o zaman Le Pen’i. Bu, mesleki
alandaki yaptırım. Esas görev bence yurttaşa, okura düşüyor. Bu gazeteyi
okumayacaksın, okutturmayacaksın, gazetenin ırkçı, şiddet yanlısı yayınlarını
teşhir edeceksin. Tabi bütün bunları yapabilmek için toplumda medya
okuryazarlık bilinci yüksek yurttaşlara, güçlü gazeteci sendikalarına ihtiyaç
var.
-Nefret dili de son yıllarda dilimize
yerleşen kavramlardan biri. Medya bu dilin oluşumunda ve yayılmasında ne kadar
pay sahibi? -Nefret dili de son yıllarda dilimize yerleşen kavramlardan biri.
Medya bu dilin oluşumunda ve yayılmasında ne kadar pay sahibi?
Hrant Dink Vakfı, nefretsoylemi.org, Sosyal Bilimler Derneği, Dur De!
inisyatifi, Galatasaray Üniversitesinden Prof. Yasemin İnceoğlu ve çok sayıda
akademisyen bu konuda önemli çalışmalar yürütüyor. Dökümlere baktığımızda nefret
söylemine en çok medyanın iki ‘amiral gemisinde’,(Ben bu askeri deyimi kullanmam, öyle geldi ağzıma
ve çıktı, aslında ‘miço sandalı’ demek gerekir) kadim ve yenisinde, yani Hürriyet ve
Zaman’da rastlıyoruz. Akit rakipsiz şampiyon tabi ki. Yalnız burada yine önemli bir mesele var.
Nefret Söylemi, sadece ve bizatihi medyanın
yaratıp ürettiği ve yaydığı bir
söylem değil. Bu söylem bizim günlük, popüler dilimizde, lügatimizde de zaten
var. Açın bakın ‘Deyimler ve Atasözleri’
sözlüğüne/derlemesine, müthiş şiddet var, açık şiddet var. Kızını dövmeyen
dizini döver…Öğretmenin vurduğu yerde gül biter…Asacaksın iki tanesini Taksim
meydanına…Uzatmayayım. Demek istediğim
dildeki, günlük yaşamdaki nefret söylemine karşı çıkmadan sadece
medyadaki nefret söylemi ile uğraşmak bize pek bir şey kazandırmaz. Evet medya
bu nefret söylemini iyice yaygınlaştırıyor, çok tekrar edince de belki de
meşrulaştırıyor ama gölge ile değil gölge yapan cisimle/insanla uğraşmak lazım.
HÜRRİYET’İ ELEŞTİRMEDEN GAZETECİLİK EĞİTİMİ OLUR MU?
HÜRRİYET’İ ELEŞTİRMEDEN GAZETECİLİK EĞİTİMİ OLUR MU?
-Medyanın iç yapısına, meslek örgütlerine
bakalım biraz da. Medya patronları ve yöneticileriyle editörler, muhabirler
arasında derin bir uçurum olduğunu hepimiz biliyoruz. Olup biteni gören, tanık
olan, yazmak isteyen muhabirler var, ama ya sisteme uymak zorunda kalıyor
öğütülüyorlar, ya da işsiz kalıyorlar. Üstelik o kadar çok basın yayın okulu
var ki. Sen bu okullardaki eğitimi ve genç gazetecilerin teoriyle pratik
arasında yaşadığı çelişkiyi nasıl görüyorsun?
Ben de uzun yıllar Galatasaray ve Marmara Üniversitelerinde İletişim
fakültelerinde lisans ve doktora sınıflarında ders verdim. Öncelikle gazeteci yetiştirmek için dört yıl çok uzun, gereksiz. Zaten
ABD ve Batı Avrupa’da Gazetecilik Okulları artık lisans düzeyinden çıkarılıp
lisansüstünde ve en fazla 2 yıl. Çünkü gazeteciliğin kendisi yani
gazetecilik/habercilik teknikleri, 4 yıl gibi uzun bir sürede öğretilecek
şeyler değil. İdeali, yani gazeteci olmak isteyen önce 4 yıllık bir sosyal
bilim lisansı/diploması alsın. Hukuk, İktisat, Tarih, Sosyoloji vs… okusun, hiç
olmazsa bir genel dalda az çok bilgi sahibi olsun sonra haber toplamayı, yazmayı, yazı edit
etmeyi, sayfa çizmesini, fotograf
çekmesini vs… iki yılda nasıl olsa öğrenir. Bizde dört yıl boyunca herhangi bir
konuda belirli düzeyde bilgi sahibi olmadan diplomalı gazeteci çıkıyor. Bu
gençlerin çoğu da ya işsiz kalıyor ya da iletişim dışı işlerde çalışmak zorunda kalıyorlar. Ben kendi öğrencilerimin bir
kısmını mezun olduktan sonra izledim. Ortalama 10 öğrencimden
bugün sadece 2’si basında çalışıyor, biri de iletişim akademisyeni olacak. Bu
çok düşük bir oran.
Teori ile pratik arasındaki çelişki, bir süredir, belki son 10-15 yılda
çözülür gibi. İletişim fakültelerinin eskiye oranla altyapıları iyileşiyor,
öğrenciler henüz talebe iken, kendi okullarının
radyo ya da televizyon stüdyosunda çalışabiliyor, gazete çıkarabiliyor.
Bir de eskiye oranla, daha çok sayıda ve mesleğe meraklı profesyonel
gazeteciler, iletişim fakültelerine gidip ders veriyorlar. Türkiye’de evet çok
fazla iletişim fakültesi var. Tüm mezunlar istihdam edilemiyor. Bir başka mesele de akademi-medya işbirliği. Burada çok
sorun var. Hürriyet’i eleştirmeden gazetecilik eğitimi veremezsin. Hürriyet’i
eleştirdiğin zaman da o kurum ve o grup, senin öğrencini staja almıyor,
haberini vermiyor vs… İdeal gazeteci mi yetiştireceksin yoksa piyasanın
ihtiyacı olan gazeteciyi mi? Bir başka sorun da iletişim fakülteleri esas
olarak muhabir+editör mü yetiştirecek, yani saha adamı, alt ve orta kadro
gazeteciler mi? Yoksa iletişim akademisyenleri, iletişim dünyasının üst düzey
yöneticilerini mi? Bunlar farklı müfredat, eğitim/öğrenim kadrosu gerektiren tercihler.
- Senin için medyanın kavramsal olarak
tanımlandığı şekliyle, yükümlülüğünü yerine getirdiği bir dönem ya da yayın
organı var mı?
Türkiye için bu soruna maalesef bir yanıt veremeyeceğim. Bilmediğimden ya
da hatırlayamadığımdan değil, ama Takvim-i Vekayi ya da ‘Le Courrier Ottoman’dan
bugüne bu topraklarda kamu çıkarını
savunan, bağımsız, özgür, halkçı, kaliteli bir gazete hiçbir dönemde olmadı. Bu
amaçlara yaklaşanlar oldu şüphesiz ama adı kalan, iz bırakan olmadı maalesef.
Dünyada biraz daha iyimser bakabileceğimiz örnekler var. Chomsky
anlatmıştı. 1930’larda 40’larda ABD’de her eyalette yüzbinlerce satan işçi
gazetelerinden örnekler göstermişti. Ben
Fransa’da 1. Libération dönemini (1972-80) çok olumlu bulurum. Bir de 1915’den
bu yana favorim Canard Enchainé’dir (Zincirli Ördek/Gaste). Bu iki gazete
konusunda da makaleler yazdım.
-Medyanın itibarsız bir hale geldiği
malum, bunun sence toplumdaki yansımaları neler? Sanki okur da izleyici de
medyaya karşı inançsızlık inancı geliştirmiş gibi. Bunun akıl ve vicdanlardaki
etkileri neler?
Tirajlara, satışlara baktığımızda, toplumun medyaya yüz vermediğini, itibar
etmediğini görmek kolay. Evet Türk egemen medyası inandırıcılığını,
güvenirliğini büyük ölçüde kaybetmiş durumda. 1980’lerde başlayan bu süreç AKP
ile hızlandı, derinleşti, yaygınlaştı. İnsanlar artık gazeteleri, toplumda ne
olup bittiğini öğrenmek için okumuyor. Devletin ya da hükümetin, ya da
muhalefetin ne dediğini öğrenmek için okuyor. Bu nedenle bugün Türkiye’de bir
tek gazete okuyup bir tek grubun televizyonunu izlerseniz Türkiye’yi anlayamaz,
takip edemezsiniz. İşiniz gücünüz yoksa en az 3 kesimin medyasını izlemek
gerek. Kadim medya (Mesela Hürriyet), yeni sultanlar (Mesela Zaman) bir de bu
toplumun en dinamik, en mücadeleci, en umut vaad eden kesimi olan Kürt medyası
(Firatnews.org ya da Özgür Gündem). Akıl
ve vicdanlarda boşluk, havadar bir ortam yaratıyor bugünkü medya manzarası!
Pis, çirkin bir hava var oralarda.
İNTERNET GAZETECİLİĞİ AMA…
-İnternetin özellikle gazetelerin yerini
alacağı, daha özgür, daha doğru habercilik yapılacağı öngörülmüştü. Bu öngörü
sence ne kadar gerçekleşti, gerçekleşme imkanı var mı?
İnternet, bir çok açıdan düşünce, ifade ve basın özgürlüğünün
alanını genişletti, derinleştirdi,
çoğalttı. Ama yine de iktidar, bu yeni mecrada da, sansür uyguluyor. Çok pahalı ve
çok yavaş İnternet hizmeti verilen Türkiye’de dört binden fazla site yasak.
Bunların bir kısmı çocuk pornografisi ama yasaklanan siteler arasında şiddet
öngörmeyen Kürt haber siteleri de var. Devlet yasaklıyor global çapta
Anonymouse, yerel çapta Redhack bu kısıtlamalara yanıt veriyor. Dolayısıyla
sanal mecrada da sansür/özgürlük mücadelesi bir şekilde devam ediyor. Her yeni
mecra piyasaya çıktığında bir önceki medya aracı tu kaka edilip yeni gelenin
nimetleri övülür, halbuki iletişim alanında tüm yeni mecralar bir eskisini
olduğu gibi ortadan kaldırıp, onun yerine geçmektense , yeni ek bir mecra
olarak sahneye çıkıyor. Bir de İnternet gerçek anlamda yeni bir medya olmaktansa, yeni bir medya mecrası olarak nitelemek daha doğru bence.
İnternetten gazeteleri okuyabiliyoruz,
radyoları dinleyebiliyoruz, televizyonları izleyebiliyoruz. Tabi bu yeni medya
dedikleri siteler, bloglar, Facebook,
Twitter gibi alanlar, haberciliği bence esas olarak olumlu bir şekilde
etkiliyor, besliyor. Son olarak Uludere/Roboski katliamı İnternet sayesinde
ortaya çıkarıldı. Herkes gazeteci, yurttaş gazeteci gibi kavramlar henüz bizde
kök salmamış, doğru ve ciddi uygulamaları gündeme gelmemişse de, gazeteci ile
yurttaş arasındaki sınırları korumak kaydıyla, dedikodu, ham işlenmemiş bilgi
ile haberi birbirinden ayırt etmek kaydıyla, yeni medyadan gazeteci olarak,
kaynaklara ulaşmak, sürat gibi konularda, yurttaş olarak da çok sayıda
kaynağa/habere/bilgiye kısa sürede ulaşabilmek ve yurttaş tepkisini/isteklerini
iletmek ve yayınlamak amacıyla yararlanmak sözkonusu.
-Bu medyadan kurtulmak mümkün mü, nasıl?
Bilerek mi soruyorsun bilmiyorum ama bu son sorunla başa döndük. Çünkü meslekdaşım, arkadaşım Nazım Alpman’la katıldığım,
işte Samandağ Evvil Temmuz Festivalinde bizim panelin başlığa da ‘Bu medyaya
karşı ne yapmalı ?’idi. Aslında tabi ki kurtulmak mümkün. Bu işin pasif yanı.
Yani egemen medyadan uzak tutarsın kendini, düzen gazetelerini okumaz, iktidarın televizyonlarını seyretmez,
AKPli İnternet sitelerini girmezsin. Temas etmezsin egemen medya ile, apoletli
medya ile yeşil medya ile böylece hiç olmazsa ruh sağlığını bir nebze olsun
koruyabilirisin. Ama işte temel mesele bu çürük/bozuk egemen medyayı diyelim ki
yıktık, ya da ondan uzak durduk, uzaklaştık, kime yakın duracağız? Haber ihtiyacımızı nasıl ve nereden karşılayacağız?
Bu da işin aktif/kurucu/yaratıcı yanı…Bu medyadan boykotla da kurtulmak mümkün.
Sonrasında, Batı’da ve Doğu’da bu neo-liberal global, ulusal, blgesel, yerel medyaya
karşı çok çeşitli, çok farklı seçenekler
geliştiriliyor. Çoğu İnternet üzerinden. Yurttaş temelli, STK destekli, az para
ile çok iş yapan, küçük ama parlak fikirle kamusal yaşamı etkileyebilecek,
genelde küçük ya da orta çaplı, çoğu zaman belli bir konuda uzmanlaşmış yanı
dar ve sınırlı bir alanda, e-mail grubu kurmakla başlayıp, korsan gazeteciliğe
kadar uzanan yol ve yöntemler var. Alternatif medya bir ihtiyaç olarak son
yıllarda çok gelişti, zenginleşti. Bizde maalesef öyle çok ilginç, yeni, farklı
projeler pek yok. Olur inşallah gelecekte!...
Bu söyleşinin edit edilmiş bir versiyonu Mesele dergisinin Eylül 2012 tarihli sayısında yayınlandı.
(*) Gazeteci İrfan Aktan, zaten bölgede çalışırken, bölgeye gelen CHP heyetinin çalışmalarını da bir süre muhabir olarak izledi.
Yorumlar