Ana içeriğe atla

MEDİAS / MEDİOCRE

Türk egemen medyasından yola çıkarak, şu soruyu sorabiliriz: Bu kadar çapsızlığın nedeni yapısal mıdır? Yoksa medya iyidir de medyacılar mı kötü? Bir üçüncü ihtimal daha var...

Sözcükbilimci değilim ama sözcüklerin kökeni ve ses çağrışımı ile anlamları arasında ilinti kurmaya çalışırım. Mesela Che Guevara'nın tartışmalı arkadaşı, Fransız filozof Regis Debray, 90'lı yıllarda 'Médialogie' (Medya bilimi ya da medya mantığı) kavramını ortaya attığında, bu sözcüğün 'Médiologie' şeklinde yazıldığını sanıp, 'médiocre' (Orta çaplı, çapsız) kavramı ile ilgili olduğunu zannetmiştim. Çünkü nitelikle nicelik arasında ters bir orantı olduğu eskiden beri yaygın bir görüştür. Yani bir şey ne kadar çoksa, ne kadar yaygınsa, hatta ne kadar popüler ise, kalitesi de o kadar düşük olur. Nadir şeylerin kıymetli olması gibi. Bu saptama Tanrı kelamı değil tabi. Çok, yaygın ve popüler olup, kaliteli olabilen 'şeyler' de, nadir de olsa vardır tabi. Kuraldışı ama mevcut.
Fransızların 'Mauvaises Langues' dediği kötü niyetlilerin, bu satırların hemen ardından 'Şimdi bir seçkincilik (Elitizm) övgüsü başlıyor' dediklerini duyar gibiyim. Elit olan bir şeyin genelde kaliteli olduğu doğrudur da, kaliteli bir şeyin ille de elit olması şart değil. Tabi bu arada 'elit' ve 'kalite' sözcük ve kavramlarına ne tür anlamlar yüklediğimiz de önemli. Ayrıca elitizm, baştan mahkum edilecek bir tutum da değil...
Nispeten uzun bu felsefi ve terminolojik girizgahtan sonra, Türk egemen medyasının neden bu kadar yüzeysel, çapsız, uçucu, hafif olduğunu anlamaya/tartışmaya çalışacağım. Yanıt arayacağım bir kaç soru olacak:

Medya, yapısal olarak mı çapsızdır? Öyle ise neden?
Medya Alanı (Bourdieu) ya da mekanizması/sistemi mi çapsızdır yoksa bu alanın yönetimi/yöneticileri mi? Her iki durumda da neden ?
Ve nihayet bu çapsızlığın panzehiri neler olabilir?

Teorik arayışların mümkün olduğunca somut örneklerle açıklanması hem daha kolay hem de daha inandırıcı olabilir. Bu nedenle Türk egemen medyasını ana örneklem olarak ele alıp, pek hoşlanmadığım bir tarz da olsa, bazı şahsiyetlere örtülü gönderme yapmak zorunda kalacağım.

İlk tohumlarını Sedat Simavi'nin attığı daha sonra Çetin Emeç'in popüler gazetecilik sıvası vurduğu, bugün de Genel Yayın Yönetmeninin kamusal olanı özelleştirme çabalarıyla biçimlenen Hürriyet gazetesi, Türk egemen medyasının hem rol modeli hem de en iyi alamet-i farikası olarak kabul edilir. Hürriyet'in yapısı mı çapsızdır? Neden?
Anglo-sakson popular/serious (Halk Gazetesi/Elit Gazetesi) ayrımına kasıtlı olarak karşı çıkan Hürriyet geleneği ve yapısı (Genel Yayın Politikaları, haber yaklaşımı, çalışma tarzı, mizanpajı...vs...), 'Apartmanın bodrum katında oturan kapıcıya da üst katta oturan profesöre de seslenmeyi' amaçlıyor. Popular/Serious ya da kapıcı/profesör ayrımına daha doğru bir deyişle farklılığına kasıtlı olarak karşı çıkmanın altında yatan mantık/ideoloji, bizim, 1923'den bu yana 'Sınıfsız, imtiyazsız, kaynaşmış, tasada kaderde birleşmiş tek bir kitle' olduğumuz yanılsamasıdır. Çıplak gözle bile görülebilen sınıf ayrımının üstünü örtmeye yarar bu yaklaşım. Kapıcı ile profesörü aynı siyasal/toplumsal/ekonomik/ideolojik/kültürel potada göstermeye hatta eritmeye yönelik bir tutumdur. Türklerin karışık salatayı çok sevmesinin altında yatan da, yıllardır solumak zorunda kaldığımız işte bu hayali kimlik atmosferi. Öne çıkarılan, en öne konan Türklük yani milliyetçiliktir. Sonuç olarak kapıcı da (Kürt olsa bile...) profesör de (Çerkez de olsa) Türktür. Böyle bir okur kitlesine, hedef kitleye seslenmek zorunda iseniz -ki tiraj açısından da bakıldığında zorundasınız- en küçük ortak çarpanı kendinize standart olarak almak durumundasınız. Medya organının, gazete/radyo/televizyonun, tüm yapısı da bu anlayışa göre inşa edilir ve geliştirilir. Amaç kapıcıyla profesörü buluşturmaktır. Böyle bir amaca sizi götüren yollar/konular ve yaklaşımlar kaçınılmaz olarak sınırlıdır. Kapıcı ve profesör erkek ise, gazetenizin birinci ve sonuncu sayfalarını 'Üçüncü Sayfa Güzelleriyle' doldurursunuz. Geri kalan haberlerde de kadınları, 'konu mankeni' olarak kullanıp, haberin özünü kadın cinselliği temelinde kaleme alırsınız. Böylece, sizi okuyan kapıcı ve profesör, bu mesleki/toplumsal kimliklerinden arınıp, gazetenizi salt erkek gözüyle okur. Yurttaşı/Okuru bu mesleki/toplumsal/ideolojik yani bir anlamda sınıfsal kimliğinden arındırmak/ıssızlaştırmak çok önemlidir. Bu nedenle de, bu sefer hem kadın hem de erkek ve üçüncü cinsiyetten insanların neredeyse tek ortak değeri olan milli kimliklerine yani Türklüklerine hitap eden haberler önplana çıkarılır ya da milli kimlikle hiç ilgisi olmayan haberlerde bile milli kimlik boyutu yapay olarak keşfedilir, kışkırtılır ve öne çıkarılır.

Aslında, Batı'da oldukça derin bir iş bölümü/uzmanlaşma var gazetecilikte. Bizim gazeteciliğimizin belki de en özgün yanlarından biri olan köşe yazarlığı ise bu uzmanlaşmaya açıkça ve kahramanca isyan eden önemli bir kurum. Bizdeki medya yapısı, bir kaç temel ortak değerin sömürüsüne dayalı olduğu için, yüzeysellik olmazsa olmaz bir kuraldır. Köşe yazarlarımız, bir gün Eurovision ertesi gün Nabuco üzerine fikir beyan ederler. Hepsi 'Pazar Siyasetçisi'dir ayrıca futbol uzmanı ve edebiyat eleştirmenidir. Bilmedikleri yazmadıkları hiç bir konu yoktur. Çünkü Türk egemen medyasında köşe yazarı olmak çok kolaydır. Siyasi ve askeri iktidara çok fazla karşı çıkmadan, genel geçer fikirleri kaleme almak, alışılmışın sınırları içinde bir-iki atraksiyonla, çeşitli şahsiyetler hakkında dedikodular yazmak, yukarıda sıraladığım ortak değerlerin yüceliğini övmek yeterlidir. Hele mensubu olduğunuz klik, gazete içinde güçlü ise, ya da tepelerde bir abiniz/ablanız varsa, iktidar içi dengeleri iyi ayarlayabiliyorsanız, 50-60 yıl boyunca köşe yazabilirsiniz.
Benim şöyle bir iddiam var: Bizde başyazar, şeyhül muharririn, yılların köşe yazarı gibi sıfatları olan şahısların yazılarını İngilizceye ya da Fransızcaya tercüme edip Times, Guardian, Daily Telegraph ya da Le Monde, Le Figaro'ya gönderin, okur mektubu olarak bile yayınlanamaz! İsteyen denesin.

Aslında Medya Alanı ile bu alanın aktörleri arasında sıkı bir karşılıklılık ilişkisi var. Betimlemeye çalıştığım medya alanı/sistemi/mekanizması, doğal olarak (Survival Reflex- Hayatta Kalma Refleksi) kendine uygun yönetici ve aktörler seçecek, onları barındıracak, bu tipolojiye uymayanları dışlayacaktır. Keza giderek yaygınlaşmaya ve meşrulaşmaya başlayan çapsız gazeteci tipi de bu alan içinde giderek güç kazanacaktır. Tüm haber ve yorumlarında, hatta fotograf ve karikatürlerinde sınıf kıstasını önplana koyan bir gazeteciye Hürriyet köşe açar mı? Hatta böyle bir gazeteciyi yazı işlerine alır mı? Sınıf kıstası dışlanmanın tek nedeni değil maalesef. Keza ciddi bir feminist, gerçek bir İnsan Hakları savunucusu, tutarlı bir Kürt hak arayıcısı da egemen medyanın dışladığı karakterler.

Popüler olma isteği aslında tek başına bir engel, bir olumsuzluk değil. Tabi, popüler derken elmalarla armutları ille de aynı sepete koyma israrından sözetmiyorum. Popülerlik ille de ideolojiler dışı bir yaklaşım değildir. Mesela popüler gazeteciliğin en çok geliştiği ülkelerden biri olan İngiltere'de, muhafazakar kitle Sun gazetesini tercih eder, İşçi Partisi yanlısı kitle ise popüler gazete olarak Daily Mirror'u benimsemiştir. Tıpkı 'Serious' gazete meraklısı olan sağcılar D.Telegraph'ı okurken, sol eğilimli elitler de 'Guardian' ı satın alır. Bizde ise popüler olma iddiasındaki gazeteleri birbirinden ayıran mizanpajı ve köşe yazarlarının adıdır sadece.

Panzehir önerilerine geçmeden önce, mecburen, bazı örnekler vereceğim.
Türkiye'de iki haber kanalında, biri vakti zamanında, haber bültenini garip yaratıklar programına dönüştürmüş bir kişi, diğeri de tiyatrocu-show man karışımı kifayetsiz muhteris bir zıpçıktı, çoğu zaman ciddi siyasi konularda 'Talk Show' programları yapıyor. Keza, yine ciddi siyasi, ekonomik, kültürel, toplumsal konular hakkında kadrolu televizyon simaları arasında eski sinema artisti bir hanım, sarışın ve genç olmaktan başka bir meziyeti(?) olmayan bir başka hanım, Türkçesi ve telaffuzu pek kıt şairimsi bir üçüncü hanım... ve çok sayıda benzerleri ekranları meşgul ediyor. Oysa ki Türkiye'de bu beylerden hanımlardan çok daha ilginç, farklı, iyi eğitim almış, çok daha yetenekli, başarılı yüzlerce insan var.

Yanlış bulduğum bir başka uygulama da, yine kadrolu bir grup medya 'primatı'nın her konuda ahkam kesmeleri. Kendini halk filozofu sanan kahve muhabbetçisi, spordan edebiyata sinemadan siyasete kadar her konuda fikir beyan ediyor. İçi de dışı bomboş... Bu zat, bu kategorinin galiba piri sayılıyor. Yenilerden sakallı bir iktisat profesörü var, o da nispeten daha siyasi ve liberal ama temcit pilavcısı. Ben bunlara zapping düşmanı diyorum. Toplamı 10-15 kişi, akşam kanallar arasında zapping yaparken kaçınılmaz olarak en az beşine mutlaka rastlıyorsunuz.
Gazetelere baktığımızda çok fazla isim saymak mümkün. Bunların gazetecilikle, köşe yazarlığı ile ne tür bir ilişkileri olabileceğini, gazetecilikten anlayan biri, doğru dürüst, mantıklı bir şekilde açıklayamaz. Şimdiye kadar üç kez emekli olması gereken Andıççı bir başyazar, penis mizahı yaptığını sanan tadsız bir karışık salata, kendini genç ve aykırı sanan iktidar sevdalısı bir çamur distribütörü... Bunların hiç biri ve diğerleri Batı'da, demokratik bir ülkede, medya okur-yazarlığının geliştiği bir memlekette gazetecilik yapamaz.

Sözkonusu şahsiyetlerin kimliği, kişiliği hakkında herhangi bir itirazım yok. Çoğunu da şahsen tanımam bile. Ama, iş bölümü/uzmanlaşma ilkesini çiğnemeleri bir yana, ehil olmadıkları halde kendilerini fasulye gibi nimetten saymaları tadsız bir ortam yaratıyor. İzleyici, 'Türkiye'de sanki bu konunun/alanın hiç mi doğru dürüst uzmanı yok da hep bu adamlar/kadınlar ekranda?' sorusunu soruyor. Oysa ki üniversitelerde, yayın evlerinde, çeşitli kültür kurumlarında çok sayıda parlak akademisyen, araştırmacı, uzman var. Bu kişilerin bir kısmı, haklı olarak medya ile samimiyet kurmak istemiyor, bir kısmı görüş ve tutumları nedeniyle zaten ya hiç çağrılmıyor ya da çok az davet alıyor. Dolayısıyla bu kişileri programa çağıranda da, her çağrıya evet diyende de kabahat/kusur var.

Tüm bu örneklerden sonra baştaki sorulardan birine kesin bir yanıt verebileceğimi sanıyorum: Evet, medya, özellikle de televizyon, yapısal olarak orta çaplı bir mecradır. Düşünmeye, sorgulamaya değil benzerleştirmeye (Mimétisme), önyargıları meşrulaştırmaya, kalıp yerleştirmeye (Tekrara), bildik yargıları pekiştirmeye hizmet
ediyor. E böyle bir medya yapısında da, bizde maalesef pek karşılığı bulunmayan Edward Saidlere, Noam Chomskylere hatta Seymour Hirschlere, John Pilger ya da Serge Halimilere yer olmadığı gibi, bu medya da yeni şaklabanlar, yeni cahiller, yeni çokbilmişler, yeni hoş ama boş genç kızlar ve oğlanlar üretmekten başka bir işe yaramaz.

Panzehir dediğim kuşkusuz sihirli değnek değil. Çünkü medya dediğimiz olgu/süreç/alan, aralarında tarih/siyaset/ekonomi/toplum/ideoloji/kültür gibi binbir boyuttan oluşan/etkilenen canlı bir varlık. Bu nedenle çapsız medyanın panzehiri esas olarak bu medyanın içinde değil. Türk egemen medyasının iflah olabilmesi oldukça uzun bir yüzleşme/özeleştiri sürecine bağlı. Üstelik bu süreç, medyanın tek başına gerçekleştirebileceği bir eylem değil.Çok köklü bir zihniyet değişimi hatta devrimi sadece medya alanına değil tüm toplum için bir zaruret. İç ve dış dinamikler, medya sözkonusu olduğunda akademiler, medya-okur yazarlık bilgi ve bilinci yüksek yurttaşlar, profesyoneller, meslek kuruluşları, tüm Sivil Toplum Kuruluşları kolektif bir inceleme-araştırma-tartışma sürecine girebilirse, sorunları saptayıp, çözümleri gündeme getirebilir. Tabi bunun için de iktidarıyla, muhalefetiyle en önemlisi devletiyle, tüm siyasi mekanizmanın uygun koşulları yaratması gerekiyor. Teknik ve mesleki boyutta Barış Gazeteciliği, Yurttaş Gazeteciliği, Topluluk Yayıncılığı gibi alternatif yöntemleri güçlendirip yaygınlaştırmak da gerekli. Kadrolar konusunda kısa ve orta vadede çok ümitvar olamayız. Yine de ilkokullardan itibaren medya okur-yazarlığı dersleri iyi bir başlangıç olabilir. Gazetecilik eğitimini bir an önce lisans düzeyinden çıkarıp, meslek yüksek okullarına kaydırmak ve uzman gazetecilik için de master programları hazırlamak gerekir.
Medya ile memleket hemşehridirler. 'Her ülke layık olduğu medyaya sahiptir', demiş Le Monde'un kurucusu Hubert Beuve-Méry. Her medya da yayın yaptığı topluma müstehaktır, diyebiliriz.
Yapısal olarak medyanın doğal sığlığının, yapısal ve dönemsel olarak medyacıların kronik kalite eksikliğinin önemli neden ve sonuçlarından biri de kuşkusuz okur kitlesinin konumu ve durumu. Gazetelerin İnternet sayfalarında haberlere verilen tepki ve yorumları gözden geçirirseniz, okur cemaatinin de bu genel düzeysizlik kervanına hiç çekinmeden katıldığını görebilirsiniz.
Sonuç olarak, etimolojik olarak rabıtasız da olsa, medya sözcüğü ile 'médiocre' sıfatı arasında yoğun/uzun bir irtibat mevcut. Öyle olmasaydı, bu kadar çapsız adam/kadın neden bu medyanın başına musallat olurdu?

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Cumhuriyet gazetesi de Türkiye Cumhuriyeti gibidir:

  Kadim iktidar sahibi ama Cumhursuz ve bağnaz!   * Atatürk’ün emriyle kurulan Cumhuriyet gazetesi 100 yaşına bastı. Mustafa Kemal Atatürk ve T.C için olduğu gibi Cumhuriyet gazetesi için de şimdiye kadar elle tutulur, ciddi, çok yönlü, eleştirel perspektifli akademik ya da mesleki bir yayın yapılamadı. Ragıp Duran Cumhuriyet gazetesi hakkında şimdiye kadar yayınlanmış çeşitli yayınların çoğunu okudum. Büyük bir kısmı tek yanlı bir Kemalizm güzellemesi şeklinde kaleme alınmış. Kuşkusuz 100 yıllık tarihinde bu gazetenin gerçekleştirdiği sınırlı sayıda da olsa olumlu siyasi ve medyatik etkinlikler yok değil. Mesela Yaşar Kemal’in Anadolu röportajları. Ya da CUMOK’un ilk baştaki girişimleri. Okay Gönensin’in taslağını hazırladığı Vakıf yapısı. Celal Başlangıç’ın Kürt bölgesi haberleri… Cumhuriyet gazetesi herhangi bir günlük gazete değil. Adı, tarihi, mülkiyeti, yapısı, yayın politikası büyük ölçüde Mustafa Kemal Atatürk ve Cumhuriyet rejimi (1923-2002)   ile neredeyse özdeş. Gaze

Midilli’den İzlenimler: Ada değil Memleket…

  * Kitap tanıtım toplantısı bahanesiyle Türkiye’den gelen kırk yıllık arkadaşlarımla şahane 5 gün yaşadım Midilli’de. Eski ve yeni fotograf kareleri… Ragıp Duran Midilli, Ege’de Türkiye’nin hemen yanı başında kocaman bir ada. İzmir, Ayvalık ya da Dikili’den motorla en fazla 1 saatte ulaşıyorsun.   Benim Yunanca kitabımın tanıtım toplantısı için Midilli’de göçmenlerle çalışan Birarada Derneğinin davetlisi olarak adaya vardık. Yayıncım Yorgo Giannopoulos, ben ve Yiğit Bener, ‘’Selanik Sürgünü’’ kitabının Midilli’deki tanıtım toplantısında 23 Mayıs 2024 Ben 15-20 sene önce, birisi Türkiye-Yunanistan Defne Dostluk Derneği ile ikincisi mektepten arkadaşlarımla gezmeye Midilli’ye gitmiştim. Öyle turistik bir Yunan adası değil. Dağları tepeleri, yeşil vadileri olan güzel bir kara parçası. Son zamanlarda Türkiye’den günde 4-5 motorla yüzlerce turist geliyor. Ada halkı özellikle de esnaf memnun. Çünkü, ‘ ’Türkiye’den gelenler bize (Yunanlılara) çok benziyor. Alman, İngiliz ya da Fran

Ümit Kurt - Kanun ve Nizam Dairesinde / SOYKIRIM TEKNOKRATSIZ OLMUYOR!

  *Kurt’un son çalışması, bir çok yeni gerçeği belgeleriyle su yüzüne çıkarıyor. M.R.Mimaroğlu örneği,   sadece 1915’i değil günümüzü de açıklıyor.   Ragıp Duran   Tarih kitaplarının amatör bir okuru olarak, bizim kuşak, Kürt Meselesini İsmail Beşikçi’nin, Ermeni Meselesini de Taner Akçam’ın çalışmalarından öğrendi.   1915 Ermeni Soykırımı Araştırmalarının öncüsü olan Akçam’ın açtığı yolda ilerleyen tarihçi Kurt, bir önceki kitabında soykırımın Antep somutunda hem mikro analizini yapmış hem de yerel eşrafın (Aktörlerin) konum ve katkısını incelemişti.   Son çalışması olan ‘’Kanun ve Nizam Dairesinde’’ (Aras, 2023, Istanbul, 255 s.) ise, orta hatta üst düzey bürokrat Mustafa Reşat Mimaroğlu’nun (1878-1953) mesleki ve siyasi yaşamını irdelerken, 1915’in bürokrasi boyutunu sergiliyor. Kurt’un kitabını okurken altını çizdiğim bir kaç özellik var: * Akademik çalışmalarının bir bölümünü Kudüs’de gerçekleştirdiği için Kurt, 1915 ile Holokost   arasındaki benzerlik ve farklılıkla