Ana içeriğe atla

Savaş Alanlarında Foto Muhabirliği

‘Gorkma gorkma…Bir şey yapmaz…Fotografi makinesi bu…Öldürmez, vurmaz…Gorkma!’ (*) Savaş ve çatışma alanları bir süredir maalesef özgür ve bağımsız gazetecilere kapalı. Oralarda silahlı kuvvetlerin medyatik güçleri faaliyette. Geçmişte nispeten başarılı bir şekilde yapılan savaş muhabirliğine keşke hiç ihtiyaç duyulmasa…Ama yine de… Çatışma ve savaş alanlarında muhabirliğin yanı sıra foto muhabirliği de, özellikle ABD’nin 2003’deki Irak saldırısından itibaren savaşan tarafça uygulamaya konan ‘Embedded’ (**) gazetecilik yüzünden büyük ölçüde zayıfladı, işlevini yitirmeye başladı. Bugün artık savaş muhabirliği özgür ve bağımsız bir şekilde yapılamıyor. Çünkü savaşan taraflar savaşla ilgili ‘gerçekleri’ (Hiç olmazsa medyatik gerçekleri) bizzat kendileri inşa etmek istedikleri için, ‘embedded’ olmayan muhabir ve foto muhabirlerinin can güvenliklerinden sorumlu olmayacaklarını baştan açıklıyor. Resmi terminoloji bile bu konuda yeteri kadar açık veriyor: Amerikan askeri sözlüğünde embedded olmayan gazetecilere ‘unilateral’ yani ‘Tekyanlı’ deniyor. Embedded gazeteciliğin övgüsü yapanlar, muhabir ya da foto muhabirlerinin, savaş alanının en ince ayrıntısına, ateşin kaynağına kadar korumalı bir şekilde gidebileceğini, böylece güvenli bir şekilde işini yapabileceğini savunuyor. Bu görüşü savunanlar, muhabir ve foto muhabirinin ancak askeriyenin izin verdiği konuları yazıp, askeriyenin gösterdiği alan ve konuları kamerasına kaydedebileceği gerçeğine hiç değinmiyor. Keza, bu çevreler, embedded gazeteciliğin sadece ve sadece bir tek tarafın görüşlerini yaymakla yükümlü olduğunu unutuyor gibiler. Embedded gazeteciliğin, gazetecilikten çok, haber kaynağının halkla ilişkiler/reklam ajansı olarak işlev gördüğünü de kabul etmiyor. Çünkü ‘embedded’ gazetecilikte, haber kaynağı ile sadece temas var, mesafe yok. Embedded sözleşmelerinde de zaten bu durum baştan belirtiliyor ve sözleşmeye uymayan muhabir derhal geri gönderiliyor. Bugün ne yazık ki, muhabir ya da foto muhabirinin çatışma/savaş alanlarındaki rol, işlev, sorumluluk, karar alma süreci ve ‘objektifliği’ (Kameradaki objektif mi?) muhabir ya da foto muhabiri tarafından değil, kendisini ‘embedded’ eden ordu birliği ve onun başındaki askeri yetkili tarafından belirleniyor. 2003 yılından bu yana izlediğimiz, yani global ya da ulusal/yerel medyanın izleyip aktardığı savaş ya da çatışmalarda, embedded gazeteciler tarafından yazılan ya da yine o tür foto muhabiri tarafından çekilen hatırlarda kalan herhangi bir haber ya da fotograf yok. Bir de şöyle tersten düşünelim: Savaş muhabirliğinin geçmiş ve yakın zamanlardaki zirveleri sayılan John Reed, Ernest Hemingway, Albert Londres, John Pilger ya da Robert Fisk embedded muhabirlik yapsalardı, yazmış olduklarını yazabilecekler miydi? BİRAZ TARİHÇE Geçmişe baktığımızda, ilk kez Kırım Savaşında (1853-56) profesyonel gazetecilerin çatışma alanına kadar giderek gelişmeleri aktardığını biliyoruz. Keza yine bu dönemde savaşa ilişkin ilk görsel malzemeler, kroki, şema ya da illüstrasyonlar yayınlandı. Balkan Savaşları (1912) ve Birinci Dünya Savaşında da (1914-18) profesyonel muhabir ve foto muhabirlerinin, okurları haber ve fotograflarıyla bilgilendirmek için çalıştıkları arşiv ve kaynaklarda kayıtlı. Foto muhabirlerinin yanı sıra artık televizyon kameramanları da Vietnam Savaşı (1963-73) ve sonrasında savaşın görsel yüzünü de yurttaşlara TV aracılığıyla yansıtmaya başladılar. ABD’li-SSCB’li yani iki kutuplu dünyada, dolayısıyla Berlin Duvarının yıkıldığı 1989 yılına kadar, beş kıtada meydana gelen çatışma ve savaşlar, savaş muhabirliğinin ‘Altın Çağı’ olarak nitelenebilir.Çünkü bu dönemde, muhabirler ve kameramanlar, bugüne oranla nispeten daha bağımsız, daha özgür koşullarda çalışma olanağına kavuşabiliyorlardı. Ordular sürekli olarak savaşın coverage’ını (Gazeteciler tarafından izlenip aktarılmasını) yönlendirmek ve denetlemek için ‘Muhabir Havuzu’(Pool) ya da ‘Kaynaktan Sansür’ ya da bilahare sansür gibi yöntemleri uygulamış olsalar da, o dönemde Global Medyanın bugünkü kadar yaygın ve güçlü olmaması sayesinde, o dönem muhabirlerinin, foto muhabiri ve kameramanların bugünküler kadar ‘İnsani Duyarlılığa’ uzak olmamaları sayesinde savaşlar çok yanlı ve gerçeğe daha yakın bir şekilde aktarılabiliyordu. Kuşkusuz nispi bir olumluluk söz konusuydu o zamanlar. Milliyetçilik, savaşın bir tarafı olan devletin vatandaşı olan muhabir/foto muhabiri ya da kameramanın her zaman her yerde, savaşın vahşetini yansıtabilmesi/aktarabilmesi çok da kolay olmuyordu. Kuraldışı bir durum olsa da, Vietnam Savaşının son dönemlerinde CBS’in efsanevi haber sunucusu Walter Cronkite’ın, New York’daki stüdyodan çıkıp bizzat savaş alanına giderek , geçmiş dönemde kendi TV kanalı tarafından yapılmış olan tek yanlı, Amerikancı savaş coverage’ını büyük ölçüde tekzip eden yaklaşık bir haftalık haber yayınları bugün hala gazetecilik okullarında ders olarak okutuluyor, örnek veriliyor. Savaşların yoğunlaşması, iletişim olanaklarının da gelişmesi nedeniyle, eskiden daha dar bir kesimi (Politikacılar, askerler, sanayiciler…vs…) ilgilendiren çatışma ve savaşlar, daha geniş halk kesimlerinin de ilgi alanına girince, Hollywood da konuya değinmek zorunda kaldı. Başrolünü Nick Nolte’nin oynadığı 1983 yapımı ‘Under Fire’ (Ateş Altında) filmi, Latin Amerika’da Amerikalı bir foto muhabirinin meslekle vicdan arasındaki derin ve güç hesaplaşmasını anlatan güzel ve büyük ölçüde doğru bir filmdi. Ancak filmden önce dünyada ve bizde savaş muhabirliği yapan gazetecilerin yazdıkları, anlattıkları daha da önemlisi çektiği fotograflar, konunun ne kadar önemli aynı zamanda ne kadar hassas olduğunu gösteriyor. Mesela bir Robert Capa’nın İspanya İç Savaşında çektiği ‘Düşen Asker’ karesi, ya da Vietnam’da napalm bombası yiyen kız çocuklarını gösteren kare ile G.Vietnamlı bir polis şefinin bir militanı şakağından vururken çekilen kare… Örnekleri çoğaltmak mümkün. Bu kareler o savaşlarla neredeyse özdeşleşti. O savaşların simgesi, en kolay hatırlatıcısı oldu. ÇAĞATAY, ARAL VE REZA Ergun Çağatay, 15 Temmuz 1983’de Paris Orly Havalimanındaki terörist saldırıya uğrayana kadar Türkiye’nin en önemli foto muhabirlerinden biriydi. O saldırıda ağır yaralandı, aylarca yanık tedavisi gördü. O dönemde ben de Hürriyet gazetesinin Paris muhabiri idim. ( Hiç kimse mükemmel değildir). Ergun’u hastanede birkaç kez ziyaret ettiğimi hatırlıyorum. Bu ziyaretlerden birinde Ergun, başından geçen, mesleği ilgilendiren, bence çok derin bir şekilde algılanması gereken bir olay/bir sahne anlattı: ‘’Ben de kuyruktaydım. Bomba kulakları sağır edercesine patladı. Havada uçtum galiba. Sonra küt diye bir sütunun ayağına düşmüşüm. Kendimden geçmek üzereyim. Hayal meyal hatırlıyorum. Sırtım kolona dayalı, her yerim kan içinde. Ayağa kalkacak takatim yok. Etraf çığlık çığlığa… O sırada irkildim. Flu görüyorum. Ama bir flaş çaktı tam karşımda ve yakınımda. Biraz dirilir gibi oldum ya da bir uyarıcı etkisi yaptı o flaş bende. Şimdi flaş diyorum ama o sırada parlayan bu ışığın flaş mı yoksa başka bir bomba mı olduğunu bilmiyorum. Sonra bir başka flaş daha çakınca, flu resim biraz daha netleşti. Karşımda, taş çatlasa, 50 santim önümde, genç bir foto muhabiri resmimi çekiyor benim. Çocuğun yüzünü göremiyorum, makineyi görüyorum sadece, zoomlu, motorlu bir Nikon. Flaşlar arttı. Flaş aralarında objektifi görüyorum. O objektifin yansısında, benim daha önce Afrika’da, Orta Doğu’da çatışma, savaş alanlarında çektiğim fotograflar geçiyor. Çok ilginç. Tabi sonradan da çok düşündüm bu sahneyi. Ben ki, daha önce, şimdi karşımda çömelip benim kanlı yüzümü/vucudumu çeken foto muhabirinin yerindeydim, avcıydım bir bakıma, ama şimdi av olmuştum. O sırada tabi öyle derin fesefe yapacak halim yok ama sonra çok düşündüm bu sahneyi. O çocuğun çektiği resimlerin bazılarını da çok sonra gördüm. Acaip bir şey yani…’’. Ergun, genç meslekdaşını suçlayan bir tek sözcük kullanmamıştı. O sadece görevini yapıyordu. Sağlık ekibinden önce, büyük bir ihtimalle tesadüfen olay yerindeydi. Mesleği foto muhabirliği idi. Doktor olmadığına göre de o sırada orada Ergun’a ilk müdahale yapacak hali yoktu. Genç foto muhabiri, işini yaparken, flaşları patlatırken de, Ergun’u mesleki geçmişiyle olumlu anlamda yüzleştirmenin dışında, kimseye bir engel oluşturmuyordu. İkinci örnek, Ergun’dan bir sonraki kuşağın parlak temsilcilerinden Çoşkun Aral’ın bir cümlesi. Çoşkun, Türkiye’de ‘Anarşi döneminde’ (1975-80) Milliyet gazetesinde Savaş Ay ile birlikte Milliyet’de gece istihbarat servisinde çalışırdı. O dönem her gece Istanbul’da, Ülkücülerin katlettiği solcu gençlerin cesetleri çıkardı ortaya. Ertesi gün de rövanşın cesetleri. Çoşkun, savaş muhabirliği stajını Istanbul’da gece siyasi cinayetlerde yaptı. Çok sonraları, merkezi Paris’deki Sipa ajansının muhabiri olarak bütün dünyaya özellikle Afganistan’dan ve Lübnan’dan savaş fotografları gönderdi. Çoşkun, bir sohbette, son derece içten bir şekilde, o kurşunlanmış, paramparça cesetlerin fotograflarını nasıl güçlükle çektiğini anlatıyordu. Mealen: ‘Çok sıkıyorum kendimi. İğrenç görüntüler geçiyor vizörün önünden. Vicdan, bilinç, ahlak her şey darmadağınık o anlarda. Objektifle oynarken, öyle çeviriyorsun gelişigüzel, netlik filan umurunda değil. Ama sonra karanlık odada (O zamanlar daha dijital fotograf makineleri yoktu) çektiğin resim kağıt üzerinde netleşirken, çok oldu bana, bu iyi bir kare, bu yayınlandığında, on, yüz, bin okur daha savaşın iğrençliğini, vahşetini sadece duygusal olarak değil aklıyla da kavrayabilirse o zaman benim çektiğim o korkunç görüntü, bir işe hem de hayırlı bir işe yaramış olacak. Ben aslında, ne kendim ne de başka meslekdaşım , bir daha savaş fotografı çekmesin diye çekiyorum bu resimleri…’. Üçüncü örnek, aslında belki de en kıdemli foto muhabirinden bir kaç sahne. Mimarlık eğitimini yeni bitirmiş, biraz da fotografa meraklı bir genç, Tahran’da 1979 yılında evinde otururken, patlayan devrim dalgasını önce sokakta sonra evinin penceresinden fotograf makinesiyle belgelemek istiyor. Yabancı dil de bildiği için, o sırada Humeyni Devrimini izleyip aktarmak isteyen Batılı muhabir ve foto muhabirlerine rehberlik/tercümanlık (Fixer) yapan Reza, bugün National Geographic’in gözde foto muhabirlerinden biri. Devrimden sonra İran’da yaşamak/çalışmak, Reza gibi özgür ruhlu biri için çekilmez olduğu için, aldığı yeni makinelerle Paris’e gelip yerleşiyor ve o da uluslararası fotograf ajanslarının vazgeçilmez bir foto muhabiri oluyor. Hem Doğu’yu hem de Batı’yı, fotograf kültürü yani görsellik algılaması açısından da iyi bildiği için, medeniyetlerarası hakiki bir köprü oluyor. Reza, National Geographic’in Türkiye özel sayısını hazırlarken… Burada bir parantez açıp bir fotograf dergisinin nasıl hazırlandığına dair bir ek yapmalıyım, çünkü Reza anlattığında çok etkilenmiştim. Amerika Coğrafya Derneğinin aylık yayın organı olan bu yüzyıllık dergi, her sayının ana temasını en az dört yıl önce saptıyor. Bilahare bu dosyayı hazırlayacak olan foto muhabirleri ve yazarlar seçiliyor. Bu profesyoneller, masa başı ön hazırlıklarını yaklaşık bir yılda tamamlıyor. Konuyla ilgili olarak o zamana kadar yayınlanmış tüm bilgi, belge ve fotograflar gözden geçiriliyor, kitaplar okunuyor, uzmanlarla görüşmeler yapılıyor, bilahare saha çalışması başlıyor. Reza üç yıl içinde Türkiye’ye üç kez geldi, her birinde en az bir ay çalıştı. Yanlış hatırlamıyorsam 700 rulo film çekti. Reza tüm çalışmaları sırasında derginin kendisine verdiği kredi kartını sınırsız bir şekilde kullanabiliyordu. Uzatmayayım, 700 rulo film banyo edildikten sonra kullanılacak olan tahmini 100-150 karenin seçimi için 3-4 eleme turu yapılıyor, bu elemelere derginin yayın kurulu ve bağımsız foto muhabirleri katılıyor. Dergi hazırlanıyor, yazı(lar) gözden geçiriliyor. Burada da ilginç ve önemli bir ayrıntı. Resimaltlarına özel itina gösteriliyorlar. O zaman fax kullanılırdı. Dergiden bana uzunca bir resimaltları listesi geldi, sonra da ayrıca bir zarf içinde 100-150 kadar fotograf. Ve benden resimaltlarını gözden geçirmem, hem içeriği hem de imlayı denetlemem istendi. Hatırı sayılır bir ücret ödediklerini de hatırlıyorum. Gelelim şimdi doğrudan çatışma alanına ilişkin bir sahneye. Cizre’deyiz ve Reza ile Newroz kutlamalarını izliyoruz. Durum gergin. Panzerler (Kürtler ‘Tanzer’ der), tanklar, tam teçhizatlı asker ve polisler basmış etrafı. Reza gayet sakin. Omzunda 2-3 kamera, elinde küçük Leica’sıyla bir panzere iyice yanaştı, panzeri kullanan maskeli, kar gözlüklü askerin neredeyse vesikalık fotografını çekecek kadar yaklaştı. Asker, eliyle ‘Git buradan!’ dercesine tepki gösterdi, Reza ise gözünü objektiften geriye doğru çekti, Leica’yı yukarı kaldırıp askere gösterirken, o işlek Azeri şivesiyle: ‘Gorkma gorkma…Bir şey yapmaz…Fotografi makinesi bu…Öldürmez, vurmaz…Gorkma’ dedi. Eli tetikdeki asker o an orada çözüldü. Çevresindeki bizler de kahkalarla gülmeye başladık. Ortam biraz olsun yumuşadı. Panzerdeki asker, penaltıda ters köşeye yatmış kalecinin topu ağlardan çıkarırken duyduğu çaresiz sinir içinde gülemiyor bile. Söz Reza’dan açılmışken bir başka ortamda, Istanbul Fındıklı’daki Güzel Sanatlar Akademisinin Fotograf bölümünde, hoca ve öğrencilerle yaptığı bir sohbet toplantısı sırasında, bence unutulmayacak mesleki bir ders vermişti. Reza, yaklaşık yarım saat süren bir portfolio gösterisinden sonra soruları yanıtlayacak. Fransızca konuşuyor, ben de çevirmenliğini yapıyorum. İlk soru bir hoca’dan geldi: - Reza çok teşekkür ederiz. Çok güzel bir sunumdu. Benim bir sorum var: Bu ara, bu tür savaş fotografları çekmek için piyasadaki en iyi mercek hangisi sence? Reza, soruyu dinlerken bıyıkaltından gülümsemeye başlamıştı bile, az-çok Türkçe anlıyor. Normalde Fransızca yanıt vermesi beklenirken, Reza sağ elinin işaret parmağını sağ gözünün üstüne götürdü ve Türkçe olarak: - En iyi mercek… gözdür, göz, dedi. Müthiş bir alkış koptu salondan. LABARATUAR-I KÜRDÎ Savaş, çatışma alanlarında foto muhabirlerinin işlev, konum ve sorumlulukları hakkında aslında bir dizi temel ilke var. Bunlara bir şekilde ulaşıp incelemekte yarar var. Ama yine de her savaşın, her çatışmanın, dolayısıyla her durum ve sahnenin kendine has özellikleri olduğunu düşünecek olursak, foto muhabirinin de o duruma uygun bir şekilde hareket etmesi gerekiyor. Kimi yerde deklanşöre mutlaka basması gerekiyor, kimi yerde fotograf makinesini bile çıkarmaması gerekebiliyor. Bu nedenle de yukarıda aktarmaya çalıştığım bazı somut örnekler ve daha binlerce örnek mesleki açıdan daha yararlı olabilir. Biz Türkiye’de 1975-80 arası büyük kentlerde, ‘Anarşi Dönemi’ olarak adlandırılan günlerde çatışma alanı muhabirliği konusunda deneyim kazandık. Keza 1984’den bu yana Kürt bölgelerinde inişli-çıkışlı, kah yoğun kah sakin periyodlarda, doğrudan savaş muhabirliği yapıldı.Bu konunun henüz ayrıntılı, derin , siyasi ve mesleki boyutlarını bir arada ele alan bir çalışma maalesef henüz yapılamadı. Bölgenin kıdemli muhabirlerinden Faruk Balıkçı’nın bazı yazı ve kitaplarında bu konuda bir dizi ipucu elde etmek mümkün. Yılmaz Odabaşı’nın ‘Güneydoğu’da Gazetecilik…’ başlıklı kitabında da önemli bilgi ve olaylar aktarılıyor. Keza Kürt meselesinin önemli uzmanlarından biri olan Celal Başlangıç’ın kitap ve yazılarında da, belki foto muhabirliği çok ön plana çıkmasa da, habercilik açısından son derece önemli bilgi ve yaklaşımlar mevcut. Aslında foto muhabirinin, adından da anlaşılacağı üzere, sadece fotografla muhabirlik yapan bir profesyonel olmadığını saptamakta yarar var. Foto muhabirinin, hangi sahneyi nasıl çekeceğini bilmesi için, mutlaka en az uzman muhabir kadar, konunun ayrıntısı ve derinliğine vakıf olması gerekir. Çünkü belki on sayfa yazıyla anlatılamayacak bir bilgiyi, bir duyguyu, bir tek fotograf karesine sığdırma hünerine sahip olan foto muhabiri, o on sayfanın ötesinde/üstünde/dışında/fazlasında bilgiye sahip olması gerekiyor. Ayrıca foto muhabiri, bir gazeteci olarak, tüm gazetecilerin uyması gereken etik, ahlaki ve mesleki kurallara da uymasını bilecek. Amaç, bir olayı/olguyu en doğru bir şekilde, bağımsız ve özgür bir şekilde, en geniş açısıyla (Makinenin açısı değil gözün, beynin, gönlün ve vicdanın açısı!) okura yansıtmak. (*) Bu yazı, fotografsız dergisinin Bahar-Yaz 2011 Ağustos tarihli 3-4. Sayısında yayınlandı. (**) Embedded, İngilizce sözcük anlamı itibarıyla’ gömülü’,’ içine çakılmış’ anlamını taşıyor. Türkçe resmi medya terminolojisinde buna ‘İliştirilmiş’ diyorlar ki, işlevi tam olarak ifade etmiyor, çünkü muhabir aslında embedded olunca savaşan taraflardan birine ‘iliştirilmiş’ olmuyor, daha güçlü bir şekilde yapışmış/gömülmüş oluyor, dolayısıyla onun bir parçası haline geliyor. Mesela Fransızcada ‘Embedded’ sözcüğünün karşılığı olarak bizde de aynı anlamda kullanılan ‘ankastre’ sözcüğü kullanılıyor.

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Cumhuriyet gazetesi de Türkiye Cumhuriyeti gibidir:

  Kadim iktidar sahibi ama Cumhursuz ve bağnaz!   * Atatürk’ün emriyle kurulan Cumhuriyet gazetesi 100 yaşına bastı. Mustafa Kemal Atatürk ve T.C için olduğu gibi Cumhuriyet gazetesi için de şimdiye kadar elle tutulur, ciddi, çok yönlü, eleştirel perspektifli akademik ya da mesleki bir yayın yapılamadı. Ragıp Duran Cumhuriyet gazetesi hakkında şimdiye kadar yayınlanmış çeşitli yayınların çoğunu okudum. Büyük bir kısmı tek yanlı bir Kemalizm güzellemesi şeklinde kaleme alınmış. Kuşkusuz 100 yıllık tarihinde bu gazetenin gerçekleştirdiği sınırlı sayıda da olsa olumlu siyasi ve medyatik etkinlikler yok değil. Mesela Yaşar Kemal’in Anadolu röportajları. Ya da CUMOK’un ilk baştaki girişimleri. Okay Gönensin’in taslağını hazırladığı Vakıf yapısı. Celal Başlangıç’ın Kürt bölgesi haberleri… Cumhuriyet gazetesi herhangi bir günlük gazete değil. Adı, tarihi, mülkiyeti, yapısı, yayın politikası büyük ölçüde Mustafa Kemal Atatürk ve Cumhuriyet rejimi (1923-2002)   ile neredeyse özdeş. Gaze

Midilli’den İzlenimler: Ada değil Memleket…

  * Kitap tanıtım toplantısı bahanesiyle Türkiye’den gelen kırk yıllık arkadaşlarımla şahane 5 gün yaşadım Midilli’de. Eski ve yeni fotograf kareleri… Ragıp Duran Midilli, Ege’de Türkiye’nin hemen yanı başında kocaman bir ada. İzmir, Ayvalık ya da Dikili’den motorla en fazla 1 saatte ulaşıyorsun.   Benim Yunanca kitabımın tanıtım toplantısı için Midilli’de göçmenlerle çalışan Birarada Derneğinin davetlisi olarak adaya vardık. Yayıncım Yorgo Giannopoulos, ben ve Yiğit Bener, ‘’Selanik Sürgünü’’ kitabının Midilli’deki tanıtım toplantısında 23 Mayıs 2024 Ben 15-20 sene önce, birisi Türkiye-Yunanistan Defne Dostluk Derneği ile ikincisi mektepten arkadaşlarımla gezmeye Midilli’ye gitmiştim. Öyle turistik bir Yunan adası değil. Dağları tepeleri, yeşil vadileri olan güzel bir kara parçası. Son zamanlarda Türkiye’den günde 4-5 motorla yüzlerce turist geliyor. Ada halkı özellikle de esnaf memnun. Çünkü, ‘ ’Türkiye’den gelenler bize (Yunanlılara) çok benziyor. Alman, İngiliz ya da Fran

Ümit Kurt - Kanun ve Nizam Dairesinde / SOYKIRIM TEKNOKRATSIZ OLMUYOR!

  *Kurt’un son çalışması, bir çok yeni gerçeği belgeleriyle su yüzüne çıkarıyor. M.R.Mimaroğlu örneği,   sadece 1915’i değil günümüzü de açıklıyor.   Ragıp Duran   Tarih kitaplarının amatör bir okuru olarak, bizim kuşak, Kürt Meselesini İsmail Beşikçi’nin, Ermeni Meselesini de Taner Akçam’ın çalışmalarından öğrendi.   1915 Ermeni Soykırımı Araştırmalarının öncüsü olan Akçam’ın açtığı yolda ilerleyen tarihçi Kurt, bir önceki kitabında soykırımın Antep somutunda hem mikro analizini yapmış hem de yerel eşrafın (Aktörlerin) konum ve katkısını incelemişti.   Son çalışması olan ‘’Kanun ve Nizam Dairesinde’’ (Aras, 2023, Istanbul, 255 s.) ise, orta hatta üst düzey bürokrat Mustafa Reşat Mimaroğlu’nun (1878-1953) mesleki ve siyasi yaşamını irdelerken, 1915’in bürokrasi boyutunu sergiliyor. Kurt’un kitabını okurken altını çizdiğim bir kaç özellik var: * Akademik çalışmalarının bir bölümünü Kudüs’de gerçekleştirdiği için Kurt, 1915 ile Holokost   arasındaki benzerlik ve farklılıkla