Milliyet’in kurucusu A.Naci Karacan (1896-1955) Osmanlı döneminde başlayıp DP iktidarına kadar gazetecilik, gazete patronluğu yapmış sıra dışı bir beyefendi. Siyasi ve medyatik açıdan bugünkü manzaranın kökenleri hakkında ipuçları veren görüş ve uygulamaları var.
Kitap da artık sıradan bir meta muamelesi gördüğü için, süper marketlerde de satılıyor. Şimdiye kadar süper marketten üç kitap aldığımı hatırlıyorum: Falih Rıfkı’nın küçük boy Çankaya’sı, Tuğba Çandar’ın Hrant’ı ve Emine Uşaklıgil’in Benim Cumhuriyet’im başlıklı kitapları. Bu aralar bizim eve yakın süper marketin giriş kapısında promosyonlu (Hormonlu değil!) koca Diyarbakır karpuzları ile yine indirimli fiyatlı mayoların arasına yerleştirdikleri bir standta sarı kuşaklı bir kitabı ısrarla satmaya çalışıyorlar. 200 bin basmışlar. Ama tüm baskılara rağmen ben o kitaba yaklaşmıyorum bile.
Uşaklıgil’in kitabını çıkar çıkmaz almıştım. Çünkü daha yazım sürecinde Cumhuriyet’deki eski patronumla kitabın içeriği konusunda muhabbetimiz olmuştu. Okumaya başladığımda öyle hoşuma gitti ki, yavaş yavaş, sindire sindire, demlene demlene okumaya karar verdim. Sonra araya başka kitaplar girdi. ‘Benim Cumhuriyet’im’i bir kenara koymuştum. Yakında bitirip o kitapla da ilgili bir değerlendirme yazmak istiyorum.
Araya giren kitaplardan birini yeni bitirdim: Doludizgin/Milliyet’in Kurucusu Ali Naci Karacan: Bir Gazetecinin Hayatı. Yazan:Sadun Tanju. Karacan’la Yunus ve Nadir Nadi’lerin örtüştüğü dönemler var. İki kitabın konusu ve dönemleri de birbirine yakın. Uşaklıgil’in kitabı daha derin ve belki de biraz daha kişisel olduğu için farklı.
Basın tarihi açısından önemli bir çalışma Sadun Tanju’nunki. Çünkü gerek geçmişi öğrenmek/anlamak/tahlil etmek açısından, gerekse medyanın bugünkü konumunu kavramak ve az çok da olsa geleceği öngörebilmek için Karacan’ın yaşamı, düşünceleri, faaliyetleri çok sayıda ipucu veriyor okura.
Kitabın ilk baskısı Ocak 1986’da galiba Karacan yayınlarından çıkmış. Benim elimdeki baskı Şubat 2011 tarihli İş Bankası yayınları.
311 sayfalık kitabın yazarı Sadun Tanju, zaten önemli bir kalem. Vakti zamanında, Çetin Emeç konusunda ‘Bir Basın Şehidinin Anatomisi’(İzmir Büyükşehir Belediyesi Yayınları) başlıklı kitabını okumuştum. Röportaj ve biyografi ustası Tanju, Karacan kitabında da işlek, akıcı uslubunun yanı sıra fotograflı kısa biyografilerle zengin bilgiler aktarıyor. Tanju, kitabın sonunda, çalışmasını nasıl hazırladığını da anlatıyor ama ne bu çalışmanın kaynakçası ne de kendi kitapları hakkında bilgi veriyor.
Ali Naci Karacan’ın oğlu Ercüment Karacan’ın talebi (siparişi?) üzerine kaleme alınan kitap, ne bir yaşamöyküsü, ne bir roman, ne de bir belgesel; belki de bu üç türün hoş bir karışımı. Bir tür ve alan olarak biyografi ve biyografi yazarlığının nispeten yeni gelişmeye başladığı ülkemizde, Batı’daki ‘Official/Authorized Biography’ türü ile ‘Unauthorized Biography’ ayrımı, yani resmi/izinli/onaylı yaşamöyküsü ile yaşamöyküsü aktarılan kişinin desteği/izni/onayı hatta bilgisi olmadan yazılan biyografi arasında henüz bir ayrım yapılmıyor. Sadun Tanju’nunki daha çok izinli/onaylı biyografi kategorisine giriyor. Zaten önsözü yazan Ercüment Karacan da, kitaptan sözederken ‘Ali Naci Karacan’ın hayat hikayesini hazırlarken…’ ibaresini kullanıyor. Bu ayrım ve bu ayrıntı önemli, çünkü biyografi yazarı böyle bir çalışmada yaşamöyküsünü yazdığı kişiye ancak sınırlı bir eleştiri getirebiliyor. Nitekim kitap, bir Ali Naci Karacan güzellemesi/reklamı değil ama bir medya patronu olarak Karacan’ın gerek gazetecilik gerekse siyaset alanındaki tercihleri konusunda belki de yapılması gereken bazı eleştiriler konusunda oldukça tasarruflu davranmışa benzer yazar.
Karacan kitabı, 1896-1955 döneminde sadece Ali Naci Karacan’ı değil, bu yılların Türkiye siyaset ve basın dünyasını da anlatıyor. Bu nedenle, bizim gibi tarih cahili okurlar için, Karacan kitabı, tabi ki belirli bir perspektiften, yakın dönem Türkiye tarihi açısından da bilgi verici bir çalışma.
Kitap, benim matbuat-basın-medya olarak adlandırdığım üç aşamalı Türkiye gazetecilik tarihinin ilk dönemini anlatıyor. Tanju, Karacanların ve Milliyet’in öyküsünü sürdürüp basın ve medya dönemine de uzansaydı, Milliyet’in Aydın Doğan’a nasıl satıldığını da anlatsaydı, iyi olurdu.
Gazeteciliğin dar bir münevver kesimi tarafından icra edilip yine dar bir okur kesimine seslendiği dönemdeki zorluk ve sıkıntıların tümünü yaşamış bir gazeteci Ali Naci Karacan. Belli ki yüreğinde müthiş bir gazetecilik ateşi de var. En az 4-5 gazete kurup batırmış Milliyet’i yaratana kadar. Bu durum da kendisinin ne kadar sabırlı, kararlı olduğunu gösteriyor.
Kitapta benim dikkatimi en çok çeken bölümler, haliyle, Karacan’ın önce gazetecilik sonra da, ki çoğu zaman eşzamanlı olarak, siyasetle olan ilişkileri. Bu konularda yazıp çizdikleri, temasta olduğu insanlar, yani meslekdaşları ve devlet adamları ve onlarla diyalogları. Tanju, tüm bu muhabbetleri çok canlı, çok doğal bir şekilde aktarıyor. Kitaba roman havası veren bu bölümleri sindire sindire okurken film kareleri gibi geçiyor gözünüzün önünden Karacan’ın konuşmaları. Ayrıca anlatımın arasına giren fotograflar da ayrı bir görsel zenginlik katıyor kitaba. Ancak zaman zaman su yüzüne çıkan bazı nispeten kısa bölümlerde de, yine roman, ve galiba Gar Romanı tabir edilen türden roman havası verilen bölümlerde, Tanju’nun kalemi, 60’lı yılların Türk filmleri senaristlerinkine benziyor. Özellikle Karacan’ın kadınlarla ilişkilerini ve kadınlar hakkındaki görüş ve yaklaşımlarını anlatan bölümler bana pardon ama çok olgun gelmedi.
Karacan, daha Galatasaray Lisesinde okurken şiir, öykü, deneme ve özellikle de edebiyat polemikleriyle yazı dünyasında girmiş. Biz Mekteb-i Sultani’de ağabeylerimize, büyüklerimize saygıda kusur etmeyiz. Ama Ali Sami Yen’in okulundan mezun olup bilahare adı lazım değil Kadıköy’deki bir klubün yöneticiliğine rütbe-i tenzil olanları da anlamakta güçlük çekeriz. Büyük bir ihtimal o dönemlerde bugünkü rekabet ya da karşıtlığın henüz gelişmediğini tahmin ederek bu bahis üzerinde fazla durmayalım.
Karacan, belli ki iyi bir Istanbul ailesinde yetişmiş, burjuvaziden de öte aristokrat terbiye almış ve bunu doğal olarak yaşamına yansıtmış entelektüel bir Mösyö.
Baştan beri Mustafa Kemal’e inanmış bir gazeteci, dolayısıyla gazetecilik mesleğinin olmazsa olmaz koşulu olan ‘kamu adına iktidara muhalefet’ ilkesini neredeyse hiçbir zaman benimsememiş. Çankaya Köşkü ile arası çok iyi. Cumhuriyet’in kurucu kadrolarının çoğu ile yakın dost. Ama daha Cumhuriyet’in ilk yıllarında Gazi’nin emri ile Anadolu Ajansı’nın Balkan temsilciliğine atanıyor. O dönemde Atatürk’ün yakın çevresindeki bazı aydınların dolaylı /gizli sürgüne gönderildiğini biliyoruz. Tanju, Karacan’ın bu kategoriye girip girmediği konusunda açık/net bir bilgi vermiyor. Ama bir süre sonra Karacan’ın bu kez yine devlet görevi ile taa Latin Amerika’ya gönderilmesi Karacan’ın, Çankaya tarafından memleketten uzakta tutulması gerekli bir şahsiyet olması gerektiği izlenimini uyandırıyor.
Aslında doğru ve güzel bir şekilde gazetecilikten başka bir işle uğraşmayan Karacan, modern bir liberal olmasına rağmen, hatta zaman zaman gazeteciliğin bağımsız bir meslek olduğuna vurgu yapmasına rağmen, gazetecilikle devlet memurluğu arasındaki ilişkiyi, ne teorik ne de pratik düzeyde doğru kavrıyor. Mesela, basını dördüncü kuvvet olarak görüyor ama ‘E önündeki ilk üç kuvveti de hesaba katacaksın monşer! ’ mealinde bir tutum benimsiyor. Tiraj düşünce ‘körü körüne muhalefet’ (Ne demekse?) ilkesine de karşı çıkıyor. Karacan yine de işin esasını kavramış. Çünkü gazetecilikle-siyaset arasındaki ilişkiler konusunda görüş beyan ederken, bu iki dünyanın aslında gizli/açık bir iktidar mücadelesi verdiğini de çok iyi biliyor.
Karacan, belli ki hoş sohbet, tatlı bir adam. Ve hakikaten idealist bir gazete patronu.
Ne var ki bu meziyetler iyi gazetecilik için gerekli de olsa yeterli şartlar değil. Çünkü bugün hala tartışılan ve yaşadığımız önemli bir paradoks da, medya-iktidar ilişkileri. Karacan, Tanju’nun deyişiyle ‘Atatürkçü’ydü, İsmet Paşa’yı sayardı, Menderes’i ise severdi’. Bu üçlü ile ilişki, üç liderin siyasi-ideolojik farklı konum ve kimlikleri hesaba katıldığında pek mutlu ve doğal bir ilişki olmasa gerek. Ne var ki, üç dönemde üç iktidarın tepe isimleri olması, Karacan’ı bu üçlüyle olumlu ilişkiler içine sokmuş.
Bugün medya ‘piyasasında’ Evren-Özal-Erdoğan üçlüsü ile Karacan’ınki gibi ilişkide olan gazeteciler de var. Osmanlı’da ilk gazetenin Saray’ın onayı ve parası ile yayınlandığını, ilk gazetelerde çalışanların devlet memurları olduğunu hatırlayacak olursak, bu geleneğin, yani ‘iktidarın aparatı olarak gazetecilik’ anlayışının köklerini ve bugününü kolayca görebilir ve anlayabiliriz. Tabi o zamandan bu yana bazı değişiklikler de olmadı değil. Mesela Ali Naci Karacan’ın oğlu Ercüment Karacan’ı, Başbakan Saraçoğlu ABD’ye burslu olarak master yapmaya göndermiş. Şimdilerde durum değişti. Başbakanların çocuklarının ABD’deki okul masraflarını işadamları karşılıyor.
Cumhuriyetin kuruluş yıllarından hatta daha öncesinden, 1955’de vefatına kadar yazarlık/gazete patronluğu yapan Karacan’ın 1915 Ermeni kırımı ya da 1925 Şeyh Said İsyanı konusunda ne tür yayın yaptığını insan haliyle merak ediyor. Tanju’nun çalışmasında bu konularda kayda değer bir bilgi yok. Ama o dönem matbuatının bu iki hayati sorun hakkındaki yayınlarını az çok bilenler Karacan’ın olası tutumunu da kolaylıkla tahmin edebilir.
Karacan, kendi dönemindeki meslekdaşlarıyla ilişkilerinde son derece dürüst, bugün rastlanamayacak ölçüde dayanışmacı. Zıt fikirli olduğu yazarlara bile köşe verebilecek kadar liberal, bonkör. Karacan'ın, okuru küçümsemeyi rededen tutumu önemli. Ayrıca gazete başarısızlığa uğradığında, kendini/gazetecileri sorumlu tutacak kadar da özeleştiri yapma yeteneğine sahip.
Her gazetecinin gönlünde yatan aslan olan, bir gazete sahibi olmak, özellikle de iyi bir gazete sahibi olmak, tabi ki Karacan’ın da hem de genç yaşından beri en büyük ideali. Ne var ki, açıkça itiraf etmese de, bu gazete sahipliğinin altında, tabi ki biraz iktidar hevesi var, mutlaka büyük ölçüde gazetecilik şevki de var, ama tüm bunları ifade ederken de, biraz Simavi’nin Hürriyet’i ve Nadi’lerin Cumhuriyet’ini örnek alarak ‘kurumlaşmış bir gazete’ deyimini kullanıyor. Bu deyimi açtığımızda, düzgün çalışan, muhabir ve diğer personelin maaşlarını düzenli ödeyebilen bir kurum görüyoruz ki önemli ve olumlu. ‘Basının amacı, halkın her yönden gücünü artırmaktır’ tesbit ve tanımı da öyle boş yere söylenmiş bir cümle değil ama, devletçilik ve belki de özel olarak iktidar hastalığı, emek perspektifinden uzaklığı nedeniyle Karacan’ın bu cümlesi gerçek hayatta çok da anlamlı bir karşılık bulamıyor.
Kitabın sayflarında Atatürk’ten İnönü’ye, Saraçoğlu’ndan Ahmet Emin Yalman’a, Hüseyin Cahit Yalçın’dan,Hüseyin Rahmi Gürpınar, Yakup Kadri Karaosmanoğlu, Adnan Menderes,Ulunay,Peyami Sefa, Necip Fazıl Kısakürek, Bedii Faik ve Abdi İpekçi’ye ve daha bir çok siyasetçi, yazar ve gazetecinin karakalem portreleri var. Uzun bir medyatik ve siyasi şahsiyetler galerisi…
Kıyaslama belki çok uygun olmayabilir ama mesela Fransa’da popüler gazetecilik bağlamında bir Pierre Lazareff, ‘ciddi’ gazetecilik alanında bir Hubert Beuve-Méry ya da muhabirlik/röportajcılık dalında bir Albert Londres’un gerek yazdıkları gerekse yaptıkları, dünya basın tarihi açısından, siyaset-medya ilişkileri açısından, belki de en önemlisi ‘kamu yararına yapılan gazetecilik’ açısından bugün hala önemini koruyan yaklaşımlar, derin deneyim ve bilgiler içeriyor. Türkiye ile Fransa’nın farkı da bu ve bu gibi alanlar olsa gerek…
Yakın dönem Türk basın tarihi açısından, benim şahsi çekincelerim bir yana, önemli ve başarılı bir çalışma Tanju’nun kitabı. Çünkü Ali Naci Karacan, bugünkü gazete patronları ile kıyaslanınca, herhalükarda gazetecilik açısından evet belki ideal değil ama hiç olmazsa dürüst ve idealist bir patron.
Yorumlar