Ana içeriğe atla

MEDYA LOKOMOTİF OLAMAZ VAGON OLUR ANCAK


Etkin Haber Ajansının sorularına toplu yanıt:


28 Şubat Tartışmaları


 
Darbe  ya da darbe girişimi, esas ve öncelikli olarak sadece hukuki/adli değil,  öz itibarıyla siyasi bir mesele. Dolayısıyla darbe, darbe girişimi ya da askeri vesayet gibi konular, öncelikle siyasi değerlendirmelerin/hesaplaşmanın konuları. Sorun, darbe yapan ya da darbe girişiminde bulunan general ile  savcı ya da yargıç arasına sıkışamayacak/sığamayacak kadar derin ve geniş .
Konu siyasi olduğuna göre, kentte (Polis’te) yaşayan herkesi, bugünkü anlamıyla tüm yurttaşları ilgilendiren bir konu. Bu ilgi, bir sabah kalktığımızda, gazetede savcının darbe yapan generali soruşturduğunu bildiren  haberi okumakla sınırlı kalamaz.
AKP ile 12 Eylül ya da 28 Şubat arasındaki ilişkilerde, Türkiye’de askeri darbe geleneği, mağdurların konumu gibi tayin edici konular gündeme bile gelmezken, bugünkü iktidar ile doğrudan kendilerine yönelmiş darbe girişimlerini cezalandırma, bir tür intikam alma eğilimi net bir şekilde ortaya çıkıyor.
12 Eylül’ü, 80 yaşını aşmış Evren ve Şahinkaya’nın şahsiyetiyle sınırlı gören,  kendilerini de iktidara getiren 12 Eylül kurumlarını (Mesela YÖK) olduğu gibi sürdüren bir iktidar, 28 Şubat’ı da Batı Çalışma Grubuyla sınırlayıp, Genel Kurmay Başkanına dokunmadan  İkinci Başkanını tutuklayıp  üstelik de Sincan cezaevine gönderen zihniyet,  intikamcı bir portre çiziyor.
Darbecilerden değil darbelerden hesap sorabilmek için, askeri vesayeti kaldırdığını ileri sürüp  sivil vesayeti kuranlar, iktidara geldikleri gün Kenan Evren ve Süleyman Demirel’den gidip bir tür icazet talebinde bulunmuş hatta onlardan akıl hocalığı talep etmişlerdi.
Bugünkü medya, AKP devletinin bu icraatlarını derinlemesine irdelemezken, demokrasi/özgürlük/barış alanındaki  zıtlıklarını  yazmadan, konuya eskiden olduğu gibi güç/iktidar yanlısı pencereden bakıyor.
İsmet Berkan’ın  medya-iktidar konusunda, 28 Şubat’la ilgili gözlem ve tahlillerine katılmıyorum. Berkan,  egemen medyanın her zaman iktidardan yana olduğunu unutmuş görünüyor. Çünkü o zaman askeri iktidarın isteklerine kimi zaman boyun eğen hatta kimi zaman o isteklerin fazlasını  büyük bir hevesle  karşılayan medya, bugün de AKP iktidarının isteklerine aynı şekilde yaklaşıyor.  Bu mekanizma  bir yandan medya mülkiyeti ile doğrudan ilişkili, bir yandan da medya ile siyasi iktidar arasındaki zorunlu ideolojik ağabey-kardeş   ilişkisinden kaynaklanıyor.  28 Şubat, evet belki sonuç olarak o dönem saptadığı hedeflere ulaşarak, siyasi iktidarı yerinden etti, ama bu ‘zafer’ esas olarak medya sayesinde gerçekleşmedi. Medya, dönemin  Refah Yol iktidarına karşı askeri merkezli kampanyalar düzenlememiş olsaydı da, o dönemin askeri iktidarı aslında hala esas iktidardı, muktedirdi. Medya belki bu süreci kolaylaştırmış ya da kısaltmış olabilir. 28 Şubat sürecinde medyanın  desteğinin tayin  edici, hatta olmazsa olmaz unsuru olabilmesi için, Refah Yol iktidarının medyanın da desteğiyle  bir halk hareketiyle devrilmesi gerekirdi. Yani ya demokratik bir şekilde erken seçime gidilip  Erbakan ve Çiller sandık başında mağlup edilebilirdi ; Ya da son dönemlerde  Doğu ve Orta Avrupa   ülkelerinde daha da yakın dönemde Arap ülkelerinde   tanık olduğumuz üzere siyasi iktidar sandık olmadan yerinden edilebilirdi. Medyanın, tayin edici bir rol oynamadığının bir başka gösterge ya da kanıtı da,  bu ‘Dinci/Şeriatçı’ ‘iktidarı deviren’ medyanın, nispeten kısa bir süre sonra ‘Dinci/Şeriatçı  iktidarın’ bir tür devamı   olan AKP’nin  önce iktidara gelmesini engelleyememesi, ardından da AKP iktidarını  ya can-ı gönülden ya da mecburen desteklemesi.
28 Şubat’ın medya ayağını  yargılayacağım, post-modern darbenin medyatik  kolundan  hesap soracağım diye, Ertuğrul Özkök ve Zafer Mutlu’yu tutuklayıp hapse atmanın alemi yok. Özellikle de 28 Şubat’ta muhaliflere yapılanın çok daha kötüsünün yapıldığı  günümüzde, yeşil giysili Özkök ve Mutlular gazetelerinde, televizyonlarında  tasfiye edilecek gazeteciler listesi yayınlayıp, savcıların kimleri sorguya çekeceğini yazıp söylerken , meslekdaşlarını ismen ihbar  ederken… Kötü bir fasit daire (Eskiden biz ‘Faşist Daire’ derdik)  başlar. Yeşil Özkök ve Mutlular da zaman içinde cezaevine düşer.
Unutulmamalı ki medya, dünyada hiçbir ülkede, hiçbir dönemde, siyasi gelişmeleri yönlendirmede tayin edici bir rol/işlev oynayamamıştır. Doğası, yapısı gereği de zaten oynayamaz. Çünkü bizatihi bir siyasi/ideolojik/toplumsal güce sahip olmayan bir üst yapı kurumu olarak medya, ancak temsil ettiği/sırtını dayadığı siyasi-toplumsal güç kadar güçlüdür.
28 Şubat süreci olsun, 12 Mart ya da 12 Eylül dönemleri olsun,  hakiki bir siyasi bir hesaplaşma , bir yüzleşme yapılacaksa, kuşkusuz üç-beş generalle sınırlı kalınmamalı, esas olarak darbeci zihniyet yargılanırken, işkence/kötü muamele ve bilimum haksızlıkların hesabı sorulurken, bürokrasinin tutumu da gözden geçirilmeli. Ne var ki bu hesaplaşma/yüzleşme  esas olarak polis-savcı-hakim-gardiyan zinciri  güzergahında kişisel intikam kokulu bir şekilde değil, Gerçek ve Adalet Komisyonları örneklerinde olduğu gibi, olumsuzlukların kökenine, siyasi-ideolojik nedenlerine inilerek,   geçmiş olumsuzlukların bir daha tekrar edilmesini önleyecek şekilde yapılmalı.
Medya da bu süreçte mutlaka hesap vermeli.  Yine de gazeteciliğin/haberciliğin hesaplaşma/yüzleşme alanı,  Polis-Adliye mekanları  değil geniş  okur katılımlı mesleki-sendikal tartışma/değerlendirme forumları  olmalı. Muhabirler, editörler, medya mülkiyetinin temsilcileri, başta güdümlü haberlerin mağdurları  ve ilgili/ilgilenen tüm okurlarla bir araya gelerek, sendikal  boyutun mutlaka mevcut olduğu forumlarda, derin değerlendirme ve tartışmalardan sonra, meslekten  men dahil  çok çeşitli yaptırımlar uygulayabilmeli. Bu tür çalışmalar ancak ‘Demokratik ve Özgür Bir Medya nasıl yaratılabilir?’ sorusuna yanıtlar aranarak verimli olabilir. Yoksa sadece sınırlı bir dönemde kadim yandaş medyayı  suçlamak/yargılamak çok anlamlı ve işlevsel değil. Kadim yandaş medya bir süre sonra yeni muhalefet medyası olarak boy gösterirken, kadim muhalif medya da yeni dönemde yeni yandaş medya giysilerine bürünüyor.
İlginçtir Türkiye’de,’ her  devrin adamı’  olmak makbul sayılırken, yapısı-doğası hatta artık neredeyse geleneği gereği , iktidarın müştemilatı haline gelmiş olan matbuat-basın-medya nebulası  zaten ‘Her iktidarın adamı’ olmaya müsait bir zemin yaratması  sayesinde medyayı da, gazeteciyi de, siyasi/ekonomik/ideolojik iktidarın maaşlı bir kurumu/memuru haline getirmiş durumda.
Türk egemen medyası, her dönemde, Kürt meselesi, Ermeni Sorunu,   Mustafa Kemal meselesi, laiklik, ordu  gibi temel siyasi-ideolojik konularda olağanüstü gerici-sağcı-devletçi  reflekslerle yayın yaptı, yapıyor. Çünkü, Türk egemen medyası, ideolojik patronajını gönüllü olarak benimsediği  resmi çizgi 1925’den yana bu temel konularda olağanüstü gerici ve sağcı politikalar savunuyor ve uyguluyor.

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Cumhuriyet gazetesi de Türkiye Cumhuriyeti gibidir:

  Kadim iktidar sahibi ama Cumhursuz ve bağnaz!   * Atatürk’ün emriyle kurulan Cumhuriyet gazetesi 100 yaşına bastı. Mustafa Kemal Atatürk ve T.C için olduğu gibi Cumhuriyet gazetesi için de şimdiye kadar elle tutulur, ciddi, çok yönlü, eleştirel perspektifli akademik ya da mesleki bir yayın yapılamadı. Ragıp Duran Cumhuriyet gazetesi hakkında şimdiye kadar yayınlanmış çeşitli yayınların çoğunu okudum. Büyük bir kısmı tek yanlı bir Kemalizm güzellemesi şeklinde kaleme alınmış. Kuşkusuz 100 yıllık tarihinde bu gazetenin gerçekleştirdiği sınırlı sayıda da olsa olumlu siyasi ve medyatik etkinlikler yok değil. Mesela Yaşar Kemal’in Anadolu röportajları. Ya da CUMOK’un ilk baştaki girişimleri. Okay Gönensin’in taslağını hazırladığı Vakıf yapısı. Celal Başlangıç’ın Kürt bölgesi haberleri… Cumhuriyet gazetesi herhangi bir günlük gazete değil. Adı, tarihi, mülkiyeti, yapısı, yayın politikası büyük ölçüde Mustafa Kemal Atatürk ve Cumhuriyet rejimi (1923-2002)   ile neredeyse özdeş. Gaze

Midilli’den İzlenimler: Ada değil Memleket…

  * Kitap tanıtım toplantısı bahanesiyle Türkiye’den gelen kırk yıllık arkadaşlarımla şahane 5 gün yaşadım Midilli’de. Eski ve yeni fotograf kareleri… Ragıp Duran Midilli, Ege’de Türkiye’nin hemen yanı başında kocaman bir ada. İzmir, Ayvalık ya da Dikili’den motorla en fazla 1 saatte ulaşıyorsun.   Benim Yunanca kitabımın tanıtım toplantısı için Midilli’de göçmenlerle çalışan Birarada Derneğinin davetlisi olarak adaya vardık. Yayıncım Yorgo Giannopoulos, ben ve Yiğit Bener, ‘’Selanik Sürgünü’’ kitabının Midilli’deki tanıtım toplantısında 23 Mayıs 2024 Ben 15-20 sene önce, birisi Türkiye-Yunanistan Defne Dostluk Derneği ile ikincisi mektepten arkadaşlarımla gezmeye Midilli’ye gitmiştim. Öyle turistik bir Yunan adası değil. Dağları tepeleri, yeşil vadileri olan güzel bir kara parçası. Son zamanlarda Türkiye’den günde 4-5 motorla yüzlerce turist geliyor. Ada halkı özellikle de esnaf memnun. Çünkü, ‘ ’Türkiye’den gelenler bize (Yunanlılara) çok benziyor. Alman, İngiliz ya da Fran

Ümit Kurt - Kanun ve Nizam Dairesinde / SOYKIRIM TEKNOKRATSIZ OLMUYOR!

  *Kurt’un son çalışması, bir çok yeni gerçeği belgeleriyle su yüzüne çıkarıyor. M.R.Mimaroğlu örneği,   sadece 1915’i değil günümüzü de açıklıyor.   Ragıp Duran   Tarih kitaplarının amatör bir okuru olarak, bizim kuşak, Kürt Meselesini İsmail Beşikçi’nin, Ermeni Meselesini de Taner Akçam’ın çalışmalarından öğrendi.   1915 Ermeni Soykırımı Araştırmalarının öncüsü olan Akçam’ın açtığı yolda ilerleyen tarihçi Kurt, bir önceki kitabında soykırımın Antep somutunda hem mikro analizini yapmış hem de yerel eşrafın (Aktörlerin) konum ve katkısını incelemişti.   Son çalışması olan ‘’Kanun ve Nizam Dairesinde’’ (Aras, 2023, Istanbul, 255 s.) ise, orta hatta üst düzey bürokrat Mustafa Reşat Mimaroğlu’nun (1878-1953) mesleki ve siyasi yaşamını irdelerken, 1915’in bürokrasi boyutunu sergiliyor. Kurt’un kitabını okurken altını çizdiğim bir kaç özellik var: * Akademik çalışmalarının bir bölümünü Kudüs’de gerçekleştirdiği için Kurt, 1915 ile Holokost   arasındaki benzerlik ve farklılıkla