Ana içeriğe atla

ULUSAL ÖZDİL VAKASI

• Hürriyet yazarı Yılmaz Özdil’in şiddet övgüsü ve ayrımcılık içeren yazısı Nefret Söylemi kategorisinin şaheserlerinden biri. Münferit bir hadise mi? Mesleki-teknik boyutlar ve işin siyasi-ideolojik-toplumsal yönlerine baktığımızda, sağ duyu, hukuk, ötekini tanımak ve anlamak gibi kavramlar arıyoruz. Nafile!


Hürriyet gazetesi yazarı Yılmaz Özdil’in, Anayasa Mahkemesi tarafından kapatılmış olan DTP'nin siyasi yasaklı Başkanı Ahmet Türk’e Samsun’da gerçekleştirilen saldırıyı onaylayan, meşru kılmaya çalışan yazısı büyük tartışmalara neden oldu.

Meseleyi iki açıdan ele almak mümkün:
- Gazetecilik mesleği ve teknik açıdan
- Siyasi, ideolojik ve toplumsal açıdan

Mesleki olarak arızalı

Türkiye dahil bütün ülkelerin Ceza Yasaları ve Basın-Yayın Meslek Ahlak Kuralları, ifade özgürlüğü babında iki konuya kesin/açık kısıtlama getiriyor. Medyada, kamuda, akademide, sokakta her konuda her fikir, her görüş, her bilgi serbestçe yayınlanmalı, tartışılmalı ama sadece iki konu ifade özgürlüğü kapsamına girmediği gibi suç teşkil ediyor. Bunların birincisi şiddet övgüsü ötekisi de ayrımcılık. Bu yasağın mantık ve gerekçesi de kolaylıkla anlaşılabilir ve kabul edilebilir: Yazılı, sözlü ya da görsel ifade alanları, insanların, toplumların huzurlu, demokratik, güvenli ortamlarda yaşamalarına hizmet etmesi gerektiği için, şiddeti ve ayrımcılığı dışlamak zorunda. Bir barış mesleği olan gazetecilik de bu amaca hizmet edebilmek için, kamuya ilettiği mesajları oluşturur/üretir ve yayınlarken şiddet ve ayrımcılık konusunu elemek/dışlamak için çeşitli önlemler/filtreler geliştirmek zorunda.

Nefret Söylemi, son yıllarda gerek mesleki gerek akademik literatürde önemli bir yer almaya başladı. Aslında belki de Habil’le Kabil arasındaki ihtilaftan bu yana var olan Nefret Söylemi, bütün tarih boyunca özellikle savaş dönemleri öncesinde ve sonrasında çok sık gündeme geldi. Yakın dönemlerde de 1. ve 2. Dünya Savaşları öncesinde ve sırasında Nefret Söyleminin çarpıcı örneklerine rastladık. Daha yakın dönemlerde, Nefret Söylemi, ayrı bir lenguistik ve medyatik kategori olarak Rwanda Soykırımının sorumlularının yargılandığı özel Uluslararası Ceza Mahkemesi duruşmalarında gündeme geldi. Hutu-Tutsi iç savaşında öldürülmesi ‘’gereken’’ kişilerin isim ve adreslerini yayınlayan bir radyonun yetkilileri yargılandı ve mahkum oldu.

Metin ve Bağlam

Özdil’in yazısının içeriği de, Nefret Söyleminin çok tipik neredeyse tüm unsurlarını barındırıyor. Fiziki şiddeti onaylayan ayrıca da kah doğrudan kah dolaylı yöntemlerle ırkçılık kokan ayrımcılık unsurları barındıran yazı, söylembilimin dünya çapındaki uzmanı Hollandalı Prof. Teun A. Van Dijk’ın üzerinde ısrarla durduğu ‘The Text and The Context’ (Metin ve Bağlam) yaklaşımı açısından incelendiğinde daha da vahim bir manzara arzediyor.

26 yıldır süren iç savaş, DTP, Ahmet Türk, AKP’nin hazırlıksız, plansız, iyi niyet yoksulu, muhataplarının tatmin edememenin ötesinde sinirlendiren Kürt Açılımı bağlamında düşündüğümüzde, üstelik de bölgede operasyonların sürdüğü bir dönemde böyle bir yazı açıkça şiddete çağrı ve kışkırtma mesajı veriyor. Üstelik 1984’den bu yana süren silahlı çatışmaların yarattığı ortamda, Kürtlere yönelik sembolik şiddetin artık somut olarak fiziki şiddete hatta linç girişimlerine dönüştüğü hesaba katılırsa, Özdil’in yazısını konumlandırmak kolaylaşıyor. Öte yandan, Kürtlere yönelik sembolik ve fiziki şiddet, sadece Türk Silahlı Kuvvetlerinin harekatları sırasında Kürt silahlı militanlarına yönelmiyor. Türk sivil kesimlerinin de benzeri bir şiddeti Kürt silahlı militanlarının dışında kalan Kürt kesimlerine de yönelttiği ortada. Hatta Özdil’in yazısı işte tam da bu konumda.

Hürriyet, kova kaleci mi?

Mesleki-teknik gözlem alanına takılan bir sorun daha var: Gazete yazısı (Haber, röportaj, makale...vs...) sıradan, herhangi bir yazı ya da ifade tarzı değil. Kamu alanı olan medyada yayınlanması, bin, onbin, yüzbin hatta milyonlarca kişiye ulaştığı için, haber dili ya da genelde medyatik dilin bir dizi kural ve ilkeye uyma zorunluluğu var. Gazeteye yazı yazarken öne sürdüğümüz fikirler, akşam evde tek başına sayıkladığımız cümlelerden farklı olmak zorunda. Evde, yani özel hayatta, herhangi bir insan olarak konuştuğumuzda, aklımızda, gönlümüzden geçeni rahatça söyleyebiliriz, sorumluluğumuz kendimizle sınırlıdır da, gazete yazısı farklı. Çünkü gazeteye gönderdiğimiz yazı, yayınlanmadan önce, en az 3 farklı kişi (Editör) tarafından gözden geçirilmelidir. Yazıda belirtilen olguların doğruluğu (Fact Checking), yazının Türkçe gramer kurallarına uygunluğu ve nihayet yazının hukuki ve mesleki olarak yasa ve etik kurallara aykırı olup olmadığı mutlaka uzman editörler tarafından (Haber Müdürü, sayfa sekreteri, yazı işleri editörleri) denetlenmelidir. Keza, bir dördüncü editör, her yazıyı, gazetenin genel yayın politikalarına uygunluğu açısından (Yani gazetenin iç bütünlüğü/tutarlığı açısından) da okumalıdır.
Özdil’in yazısı, bu filtrelerden geçmemişe benziyor. Bu durumda iki ihtimal var: Hürriyet’in editörleri bu yazıyı okuyup da yayınlanmasına onay vermişlerse, Özdil’in işlediği suça iştirak etmiş sayılır. Okumadan sayfaya koymuşlarsa da, yine hukuken sorumludurlar, ayrıca da mesleklerini iyi yapmadıkları için kusurlu sayılırlar.

Editörlerin Özdil’in yazıları konusunda özel olarak itina göstermeleri, uyanık olmaları gerekirdi, çünkü Özdil, Nefret Söylemi konusunda sabıkalı bir kişi. Yıllar önce Istanbul’da oynanan Galatasaray-Leeds United maçı öncesinde Taksim’de Türk hooliganlar iki İngiliz taraftarı öldürdüklerinde, Özdil yine ırkçılık ve şiddet içeren başlıklar atıp, yazılar yazmıştı. O zaman Özdil’e karşı tedbir alınmadığı için seri katil işine devam ediyor.

Olumlu bir örnek

Oysa ki burada olumlu bir örnek olarak Radikal Gazetesi yönetiminin, özel olarak da İsmet Berkan’ın bir tasarrufunu hatırlamakta yarar var. Mine Saulnier adındaki bir köşe yazarı, şiddet içermese de, bir grup yurttaşa yönelik ayrımcılık içeren bir yazı yazmasının ardından gazeteden uzaklaştırılmıştı. Hoş, söz konusu yazar bilahare aynı grubun bir başka gazetesinde yazmaya devam etti. Ama Radikal’den uzaklaştırılması hem kendisine hem de bu tür kalemlere iyi bir ders vermiş olsa gerek.
Özdil’in şuursuz olduğunu öne sürmek mümkün değil. Dili ya da kalemi de sürçmüş değil. Özdil’in Nefret Söylemi, şimdiye kadar yazdığı yazıların tümünden de anlaşılacağı üzere, sistematik, kendi içinde tutarlı bir ‘öteki’ karşıtlığıyla açıklanabilir.

Örneğin, bu yazı yayınlandıktan 2 ya da 3 gün sonra, Özdil’in de üst düzey yönetici olduğu Star TV’de, Uğur Dündar’ın sunduğu haber bülteninde bu kez Nefret Söyleminin müştemilatı olarak iki vahim değerlendirme hatası daha yapıldı. Birincisi, Dündar, Samsun’daki saldırıdan sözederken (Artık lapsüs mü yoksa kasıtlı mı bilinmez) önce ‘Yumruklaşma’ dedi sonra ‘yumruklanma’ diye düzeltti. Dündar gibi kıdemli bir sunucu, metin okurken normalde bu tür hatalar yapmıyor ama o akşam tam da bu cümlede tekledi.
İkinci olarak, Dündar’ın, İç İşleri Bakanlığının olayla ilgili olarak Samsun Emniyet Müdürünü geçici olarak görevden el çektirip merkeze almasına karşı gösterdiği tepki de anlamlı. Dündar mealen ‘Ben bu Emniyet Müdürümüzün sicilini inceledim. Tertemiz bir Türk polisi (Yok, Arjantin polisi olacaktı!). Kabak bu kıymetli polisimizin başına patladı’ dedi. Bu yaklaşım, baştan sona arızalı. Haberin sonunda bilge adam pozlarında yorumlar yapan Dündar, siyasi ve adli sorumluluk kavramından bihaber olarak çok yakın bir akrabasının bir meslekdaşını savunmaya çalışırken, saldırının arka planının aydınlatılmasına karşı çıktığının farkında mı acaba? Bir nokta daha: Emniyet Müdürlerinin sicil kayıtları İnternet’de mi yayınlanıyor?

Nefret Söylemi müştemilatı

Nefret Söylemi konusunda ne kadar duyarsız olduğumuzu gösteren bir başka olgu: İlk iki gün gazete ve televizyonlarda saldırıyı gerçekleştiren kişinin patronu konumundaki kahvehane sahibinin garip açıklamaları da yer aldı. Söz konusu kişi, saldırganı övüp yüceltiyordu bu açıklamasında. Üstelik de doğru olmayan bilgiler vererek. Gazetecilik, haber değeri temelinde yapılır. Hem şiddet övgüsü yapan hem de yanlış bilgi veren bir kişinin söylediklerinin herhangi bir haber değeri olmadığı gibi bu açıklamayı yayınlamak da yine suç ortaklığına girer. Kahvehane sahibi saldırganın Mardin’de askerlik yaptığını, o sırada başına kötü işler geldiğini, bu nedenle sinirlenerek Ahmet Türk’e saldırdığını öne sürmüştü. Muhabir ve editörler de, bu bilgileri doğrulamadan, saldırıyı neredeyse haklı/meşru gösteren bu açıklamaları hemen yayınladı. Oysa ki, sonradan öğrendik, saldırgan askerliğini Mardin değil Kıbrıs’ta yapmıştı. Kahvehane sahibi ya da saldırganın herhangi bir yakını, akrabası, saldırıyı öven açıklamalar yaptıkça, bunları yayınlamamak gerekir. Üçüncü şahısların, saldırının planı, niyeti, nedeni, gerekçeleri ve arka planı hakkında ipucu verebilecek açıklamalar yapıyorsa, bunlar da itina ile denetlendikten sonra ve saldırıyı meşru göstermek amacının dışında bir eğilimle yayınlanmalı.

Mesleki-teknik bağlamda, Özdil’in yazısına yönelik tepkilerde dikkatimi çeken bir nokta: Mesela Reha Muhtar ve Cengiz Çandar’ın eleştirileri bana da doğru ve yerinde geldi ama mesela Tuna ve Kekeç’in yazılarında, eminim bütün iyi niyetlerine rağmen, belki de öfkeye kapılmanın getirdiği heyecanla, sorunlu ifadeler kullanmışlar. Tuna ve Kekeç, Özdil’in şiddet ve ayrımcı tavrına karşı çıkarken, onlar da benzeri şiddet ve ayrımcılık içeren ifadelere yer vermişler. Ayrıntısına girmiyorum ama şiddete karşı şiddetle, ayrımcılığa karşı da ayrımcılıkla mücadele edilmez. Sonuç olarak mesele Yılmaz Özdil’in şahsı değil ki...Bu kişi, ideolojik olarak toplumda var olan müessif bir eğilimin sözcülüğüne soyunmuş. Ağaca değil ormana bakalım.

Yüzyıllık Nefret

Gelelim şimdi işin siyasi, ideolojik ve toplumsal yanına: Özdil’in sergilediği şiddet yanlısı ve ayrımcı yaklaşım aslında yeni değil. Türk egemen basınında 1925 Şeyh Said İsyanından bu yana Kürtlere yönelik olarak olağanüstü saldırgan, sembolik şiddet unsurlarını barındıran, hakarethamis binlerce başlık atıldı, haber ve makale yayınlandı. Bu konuda Faik Bulut’un ‘Türk Basınında Kürtler’ başlıklı kitabı trajik örneklerle dolu. Yine o yıllardan bugüne resmi söylem,- ki medya çoğu zaman bu resmi söylemi yeniden üretiyor bazen de egemen medya resmi söyleme terminolojik üretim ve destek hizmetinde bulunuyor- Ermenilere, Alevilere, solculara, kadınlara, çocuklara, farklı cinsel eğilimi olanlara karşı benzeri bir Nefret Söyleminin ana karargahı konumunda. Kürt silahlı militanları bu egemen medyada uzun süre ‘Ermeni dölü’ olarak karalanmaya çalışıldı. En vahim yakın dönem örneklerinden biri de, Hrant Dink’in katil zanlısının yakalandıktan 3-5 saat sonra, yine Samsun’da , üniformalı polis ve jandarmalarla birlikte, elinde Türk bayrağı ile ‘hatıra fotografı’ çektirmesidir. Ötekine yönelik şiddet uygulayanın övülmesi/meşrulaştırılması hatta kahramanlaştırılması, üstelik de bu ideolojik-medyatik operasyonu bir güvenlik biriminin mekanında merkezi devletin en önemli simgesinin önünde gerçekleştirmek hakikaten büyük bir cüret ister.

Nazım Hikmet’ten Yılmaz Güney’e, Ahmet Kaya’dan Leyla Zana’ya kadar muhalif, solcu, aykırı şahsiyetlere karşı şahin kesilen egemen Türk medyası İttihat Terakki ’nin kiralık katillerini, Boğazlıyan kaymakamını, Susurlukçuları, Ogün Samast ve benzerlerini kahramanlaştırmakta beis görmüyor.

İşin bir başka toplumsal vahim hatta trajik yanı daha var maalesef: Büyük gazetelerin İnternet sayfalarındaki okur tepkilerine göz atın. Oralarda yüzlerce Yılmaz Özdil yaşıyor. Normal bir editoryal süzgeç olsa, hiç biri yayınlanamayacak kadar şiddet ve ırkçılık içeren bu okur mektupları, kasıtlı olarak yayınlanıyor. Çünkü buradaki görüşler, gazete muhabir ya da yazarlarının kaleme alamayacağı ve yayınlanamayacak düzeyde Nefret Söylemi içeriyor. Tecrübeyle sabit ki, bu tür şiddet yanlısı ve ayrımcı yaklaşımları eleştiren okur mektupları ise sıkı bir denetime tabi ve çoğu zaman da sayfaya giremiyor.
Özdil vakası, münferit bir hadise değil. Özdil, Türk toplumunun neyse ki çoğunluğunu oluşturmayan bir kesiminin hislerine tercüman oluyor. (Ya da Fuat Kozluklu’nun deyimiyle ‘Hürriyet oluyor’.)

İdeal çözümler

Şimdi ne yapmalı? Sorun Ahmet Türk’le Yılmaz Özdil arasında şahsi bir ihtilaf değil. Sorun kamusal bir mesele: Medyada Nefret Söylemi, somut olarak da şiddet övgüsü ve ırkçılık.
İki alanda mücadele gerekiyor: Hukuki ve mesleki.
Basın savcısı herhangi bir şikayet olmaksızın ya da şikayet üzerine bu yazı hakkında soruşturma başlatmalı ve en kısa zamanda Özdil’in ifadesine başvurmalı. Türkiye’de şimdiye kadar yanlış bir şekilde Kürtlere ve muhaliflere karşı uygulanan TCK’nın 301. maddesi uyarınca dava açmalı.

Mesleki olarak Cemiyet, Sendika, ÇGD, Medya Derneği (!) hatta Basın Konseyi Özdil’i vakasını incelemeli, soruşturmalı ve tüzüklerinde belirtilen yaptırımı uygulamalı.

Bu konuda en sorumlu makam, yayıncı kuruluş konumudaki Hürriyet yönetimidir. Berberoğlu’nun ilk önemli sınavı Özdil’e karşı takınacağı tutum olacak. Ben pek umutlu değilim ama bu sabıkalı şiddet övgücüsü ve ırkçılık hayranı yazar hakkında, gazetede iç soruşturma başlatılmalı, savunması talep edilmeli, soruşturma sonuna kadar da Hürriyet ve Star’daki görevlerinden ‘geçici olarak’ uzaklaştırılmalı. (SON/RD)

Yorumlar

Adsız dedi ki…
Bunlar Yılmaz Özdil'in ilk marifetleri değil. Onun şanlı geçmişi "two size"ye kadar uzanıyor.

Bu blogdaki popüler yayınlar

Cumhuriyet gazetesi de Türkiye Cumhuriyeti gibidir:

  Kadim iktidar sahibi ama Cumhursuz ve bağnaz!   * Atatürk’ün emriyle kurulan Cumhuriyet gazetesi 100 yaşına bastı. Mustafa Kemal Atatürk ve T.C için olduğu gibi Cumhuriyet gazetesi için de şimdiye kadar elle tutulur, ciddi, çok yönlü, eleştirel perspektifli akademik ya da mesleki bir yayın yapılamadı. Ragıp Duran Cumhuriyet gazetesi hakkında şimdiye kadar yayınlanmış çeşitli yayınların çoğunu okudum. Büyük bir kısmı tek yanlı bir Kemalizm güzellemesi şeklinde kaleme alınmış. Kuşkusuz 100 yıllık tarihinde bu gazetenin gerçekleştirdiği sınırlı sayıda da olsa olumlu siyasi ve medyatik etkinlikler yok değil. Mesela Yaşar Kemal’in Anadolu röportajları. Ya da CUMOK’un ilk baştaki girişimleri. Okay Gönensin’in taslağını hazırladığı Vakıf yapısı. Celal Başlangıç’ın Kürt bölgesi haberleri… Cumhuriyet gazetesi herhangi bir günlük gazete değil. Adı, tarihi, mülkiyeti, yapısı, yayın politikası büyük ölçüde Mustafa Kemal Atatürk ve Cumhuriyet rejimi (1923-2002)   ile neredeyse özdeş. Gaze

Midilli’den İzlenimler: Ada değil Memleket…

  * Kitap tanıtım toplantısı bahanesiyle Türkiye’den gelen kırk yıllık arkadaşlarımla şahane 5 gün yaşadım Midilli’de. Eski ve yeni fotograf kareleri… Ragıp Duran Midilli, Ege’de Türkiye’nin hemen yanı başında kocaman bir ada. İzmir, Ayvalık ya da Dikili’den motorla en fazla 1 saatte ulaşıyorsun.   Benim Yunanca kitabımın tanıtım toplantısı için Midilli’de göçmenlerle çalışan Birarada Derneğinin davetlisi olarak adaya vardık. Yayıncım Yorgo Giannopoulos, ben ve Yiğit Bener, ‘’Selanik Sürgünü’’ kitabının Midilli’deki tanıtım toplantısında 23 Mayıs 2024 Ben 15-20 sene önce, birisi Türkiye-Yunanistan Defne Dostluk Derneği ile ikincisi mektepten arkadaşlarımla gezmeye Midilli’ye gitmiştim. Öyle turistik bir Yunan adası değil. Dağları tepeleri, yeşil vadileri olan güzel bir kara parçası. Son zamanlarda Türkiye’den günde 4-5 motorla yüzlerce turist geliyor. Ada halkı özellikle de esnaf memnun. Çünkü, ‘ ’Türkiye’den gelenler bize (Yunanlılara) çok benziyor. Alman, İngiliz ya da Fran

Ümit Kurt - Kanun ve Nizam Dairesinde / SOYKIRIM TEKNOKRATSIZ OLMUYOR!

  *Kurt’un son çalışması, bir çok yeni gerçeği belgeleriyle su yüzüne çıkarıyor. M.R.Mimaroğlu örneği,   sadece 1915’i değil günümüzü de açıklıyor.   Ragıp Duran   Tarih kitaplarının amatör bir okuru olarak, bizim kuşak, Kürt Meselesini İsmail Beşikçi’nin, Ermeni Meselesini de Taner Akçam’ın çalışmalarından öğrendi.   1915 Ermeni Soykırımı Araştırmalarının öncüsü olan Akçam’ın açtığı yolda ilerleyen tarihçi Kurt, bir önceki kitabında soykırımın Antep somutunda hem mikro analizini yapmış hem de yerel eşrafın (Aktörlerin) konum ve katkısını incelemişti.   Son çalışması olan ‘’Kanun ve Nizam Dairesinde’’ (Aras, 2023, Istanbul, 255 s.) ise, orta hatta üst düzey bürokrat Mustafa Reşat Mimaroğlu’nun (1878-1953) mesleki ve siyasi yaşamını irdelerken, 1915’in bürokrasi boyutunu sergiliyor. Kurt’un kitabını okurken altını çizdiğim bir kaç özellik var: * Akademik çalışmalarının bir bölümünü Kudüs’de gerçekleştirdiği için Kurt, 1915 ile Holokost   arasındaki benzerlik ve farklılıkla