Ana içeriğe atla

BİR ÇİFT PABUÇUN ETTİKLERİ

(15-16 Aralık günleri Birgün gazetesi ve İzmir Demokrat Radyonun sorularına verilen cevapların geliştirilmiş, yazıya dökülmüş versiyonu)

Iraklı gazeteci Muntazar El Zeydi’nin , Bağdat’ta ABDBaşkanı George W. Bush’un Irak Başbakanı ile birlikte düzenlediği basın toplantısı sırasında ayakkabılarını çıkarıp Bush’a fırlatması gazetecilik etiği ve felsefi açıdan tartışılması gereken bir olay.
Bir kaç madde halinde bu protesto yöntemini irdeleyelim:

• Gazetecilerin, muhabirlerin esas görevi, bir olayı, bir olgu ya da gelişmeyi haber yapmaktır. Bu nedenle gazeteci/muhabir olaya müdahale etmez, sadece bir gözlemci olarak olayı izler, tarafların görüşlerini alır, arkaplan bilgiyle besleyip haberini yazar ve okura/yurttaşa ulaştırır. Gazeteci/muhabir, bir olayın kahramanı olamaz, olmamalıdır. Gazeteci/muhabir, kahramanın açıklama ve tutumlarını izleyip, kaydetmek bunları bilahare haber haline getirmekle yükümlüdür. Evrensel, genel, yani her yerde kabul edilen ilke/kural budur.
• Ne var ki, tüm kural ve ilkeler belirli bir ortam, mekan ve zaman için geçerlidir. Kural/ilke Tanrı kelamı olarak algılanamaz. Kural ve ilkeler ‘normal’ olarak nitelenen ortam/mekan/zaman bağlamında bir anlam taşır. Dolayısıyla Bağdat’daki basın toplantısında El Zeydi’nin Bush’a ayakkabı fırlatma olayının yaşandığı ortam/mekan/zamanın normal olup olmadığına bakmakta yarar var.Çünkü burada bir ilke/kural çiğnenmiştir ancak bu ihlalin hangi koşullarda, nasıl gerçekleştiğine bakalım.
• Hemen ters bir örneği aktarayım. Önceki gün galiba Ülke TV kanalında bir konuşmacı güzel bir örnek verdi: 99 Depreminin ardından dönemin ABD Başkanı Clinton, Türkiye’ye başsağlığı/geçmiş olsun/dayanışma ziyaretine gelip deprem bölgesinde incelemeler yapmıştı. Hatta o sırada depremzede bir çocuğu kucağına alarak da şirinlik gösterisi gerçekleştirmişti. İşte mesela tam o sırada, ya da Clinton’un o Türkiye ziyareti dönemindeki bir basın toplantısında, bir gazeteci ayakkabılarını çıkarıp Clinton’a atsa bunun kabul edilebilir hatta hoş görülebilir bir yanı yoktur. Ortam/Mekan/Zaman normaldir, dolayısıyla ilkenin kuralın da doğru dürüst hayata geçirilmesi gerekir.
• Kıyaslama yapacak olursak, Clinton’un sözünü ettiğim Türkiye ziyareti ile Bush’un son Bağdat gezisi birbirinden neredeyse her açıdan farklıdır. Clinton, büyük bir devletin, depremzedelerle dayanışma göstermek isteyen bir Başkanı olarak Türkiye’ye gelmişti. Amaç barışçı idi, dayanışma göstermek hatta yardım etmekti. Bush ise Bağdat’ta işgalci bir gücün en üst düzey siyasi temsilcisi olarak bulunuyordu. Amaç barışçı değildi. Çünkü Bush’un son açıklamalarını hatırlayacak olursak, Irak’ın işgalinin hala doğru bir eylem ve politika olduğunu savunuyordu. Bush, 2001’den bu yana Irak’ta öldürülen yüzbinlerce insanın siyasi sorumlusu idi.
• Bağdat’daki Iraklı meslekdaşımız, basın toplantısında Bush’u siyasi olarak son derece güç duruma sokabilecek bir soru sorabilirdi. Ne var ki bu soru, fırlatılan ayakkabıların yarattığı etkiyi yaratmazdı. Belki etik kurala uymuş olurdu, ancak bu kadar büyük sempati kazanamazdı.
• Kimileri, mesleki düzlemde kalmak adına, muhabirin ayakkabı yerine kalem fırlatmasını önerdi. (Bizde akıldane çoktur, biliyorsunuz). Kalem sivri bir nesne olarak Bush’un gözüne girebilir, beklenmedik bir zarar verebilirdi. Irak’ta ayakkabı/terliğin yerel/geleneksel anlamını da öğrendikten sonra muhabirin kendi bağımsız tercihi ile ayakkabıda karar kıldığını anlıyoruz. Muhabir, bir radyo ya da televizyon kanalında ya da bir internet sitesinde çalışıyorsa, fotograf makinesi, kamera ya da bilgisayar da f ırlatabilirdi. (Ecevit döneminde bir esnaf başbakanlık binası önünde yazar kasa fırlatmıştı. Demek ki her memleket ve her meslek erbabı fırlatacak uygun bir nesne buluyor).
• Meslek ahlak ya da etik ilkeleri adaletsizliği, haksızlığı maruz göstermez. Gösteremez. Bush’un sorumluluğunda Irak’a atılan tonlarca bombanın yanında bu çift ayakkabının ancak sembolik bir anlamı vardır.
• Efsane midir doğru mudur bilinmez, ancak bizde de Ege bölgesinde bir gazeteci Hasan Tahsin olayı var. İşgalciye ilk kurşunu sıkan kişi olarak tanıtılır. Şimdiye kadar kimse de çıkıp Hasan Tahsin’e ‘Kardeşim ne işin var senin silahla külahla, haberini yaz, işgale kaleminle karşı çık, etik ilkeyi ihlal etme’ dememiştir. Hasan Tahsin de, anlatılanlar/yazılanlar doğru ise, normal olmayan koşullarda gazeteciliği bir kenara bırakıp işgalciye karşı aktif mücadele yöntemini seçmiştir.
• Dünya literatürü, Fransa’da Direniş zamanında çok sayıda gazetecinin silahlı eylemlere giriştiğini, keza Vietnam’da, Afrika’da eski ve yeni sömürgeciliğe karşı savaşta çok sayıda gazetecinin, yazarın, fikir adamının karşı-şiddet içeren eylemler gerçekleştirdiğini yazan haber ve öykülerle dolu. Kılıçla kalem arasındaki ilişki paradoksaldır. Kimi zaman zıtlık, kimi zaman tamamlayıcılık arzeder.
• İşin felsefi yanı da bence ilginç. Basın hürriyetinin olmadığı bir kentte, tankların-tüfeklerin konuştuğu bir yörede, işgale/şiddete karşı bir çift ayakkabının ne kadar değerli ve anlamlı olduğunu anladık.
• Basın toplantısı henüz bitmeden bir kaç Iraklı gazetecinin Bush’a gidip özür diledikleri yolunda bir haber okudum. Bu özür geçersizdir. Çünkü ayakkabılarını fırlatan gazeteci tarafından değil, Bush yanlısı gazeteciler tarafından ifade edilmiştir. Geçersizdir, çünkü olaydan sonra binlerce Iraklı, özür dileyen gazetecileri değil, ayakkabılarını fırlatan gazeteciyi benimsemiş, onunla dayanışmasını göstermiş, protesto yürüyüşü düzenlemiştir.
• Tıpkı bu Bushsever gazeteciler gibi, Bush’un yanındaki Irak Başbakanı Nuri El Maliki de, ikinci ayakkabı fırlatılırken, body-guard gibi davranıp ayakkabının Bush’un suratına gelmesini önlemeye çalıştı. İşbirlikçilik nelere kadirmiş meğer...
• Bush’un olaydan sonra yaptığı açıklama ilginç. Ayakkabının 42 numara olduğunu söylüyor sırıtarak, bir de gazetecinin neden böyle bir eylemde bulunduğunu anlamadığını itiraf ediyor. Bu anlayışsızlık, bir Halkla İlişkiler taktiği mi yoksa samimi bir itiraf mı, bunu da ben pek anlamadım. Ama hangisi olursa olsun, durum vahim. Bush açısından.
• Bu tür protestolar yeni değil. Normalde gazeteciler mesleki sınırlar içinde kalmak adına, basın özgürlüğü ya da insan hakları açısından tamamen olumsuz buldukları siyasi yetkililerin basın toplantılarında protestolarını, haberi izlemeyerek gerçekleştirir. Biri hariç, tüm foto muhabirleri fotograf makinelerini topluca görülebilir bir alana bırakır. Kameramanlar da aynı işlemi yapar. Bu da, gazetecilerin kimsenin karşı çıkamayacağı demokratik bir protesto yöntemidir.
• Batı’da gazeteci ya da muhabirler tarafından yapılmasa da, siyasilere yönelik geleneksel bir protesto yöntemi de, siyasilerin yüzüne bol kremalı pasta fırlatmaktır. Hoş, komik bir protesto yöntemi daha...Batı’da ben bu pastacıların gözaltına alındığını duymadım hiç.
• Benzeri ilginç, anlamlı ve devamı da öğretici bir protesto eylemini burada hatırlatmakta yarar var: Filistinli düşünür Edward Said, işgal altındaki topraklarına geldiğinde, ölmeden bir-iki yıl önceydi galiba, Arafat’ın Küçük Generalleri ile birlikte işgalci İsrail mevzilerine taş atmıştı. Televizyonlarda ve gazetelerde de yayınlanmıştı bu görüntü. New York’da Columbia Üniversitesinin profesörüne karşı siyonistler ayaklanmış, hazırladıkları dilekçe ile Said’i okul yönetimine şikayet edip, Üniversiteden atılmasını talep etmişlerdi. Koskoca profesör taş mı atarmış! Üniversite yönetimi tarihi ve örnek bir karar ile mealen ‘Profesör Said’in ülkesinin geleneklerine ve koşulların yarattığı şartlara uyarak bir protesto yöntemi benimsemiş olduğunu’ bunun da Profesör Said’in şahsi ya da akademik kimliğine halel getirmediğine karar vermişti.
• Sonuç olarak, Iraklı meslekdaşımız siyasi olarak haklı, mesleki olarak da hoşgörülmesi gereken bir ihlale rağmen doğru bir eylem gerçekleştirmiştir. Kendisinin bir an önce serbest bırakılmasını talep eder, ilk ayrıntılı haberinde bu protestosunun köken, neden, motivasyonlarını aklı ve hissiyatıyla birlikte ayrıntılı bir şekilde açıklamasını bekleriz. Şükran Muntazar!

Yorumlar

Unknown dedi ki…
Tabii burada Cemiyet Başkanı Orhan Erinç ve diğer erbabın da ne tavır aldığını anmak yerinde olur.
''Gazetecilerin o toplantı süresince veya gazeteci sıfatını taşıdığı sürece, kişisel duygularını veya tepkilerini dile getirme hakkı yok. Ama ne yazık ki 'militan gezetecilik' tanımı kapsamında, dünyanın çeşitli yerlerinde gazeteciler, kişisel yaklaşımlarını gündeme getirme veya uygulama yanlışlığına düşüyorlar. Irak'taki olay da bunun son örneği. Gazetecilik açısından anlaşılır bir yaklaşım değil. Anlaşılıyor ki oraya gazeteci sıfatını kullanarak girmiş. Güvenlik aramalarında yanında bir başka şey geçirememiş bir protestocu. Oraya protesto için girmiş. Görevli olarak orada bulunan bir gazetecinin böyle bir yaklaşım sergilemesi akıl alacak bir şey değil.'' demiş Orhan Erinç. Sanki olay İsveç'te geçmiş ve kendisi de komşu Finlandiya'nın Gazeteciler Cemiyeti Başkanı. Türkiye Gazeteciler Federasyonu Başkanı Nazmi Bilgin de gazetecilik mesleğinin tarafsızlığın, yansızlığın, dürüstlüğün simgesi olması gereken bir meslek olduğunu belirtmiş. Bilgin, ''Herhangi bir liderin, bu Amerikan Başkanı da olsa fikirlerine katılmamaya saygı gösteririm. Ancak, bunun yolu ayakkabılar değil, kalemler, kameralar ve düşünceler olmalıdır'' demiş. Hakkı Devrim de sanki yanında olsa El Zeydi'ye sanki ayakkabı fırlatacak, o kadar sinirlenmiş. İnsanın bravo valla size diyesi geliyor. Ya siz uzayda mı yaşıyorsunuz? Ne dediğinizi kulaklarınız duyuyor mu? Siz hiç Irak'ta olanları takip etmediniz mi? Bu ne aymazlıktır, bu ne saçmalıktır...Sanki ülke işgal edilmemiş, Ebu Garip diye bir cezaevi yok, binlerce kişi öldürülmemiş ve siz sözgelimi ABD aleyhinde bir yazı yazsanız, "demokrasi"nin gereği olarak sizi hoş görecekler. Peki kalemiyle mücadele etmesini istediğiniz o gazeteci şu an nerede, haberiniz var mı, dünyada kimsenin haberi var mı? Orhan Abi'nin cümlesiyle "Görevli olarak orada bulunan bir gazetecinin böyle bir yaklaşım sergilemesi ve ardından kendisinden haber alınamaması akıl alacak bir şey" midir?
Yazı da da ifade ettiğin gibi ayakkabı bir semboldür burada, her türlü kalemden, fotoğraftan etkili olacak bir semboldür ve bazen de hayatı semboller şekillendir hatta hayatın akışını değiştirir. medyabiti.com'a gelen aşağıdaki yorumda ifade edildiği gibi de aslında o ayakkabı gazetecinin kalemi olmuştur.
"Atılan ayakkabı da değildi aslında. Bush'un ve temsil ettiklerinin eline yüzüne bulaşmış ama yokmuş gibi davrandığımız bir halkın ahı ve de kanıydı. O gazeteci tam da olması gerektiği bize Irak'ı ve orada yaşananları hatırlattı. Eline kalem almadı ama unutmak isteyenlere inat yazdı."

Bu blogdaki popüler yayınlar

Cumhuriyet gazetesi de Türkiye Cumhuriyeti gibidir:

  Kadim iktidar sahibi ama Cumhursuz ve bağnaz!   * Atatürk’ün emriyle kurulan Cumhuriyet gazetesi 100 yaşına bastı. Mustafa Kemal Atatürk ve T.C için olduğu gibi Cumhuriyet gazetesi için de şimdiye kadar elle tutulur, ciddi, çok yönlü, eleştirel perspektifli akademik ya da mesleki bir yayın yapılamadı. Ragıp Duran Cumhuriyet gazetesi hakkında şimdiye kadar yayınlanmış çeşitli yayınların çoğunu okudum. Büyük bir kısmı tek yanlı bir Kemalizm güzellemesi şeklinde kaleme alınmış. Kuşkusuz 100 yıllık tarihinde bu gazetenin gerçekleştirdiği sınırlı sayıda da olsa olumlu siyasi ve medyatik etkinlikler yok değil. Mesela Yaşar Kemal’in Anadolu röportajları. Ya da CUMOK’un ilk baştaki girişimleri. Okay Gönensin’in taslağını hazırladığı Vakıf yapısı. Celal Başlangıç’ın Kürt bölgesi haberleri… Cumhuriyet gazetesi herhangi bir günlük gazete değil. Adı, tarihi, mülkiyeti, yapısı, yayın politikası büyük ölçüde Mustafa Kemal Atatürk ve Cumhuriyet rejimi (1923-2002)   ile neredeyse özdeş. Gaze

Midilli’den İzlenimler: Ada değil Memleket…

  * Kitap tanıtım toplantısı bahanesiyle Türkiye’den gelen kırk yıllık arkadaşlarımla şahane 5 gün yaşadım Midilli’de. Eski ve yeni fotograf kareleri… Ragıp Duran Midilli, Ege’de Türkiye’nin hemen yanı başında kocaman bir ada. İzmir, Ayvalık ya da Dikili’den motorla en fazla 1 saatte ulaşıyorsun.   Benim Yunanca kitabımın tanıtım toplantısı için Midilli’de göçmenlerle çalışan Birarada Derneğinin davetlisi olarak adaya vardık. Yayıncım Yorgo Giannopoulos, ben ve Yiğit Bener, ‘’Selanik Sürgünü’’ kitabının Midilli’deki tanıtım toplantısında 23 Mayıs 2024 Ben 15-20 sene önce, birisi Türkiye-Yunanistan Defne Dostluk Derneği ile ikincisi mektepten arkadaşlarımla gezmeye Midilli’ye gitmiştim. Öyle turistik bir Yunan adası değil. Dağları tepeleri, yeşil vadileri olan güzel bir kara parçası. Son zamanlarda Türkiye’den günde 4-5 motorla yüzlerce turist geliyor. Ada halkı özellikle de esnaf memnun. Çünkü, ‘ ’Türkiye’den gelenler bize (Yunanlılara) çok benziyor. Alman, İngiliz ya da Fran

Ümit Kurt - Kanun ve Nizam Dairesinde / SOYKIRIM TEKNOKRATSIZ OLMUYOR!

  *Kurt’un son çalışması, bir çok yeni gerçeği belgeleriyle su yüzüne çıkarıyor. M.R.Mimaroğlu örneği,   sadece 1915’i değil günümüzü de açıklıyor.   Ragıp Duran   Tarih kitaplarının amatör bir okuru olarak, bizim kuşak, Kürt Meselesini İsmail Beşikçi’nin, Ermeni Meselesini de Taner Akçam’ın çalışmalarından öğrendi.   1915 Ermeni Soykırımı Araştırmalarının öncüsü olan Akçam’ın açtığı yolda ilerleyen tarihçi Kurt, bir önceki kitabında soykırımın Antep somutunda hem mikro analizini yapmış hem de yerel eşrafın (Aktörlerin) konum ve katkısını incelemişti.   Son çalışması olan ‘’Kanun ve Nizam Dairesinde’’ (Aras, 2023, Istanbul, 255 s.) ise, orta hatta üst düzey bürokrat Mustafa Reşat Mimaroğlu’nun (1878-1953) mesleki ve siyasi yaşamını irdelerken, 1915’in bürokrasi boyutunu sergiliyor. Kurt’un kitabını okurken altını çizdiğim bir kaç özellik var: * Akademik çalışmalarının bir bölümünü Kudüs’de gerçekleştirdiği için Kurt, 1915 ile Holokost   arasındaki benzerlik ve farklılıkla