Ana içeriğe atla

Soldan gelip devleti savunmak




Peki sen kimin adına konuşuyorsun 

Sular İdaresi çatısından?

1 Mayıs 1977İnsanlar gazetelerde, televizyon kanallarında bilhassa internette günlerce konuştu, yazıştı. Çünkü delinin biri kuyuya bir taş atmıştı. 35 yıl önce Rauf Tamer, Ahmet Kabaklı ve Emniyet müdürlerinin söylediği bir menkıbeyi tekrar etmişti: 1 Mayıs 1977′de katliamı devlet değil, solcular yaptı! Bir dönüşüm / değişim kısa öyküsü.
Hiç kimse mükemmel değildir: Ben de 1972-82 yılları arasında uzunca bir süre profesyonel kadrolu olarak Aydınlıkçı oldum. Hiç pişman değilim. Aydınlık’tan, başta gazetecilik olmak üzere, çok şey öğrendim. Siyasî tahlil yapmayı da orada öğrendim. Şahane ve berbat arkadaşlar, dostlar edindim. Bir kısmı kalıcı, bazıları geçici…
Zaten 20 yaşına kadar solcu olmamışsan bir şeyin mutlaka eksiktir ve eksik kalır. Değil mi? 40′ından sonra solcu olmaya hiç kalkışma, komik oluyor. Daha da önemli mesele, 20′sinde solcu olanların 40′larına, bazen 50′lerine, hatta 60′larına gelince solculuktan cayıp sağcı, devletçi, ulusalcı, milliyetçi olması ki, Türkiye’de maalesef çok sık rastladığımız bir hadise. Döneklik deyip kesip atmak çok kolay. İşin içinde binbir boyut, neden, gerekçe var.
’80′de darbe oldu. Askerî cunta bizim gazetemizi kapattı. İşsiz ve başsız kalmıştık. Bir bakıma da iyi oldu. Kendi başımıza düşünme yeteneğimizi geliştirmeye başladık. Merkez Komitesi kararı olmadan da neyin (bize ve bana göre) doğru ya da yanlış olduğunu anlamaya başlıyorduk.
’83′den sonra Özal dönemi ya… Bizim eski arkadaş grubundan kimileri yavaş yavaş, ince ince Özal’ı övmeye başladı. Liberalizm aslında iyi bir şeymiş… Bak, şortla asker mangası denetleyerek orduya karşı çıkıyormuş… İhracaatı acayip artırmış…
Biz eski katılıklarımızdan kurtulmaya çalışırken, onların dili, söylemi müthiş değişiyordu. Aslında yakından bakınca çevreleri, yaşam tarzları, giyim-kuşamları, hatta oturma kalkma biçimleri bile değişiyordu. Özal hakikaten büyük bir değiştiriciydi. Eskiden DİSK’in grev alanlarında sendikacılık, muhabirlik, yazarlık yapanlar TÜSİAD’a “terfi” etmişlerdi. “İnsanın tabusu olmaması gerekir” diyorlardı. Hemfikirdik bu konuda. Ama biz de “tabumuz yok ama, ilkesiz de değiliz” deyince diyalog ortamı kapanıyordu.
Bir ara, şimdi sadece biri hâlâ solcu (kendimi saymazsam) olan dört-beş arkadaş kendi aramızda toplanıp bu değişimi, daha doğrusu, bazı arkadaşlardaki değişimi anlamak için toplantılar yaptık. Öyle gizli hücre tipi değil tabii. Boş zamanlarımızda bir araya gelip muhabbet tarzında… Temel sorular şunlardı:
* Bu kız (adam) eskiden solcu iken mi içtendi, yoksa şimdi Özalcı olarak mı samimi?
* Bu adam (kız), hatırlarım, köylünün toprak mücadelesinde Söke’de, Pazarcık’ta en öndeydi, şimdi Özalcı oldu! Nasıl oluyor?
Bu aralar, aslında ’60′ların sonundan ’80 darbesi sonrasına kadar, Aydınlık hareketinin en önemli teorisyenlerinden biri, şimdilerin ünlü tarih akademisyeni, 1 Mayıs 1977 konusunda solcuları suçlayan, devleti aklayan bir açıklama yaptı da, bütün bunlar bu nedenle aklıma geldi.
Sağı, devleti, iktidar partisini, başbakanı övmek artık giderek zorlaşıyor ya bir süredir, sola sataşmak, sola çamur atmak moda oldu. Guevara katilmiş, Deniz Gezmiş Ergenekon’un ilk militanıymış, filan falan… Solcuların solu eleştirmesi, solcuların kendi geçmişimizle yüzleşmesi son derecek doğal ve elzem. Ama burada yapılan, yeni sağcıların bugünkü ve eski sola savaş ilan etmeleri. Bunu yaparken de hem bugünkü hem de dünkü devleti savunuyorlar. Zor iş ama, çabalıyorlar işte…
Aslında ben çok da rahatsız oldum, hatta üzüldüm. Çünkü, vakt-i zamanında olanağı varken egemenlerin önemli bir şahsiyeti, iş dünyasının parlak bir siması olabilecekken, belki ailesel bağları, herhalde ideolojik tercihleri nedeniyle solcu olup, ezilenlerin, yoksulların safına geçip mütevazı, hatta zor koşullarda bir hayat süren bu kişiler, bir süre sonra, eskiden karşı çıktıkları, mücadele ettikleri, ortadan kaldırmayı düşledikleri sınıfın, kesimin, zümrenin, zihniyetin insanı haline geliyor, geldi. Geçmişsin aynanın karşısına, filinta gibi bir delikanlı, parkalı, bıyıklı, uzun saçlı filan… Bir süre sonra, aynanın karşısındaki aynı insan, pis kravatlı, beyaz beyinli olmuş. Farkında değil. Hatta belki memnun.
Baştan beri burjuva çocuğu, sağcı bir sürü insan var. Onlar doğal yollarında ilerledikleri için benim açımdan rahatsızlık ya da üzüntü verici bir durum yok. Üstelik bu klasik / geleneksel sağcı ve devletçiler, yeni gelenleri de pek öyle bağırlarına filan basmazlar ha… Pasta o kadar da büyük değil yani. Üstelik “sen 1915 meselesi konusunda etraflı bir özeleştiri ver de ondan sonra aramıza gel!” derler. Fena bozulursun. 1915′teki devletle 1977′deki devlet aynı devlet değil mi? Devletin sürekliliği esastır, değil mi?
Bu yeni sağcılar / gıcır devletçiler, eskiden yetişmelerine katkı sundukları solcu gençlerin yüzüne nasıl bakıyor? “Abi, sen dememiş miydin bana, ‘hayatta hep ezilenden, yoksuldan, hakkı yenenden yana olacaksın’ diye… Ne şimdi bu 1 Mayıs’ta solcular birbirini vurdu menkibesi?”
Bu kadar tahsil terbiye, bilgi, kültür sonuç olarak 2 Mayıs 1977 günü Rauf Tamer, Ahmet Kabaklı ya da Emniyet müdürünün yazıp söylediklerini 35 yıl sonra tekrar etmek için miydi? Yazıklar olsun!
’80-’83 yılları arasındaki sorulara bu aralar daha iyi yanıtlar bulabiliyoruz:
* Bunlar, solcuyken de, Özalcıyken de samimi idiler. Çünkü bunlar hep yükselen güçten yana oldular. İktidara yakın durdular.
* Söke’de, Pazarcık’ta köylü mücadelesinden şahsî bir beklentisi vardı. Olmadı. Özal onun şahsî beklentisini çok iyi anladı ve karşıladı.
Yıl sonunda kim şampiyon olursa o takımın taraftarı çok olur.
Solculuk öyle bir şey değil. Hiç değil.

Yorumlar

levent dedi ki…
http://anartri.blogspot.com/2012/05/hirsizin-hic-mi-sucu-yok-kadi-bey.html

saygılarımla,

levent

Bu blogdaki popüler yayınlar

Cumhuriyet gazetesi de Türkiye Cumhuriyeti gibidir:

  Kadim iktidar sahibi ama Cumhursuz ve bağnaz!   * Atatürk’ün emriyle kurulan Cumhuriyet gazetesi 100 yaşına bastı. Mustafa Kemal Atatürk ve T.C için olduğu gibi Cumhuriyet gazetesi için de şimdiye kadar elle tutulur, ciddi, çok yönlü, eleştirel perspektifli akademik ya da mesleki bir yayın yapılamadı. Ragıp Duran Cumhuriyet gazetesi hakkında şimdiye kadar yayınlanmış çeşitli yayınların çoğunu okudum. Büyük bir kısmı tek yanlı bir Kemalizm güzellemesi şeklinde kaleme alınmış. Kuşkusuz 100 yıllık tarihinde bu gazetenin gerçekleştirdiği sınırlı sayıda da olsa olumlu siyasi ve medyatik etkinlikler yok değil. Mesela Yaşar Kemal’in Anadolu röportajları. Ya da CUMOK’un ilk baştaki girişimleri. Okay Gönensin’in taslağını hazırladığı Vakıf yapısı. Celal Başlangıç’ın Kürt bölgesi haberleri… Cumhuriyet gazetesi herhangi bir günlük gazete değil. Adı, tarihi, mülkiyeti, yapısı, yayın politikası büyük ölçüde Mustafa Kemal Atatürk ve Cumhuriyet rejimi (1923-2002)   ile neredeyse özdeş. Gaze

Midilli’den İzlenimler: Ada değil Memleket…

  * Kitap tanıtım toplantısı bahanesiyle Türkiye’den gelen kırk yıllık arkadaşlarımla şahane 5 gün yaşadım Midilli’de. Eski ve yeni fotograf kareleri… Ragıp Duran Midilli, Ege’de Türkiye’nin hemen yanı başında kocaman bir ada. İzmir, Ayvalık ya da Dikili’den motorla en fazla 1 saatte ulaşıyorsun.   Benim Yunanca kitabımın tanıtım toplantısı için Midilli’de göçmenlerle çalışan Birarada Derneğinin davetlisi olarak adaya vardık. Yayıncım Yorgo Giannopoulos, ben ve Yiğit Bener, ‘’Selanik Sürgünü’’ kitabının Midilli’deki tanıtım toplantısında 23 Mayıs 2024 Ben 15-20 sene önce, birisi Türkiye-Yunanistan Defne Dostluk Derneği ile ikincisi mektepten arkadaşlarımla gezmeye Midilli’ye gitmiştim. Öyle turistik bir Yunan adası değil. Dağları tepeleri, yeşil vadileri olan güzel bir kara parçası. Son zamanlarda Türkiye’den günde 4-5 motorla yüzlerce turist geliyor. Ada halkı özellikle de esnaf memnun. Çünkü, ‘ ’Türkiye’den gelenler bize (Yunanlılara) çok benziyor. Alman, İngiliz ya da Fran

Ümit Kurt - Kanun ve Nizam Dairesinde / SOYKIRIM TEKNOKRATSIZ OLMUYOR!

  *Kurt’un son çalışması, bir çok yeni gerçeği belgeleriyle su yüzüne çıkarıyor. M.R.Mimaroğlu örneği,   sadece 1915’i değil günümüzü de açıklıyor.   Ragıp Duran   Tarih kitaplarının amatör bir okuru olarak, bizim kuşak, Kürt Meselesini İsmail Beşikçi’nin, Ermeni Meselesini de Taner Akçam’ın çalışmalarından öğrendi.   1915 Ermeni Soykırımı Araştırmalarının öncüsü olan Akçam’ın açtığı yolda ilerleyen tarihçi Kurt, bir önceki kitabında soykırımın Antep somutunda hem mikro analizini yapmış hem de yerel eşrafın (Aktörlerin) konum ve katkısını incelemişti.   Son çalışması olan ‘’Kanun ve Nizam Dairesinde’’ (Aras, 2023, Istanbul, 255 s.) ise, orta hatta üst düzey bürokrat Mustafa Reşat Mimaroğlu’nun (1878-1953) mesleki ve siyasi yaşamını irdelerken, 1915’in bürokrasi boyutunu sergiliyor. Kurt’un kitabını okurken altını çizdiğim bir kaç özellik var: * Akademik çalışmalarının bir bölümünü Kudüs’de gerçekleştirdiği için Kurt, 1915 ile Holokost   arasındaki benzerlik ve farklılıkla