Ana içeriğe atla

GAZETECİ HANGİ KAMPANYAYA NASIL İMZA ATAR?


• Demokratik bir ifade özgürlüğü tezahürü ya da protesto beyanı olan imza kampanyalarında gazetecilerin konumu nedir? Ne olmalıdır? Her gazeteci her kampanyaya imza verebilir mi? ‘Özür Dilerim’ kampanyasındaki gazeteciler...



İmza kampanyaları özellikle İnternet’in sağladığı kolaylıklardan sonra Türkiye’de de yaygınlık kazandı. Neredeyse her hafta aydınlar, yurttaşlar, gençler, çeşitli baskı grupları önemli hatta hayati buldukları bir konuda dileklerini ya da protestolarını imza kampanyalarıyla kamuoyuna duyuruyor ya da duyurmaya çalışıyor. İmza kampanyası, yapı ve doğa olarak demokratik bir ifade tarzı. Mekanizma olarak da içeriği ne olursa olsun, yani sözkonusu talep ya da protestonun içeriği, imza kampanyası aracılığıyla hem kamuoyuna yansıyor, hem de imzacılar açısından bakıldığında sözkonusu içeriği paylaşan insanlar da kendilerini birlikte, hep beraber ifade etmiş oluyor.
Son olarak dört arkadaşımızın (Aktar, Bayramoğlu, İnsel, Oran) öncülüğünü üstlendiği ‘Özür Diliyorum’ kampanyası, yukarıdaki koşulları yerine getirmenin yanısıra 4 satırlık metnin içeriği nedeniyle geniş çaplı bir tartışma kampanyası başlattı. Sivil, vicdani ve bireysel bir kampanya olmasına rağmen, MHP’den başlayıp Başbakan, Cumhurbaşkanı ve Genel Kurmay Başkanlığı da konuya ilişkin tutumlarını açıkladı. Bu konuda yazı yazmayan, radyoda ya da televizyonda program yapmayan neredeyse kalmadı. ‘Özür Diliyorum’ kampanyası, karşı çıkanların açtığı çok sayıda ‘Özür Dilemiyorum’ kampanyalarına vesile oldu. İlk bakışta normal, demokratik gibi görünen bu ortam aslında , karşı çıkanların usluplarına, yaklaşımlarına bakıldığında tartışmadan çok tel’in kampanyası ve giderek de bir linçe benziyor. Milliyetçi fırtınalar estirmeye çalışanlar, rakiplerinin –ne demekse ?- ‘Türklüğünü sorguladı’, ‘Annesinin etnik kökenine’ gönderme yapıp ‘DNA testinden’ söz etti. Vatana ihanet, alçaklık, satılmışlık, ajanlık, cahillik gibi sıfatlar da sık sık kullanıldı özür karşıtlarınca.
Halen süren tartışmalarda, 1915 olayları ile 80’li yıllardaki Asala terörizmi ya da Büyük Felaket’le Ermeni Mezalimi de hem kavram hem de zaman olarak birbirine karıştırılmış olsa da, anakronik paradoksların yanısıra savunma içgüdülü ikrar yakalaşımları gündeme gelse de, tabu hiç olmazsa yerinden biraz kımıldamış olduğu için kampanya ileri bir adım sayılabilir. Hakaretlerin yanısıra ölüm tehditlerinin de bu aralar artmış olması, tartışma kültürümüzün düzeyini gösteriyor.

Bir yıl sürecek olan kampanyanın içeriği ve Ermeni Meselesi daha uzun süre tartışılacağı için ben bu yazıda sadece bir konuya değineceğim: O da gazetecilerin bu imza kampanyaları konusundaki tutumu. Yani, bir gazeteci, imza kampanyalarına nasıl, hangi koşullarda katılabilir? İmza verebilir ya da veremez ise neden?

Öncelikle ‘Gazeteci’ sıfatını, kavramını genel olarak kullanmaktansa açmakta yarar var. Çünkü mesela bir Genel Yayın Yönetmeni de, bir alanın uzmanlaşmış muhabiri de ‘Gazeteci’ sayılır, ne var ki, imza kampanyasına katılma konusunda bu iki gazetecinin konumları farklıdır. Keza, Türkiye’deki türden bir köşe yazarı ile yazı yazmayan ama sayfa sekreteri ya da editör konumundaki bir gazeteci de, imza kampanyalarında farklı konumdadırlar.

Öncelikle belirtelim: İmza kampanyasına katılmak yani imza vermek, bir taahütdür, bir angajmandır, bir görüş açıklama, bir tutum benimseme ve bunu kamuoyuna ilan etme eylemidir. Oysa ki belki genel olarak her ‘Gazeteci’ ya da daha doğru bir deyişle ‘Gazeteciliğin her makamı/görevi/alanı’ olmasa da, gazetecilik/habercilik esas olarak bir taahüt, angajman, görüş açıklama, tutum benimseme ve bunu kamuoyuna ilan etme mesleği/faaliyeti değildir. Gazeteciliğin esas olarak habercilik olduğunu varsayarsak, gazeteci olan biteni anlayıp açıklamak ve bunu yurttaşa anlatmakla görevlidir. Okur ya da yurttaş, esas olarak gazetecinin taahüdünü, angajmanını, görüş ya tutumunu merak etmiyor, hatta belki öğrenmek de istemiyor. Çünkü okurun, yurttaşın gazeteden, gazeteciden esas olarak beklediği, olayla ilgili doğru, inanılır, güvenilir, sağlam, dengeli, hızlı bilgi...

Bu tanım ve işlevlerden yola çıktığımızda gazetecilerin imza kampanyalarına katılmamaları gerektiği sonucuna varabiliriz. Çünkü gazeteci imza kampanyasına katıldığında taraf oluyor, dolayısıyla taraf olarak yapacağı haber ya da yazacağı yorumlar da, bir ihtimal çeşitli haber kaynaklarına eşit uzaklıkta duramadan haber ya da yorumlar olacaktır.

Dünyadaki uygulamalara baktığımızda, gazete yönetimleri, kendi kadrolu çalışanlarına imza kampanyalarına katılma konusunda bir dizi kısıtlama getirmiştir. Mesela Fransız Le Monde gazetesinde çalışan kadrolu gazeteciler (Yazar, editör ya da muhabirler) sadece ve sadece BASIN ÖZGÜRLÜĞÜ ve İNSAN HAKLARI konularındaki imza kampanyalarına katılabilirler. Üstelik bu katılım sırasında da ancak sadece kendi isimlerini kullanabilirler, gazetenin adını yazamazlar. Bu ilke/kural doğru olsa gerek. Çünkü bir gazeteci, kendi mesleği konusunda mutlaka tavır takınabilmeli. İnsan Hakları da, çok genel bir kavram olmasına rağmen, özgür ve bağımsız gazetecilik yapabilmenin belki de ilk ve en önemli koşullarından biri olduğu için, gazetecinin bu konudaki kampanyalara da katılmasına izin veriliyor. Gazetenin adının, kadrolu da olsa herhangi bir çalışanı tarafından kullanılmaması da önemli. Gazetenin adı ancak gazete yönetimince kullanılabiliyor.
Benzeri kısıtlamalar New York Times, FAZ, Guardian gibi gazetelerin ya iç tüzüklerinde ya da artık gelenekselleşmiş icraatlarında da var.
İnsan Hakları, oldukça geniş bir kavram olduğu için hatta bazen doğrudan siyasi konular bile İnsan Hakları kapsamında ele alınabileceği için, sıkıntı yaratabiliyor.

Getirilen kısıtlamaların amacı belli. Bir gazetenin, bir gazetecinin esas amacı okuru/yurttaşı bilgilendirmek hem de doğru/çokyanlı/hızlı bir şekilde bilgilendirmek olduğu için, herhangi bir imza kampanyasına katılım bu ana işleve halel getirmemesi gerekir.

İmza atılabilecek kampanyaları değerlendirdikten sonra şimdi de imza atabilecek gazetecilere bakalım. Gazetenin yöneticisi konumundaki kişilerin, yani Genel Yayın Yönetmeni, Yazı İşleri Müdürü ve Haber Müdürlerinin, televizyondaki anchorman ya da anchorwoman’larının Basın Özgürlüğü ve İnsan Hakları çerçevesinin dışında algılanabilecek kampanyalara imza atmamaları yeğlenir. Çünkü bu kişiler, konumları gereği tüm gazeteyi/televizyonu bağlar durumdalar. Keza, özgün bir alanın muhabiri de, mesela Ermeni sorununda uzman bir muhabirin (Türkiye’de yok ama...) bu son kampanyaya imza atması onun imzadan sonra yayınlayacağı haberlere okurların farklı gözle bakmasına neden olacağı için istenen bir durum değildir.

Türkiye’deki somut uygulamaya baktığımızda, son ‘Özür Diliyorum’ kampanyasına çok sayıda gazetecinin imza attığını görüyoruz. Bu kampanyayı ‘Basın Özgürlüğü’ ya da ‘İnsan Hakları’ çerçevesinde mütalaa ederek imza atmış gazeteciler olabilir. Ya da tamamen sivil, vicdani ve kişisel bir tutumla imza atmış meslekdaşlarımız da olabilir. Benim bu imzacı gazeteciler arasında ‘Hatalı davranmıştır, atmaması gerekirdi’ diyeceğim kimse yok. Köşe yazarlarının imzalamasında herhangi bir sorun yok çünkü onlar zaten köşelerinde görüşlerini açıklıyorlar, angajmanları belli.

İmzacılardan birisi geçenlerde dedi ki, ‘Dün akşam bir TV’de tartışma programına katıldık. Tartışma yöneticisi bence imza kampanyasına katılabilirdi. Ama imza vermemiş. Bize de ‘Ben imza verseydim bu programı yapamazdım’. Makul bir davranış.
Ece Temelkuran, Habertürk’de konuyla ilgili bir tartışmada, kendisi yönetici idi ama aynı zamanda imzacı olduğu için galiba biraz zorlandı. Kimseyi kayırmadı, kampanyaya karşı çıkanlara da haksızlık yapmadı ama kampanya karşıtları Temelkuran’ın imzacı kimliğini bildikleri için onu sıkıştırmaya çalıştılar.

Hoş, burada ilginç bir paradigma var: TV’de tartışma yöneticisi imzacı olursa sorun da, imzacı değilse sorun değil mi? Yani tartışmayı yöneten kişi imza kampanyası karşıtı ise, en az imzacı olmak kadar yansız olmayan bir tutum içinde.

Gazetecilik kuralları, gazeteciliğin neo-liberal fırtınalarla, temel amaç ve işlevinden uzaklaşıp, mülksüzler ve sessizler yerine, mülk ve güç sahipleriyle her türlü iktidarın sözcüsü haline gelmesiyle anlamını, önem ve değerini yitirmeye başladı. Türkiye örneğinde, Ermeni meselesi, ‘siyasetler üstü ve dışı bir milli mesele’ hatta ‘ölüm-kalım sorunu’ ya da ‘terörle mücadelenin vazgeçilmez bir boyutu’ belki de ‘aziz şehitlerimizin ruhuna saygı’ gibi tamamen ideolojik bir yaklaşımla tanımlanırsa, gazetecinin de önce Türk sonra gazeteci olduğu savı kabul görürse, o zaman işin etik, habercilik yanıyla filan ilgilenmeye hiç gerek kalmaz. Türkiye’de gazeteci, giderek ‘Devletin müştemilatı’, ‘Milli birlik ve beraberliğin sözcüsü’ gibi algılanmaya başladığı için gazetecinin hem kamusal işlevi hem de diğer özgün nitelikleri giderek siliniyor. Milliyetçilik hezeyanları gazetecileri de sarınca durum vahimleşiyor: Alırız ayyıldızlı bayrakları çıkarız Kardak tepeciklerine ve sonra da yazarız zafer haberlerimizi n’olucak ki...Gerekirse yeniden gider Bosna’ya bir Sırp daha vurur sonra da manşete çekeriz...Şehitler ölmez, vatan bölünmez! Türk özür dilemez! Türkten özür dilenir! Yaaa...

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Cumhuriyet gazetesi de Türkiye Cumhuriyeti gibidir:

  Kadim iktidar sahibi ama Cumhursuz ve bağnaz!   * Atatürk’ün emriyle kurulan Cumhuriyet gazetesi 100 yaşına bastı. Mustafa Kemal Atatürk ve T.C için olduğu gibi Cumhuriyet gazetesi için de şimdiye kadar elle tutulur, ciddi, çok yönlü, eleştirel perspektifli akademik ya da mesleki bir yayın yapılamadı. Ragıp Duran Cumhuriyet gazetesi hakkında şimdiye kadar yayınlanmış çeşitli yayınların çoğunu okudum. Büyük bir kısmı tek yanlı bir Kemalizm güzellemesi şeklinde kaleme alınmış. Kuşkusuz 100 yıllık tarihinde bu gazetenin gerçekleştirdiği sınırlı sayıda da olsa olumlu siyasi ve medyatik etkinlikler yok değil. Mesela Yaşar Kemal’in Anadolu röportajları. Ya da CUMOK’un ilk baştaki girişimleri. Okay Gönensin’in taslağını hazırladığı Vakıf yapısı. Celal Başlangıç’ın Kürt bölgesi haberleri… Cumhuriyet gazetesi herhangi bir günlük gazete değil. Adı, tarihi, mülkiyeti, yapısı, yayın politikası büyük ölçüde Mustafa Kemal Atatürk ve Cumhuriyet rejimi (1923-2002)   ile neredeyse özdeş. Gaze

Midilli’den İzlenimler: Ada değil Memleket…

  * Kitap tanıtım toplantısı bahanesiyle Türkiye’den gelen kırk yıllık arkadaşlarımla şahane 5 gün yaşadım Midilli’de. Eski ve yeni fotograf kareleri… Ragıp Duran Midilli, Ege’de Türkiye’nin hemen yanı başında kocaman bir ada. İzmir, Ayvalık ya da Dikili’den motorla en fazla 1 saatte ulaşıyorsun.   Benim Yunanca kitabımın tanıtım toplantısı için Midilli’de göçmenlerle çalışan Birarada Derneğinin davetlisi olarak adaya vardık. Yayıncım Yorgo Giannopoulos, ben ve Yiğit Bener, ‘’Selanik Sürgünü’’ kitabının Midilli’deki tanıtım toplantısında 23 Mayıs 2024 Ben 15-20 sene önce, birisi Türkiye-Yunanistan Defne Dostluk Derneği ile ikincisi mektepten arkadaşlarımla gezmeye Midilli’ye gitmiştim. Öyle turistik bir Yunan adası değil. Dağları tepeleri, yeşil vadileri olan güzel bir kara parçası. Son zamanlarda Türkiye’den günde 4-5 motorla yüzlerce turist geliyor. Ada halkı özellikle de esnaf memnun. Çünkü, ‘ ’Türkiye’den gelenler bize (Yunanlılara) çok benziyor. Alman, İngiliz ya da Fran

Ümit Kurt - Kanun ve Nizam Dairesinde / SOYKIRIM TEKNOKRATSIZ OLMUYOR!

  *Kurt’un son çalışması, bir çok yeni gerçeği belgeleriyle su yüzüne çıkarıyor. M.R.Mimaroğlu örneği,   sadece 1915’i değil günümüzü de açıklıyor.   Ragıp Duran   Tarih kitaplarının amatör bir okuru olarak, bizim kuşak, Kürt Meselesini İsmail Beşikçi’nin, Ermeni Meselesini de Taner Akçam’ın çalışmalarından öğrendi.   1915 Ermeni Soykırımı Araştırmalarının öncüsü olan Akçam’ın açtığı yolda ilerleyen tarihçi Kurt, bir önceki kitabında soykırımın Antep somutunda hem mikro analizini yapmış hem de yerel eşrafın (Aktörlerin) konum ve katkısını incelemişti.   Son çalışması olan ‘’Kanun ve Nizam Dairesinde’’ (Aras, 2023, Istanbul, 255 s.) ise, orta hatta üst düzey bürokrat Mustafa Reşat Mimaroğlu’nun (1878-1953) mesleki ve siyasi yaşamını irdelerken, 1915’in bürokrasi boyutunu sergiliyor. Kurt’un kitabını okurken altını çizdiğim bir kaç özellik var: * Akademik çalışmalarının bir bölümünü Kudüs’de gerçekleştirdiği için Kurt, 1915 ile Holokost   arasındaki benzerlik ve farklılıkla